Anasayfa / Makaleler / DÖVÜLEN SICAK DEMİRİN KOKUSU

DÖVÜLEN SICAK DEMİRİN KOKUSU

(Article 040-10.11.2014)

Çok değil, bundan sadece on onbeş yıl önce yaşadığımız bazı olaylar, teknolojik gelişmelerin aslında yaşantımızı ne kadar basitleştirdiğini ortaya koyuyor. Burada basitlikten kasdedilen şey teknolojinin insan yaşamına sunduğu nimetler değil, aksine insan yaşantısına zerk ettiği monotonluk, isteksizlik, renksizlik ve tatminsizlik.

Eskiden elimize kâğıt kalem alıp eşimize dostumuza bayramlarda, kandil, düğün ve sünnetlerde vakitli vakitsiz mektuplar yazar, mektupta herkesi tek tek öper, “aman amcan kızmasın, dayın gücenmesin” endişesiyle ismini anmadığımız akraba bırakmazdık. Mektubun içine her türlü duyguyu yansıtan ve bugün bile baktığınızda konuşmaya devam eden siyah beyaz bir fotoğraf koymayı asla unutmaz, zarfın üzerini büyük bir özenle yazar, üşenmeden postaneye gider, 10 kuruş pul parası verip her biri birer tablo güzelliğindeki o pullardan bir tane satın alıp, büyük bir itinayla yalayarak zarfın üzerine güzelce yapıştırıp vezneye verirdik. Veznedeki memur zarfı ciddiyetle inceler, gözü kesmezse terazinin üstüne koyarak tartar ve eğer tamamsa o yuvarlak postane mührünü olanca şiddetiyle zarfın üzerine vurur ve işlem sona ererdi.

Sonra ne oldu? İlk önce otomat dediğimiz otomatik pul ve damga makinaları ortaya çıktı. İki ayrılmaz sevgili; pul ve zarf birbirinden ilelebet ayrıldı. Zarfın üzerine yapıştırıldığında ona bütün güzelliği ile bağlanan, beyaz zarfın sadeliğine baştan sona yeni bir zarafet ve anlam kazandıran pullar ortadan kalktı ve yerini hiçbir şahsiyet ve kişiliği olmayan kırmızı mürekkepli otomat damgalarına bıraktı.

Siyah beyaz fotoğraflar ise çoğu dijital belleklerde saklanıp üç gün sonra silinen renkli fotoğraflarla yer değiştirdi. İkinci darbe daktilo ve bilgisayarla geldi. Bir insanın tüm iç dünyasını birebir yansıtan o güzel el yazılarının yerini, metalik yazıların çirkinliği ve hafifliği aldı. Bu kadar yeter artık diyecektik ki, elektronik mesaj ve iletiler hayatımıza girdi. Elektronik mesaj ve iletilerde his yok, duygu yok, ağlamak yok, gülmek yok, gözyaşını mektubun en görünen yerine damlatıp mürekkebi dağıtmak ve “senin için ağlıyorum” demek yok, mektubun bir köşesini yakıp sevgiliye hasreti dile getirmek yok, sağlık sıhhat sormak onlar hiç mi hiç yok.

Aslında değişen o kadar çok şey var ki hayatımızda, yaşıyoruz ama ne için hiç kimse bunun farkında bile değil. Asansör ne kadar rahat ve güzel bir şey dedik ama ara katlardaki komşularımızı unuttuk, televizyon ne kadar güzel bir şey dedik ama yazlık sinemaların o muhteşem ortamını, hafiften esen yaz rüzgârlarını, film seyrederken çekirdek çitletmeyi, filmin en acıklı sahnesinde topluca ağlamayı ve kötü adamı yuhalamayı unuttuk. Ankesörlü telefonlarda kuyrukta bekleyip üç dakikalık jetonlarla sevgiliyi aramayı unuttuk. Kurşunkalemi yontmayı, ayakkabıya yama yaptırmayı, cebimizde mendil taşımayı, midemiz ağrıdığında nane kaynatmayı, gazyağı lambasında ders çalışmayı, teneke odun sobasının üzerinde kestane pişirmeyi, ekmeğe Sana yağı sürüp şekere bandırıp yemeği unuttuk. Manyetolu sabit telefonları, postaneye numara yazdırmayı, görüşülecek kişiyi günlerce beklemeyi, yazdıranın bile nereyi aramak istediğini unuttuğu sırada postacı kızın “numaranız hazır” sesiyle telefon başında konuşmak için sıraya girmeyi de unuttuk. Sokakta dolaşan pamuk şekerciler ve küncülü kâhke satan simitçiler ise çoktan kaybolup gitti. Haytalya ise şimdilerde “bici bici” adıyla Kilis, Adana ve Mersin haricinde bilinmiyor. Çok kimse taze nohutun, şeker kamışının şeklini bile bilmiyor.

Ortaköy-Eminönü hattında çalışan boynuzlu troleybüsleri kaç kişi hatırlar? Ya da belediye otobüslerinde para alıp bilet kesen ve gideceğiniz mesafeye göre para alıp üstünü kuruşu kuruşuna iade eden biletçileri kaç kişi bilir? Bilet parası olmadığı için saman kağıdına kuru boya ile sahte bilet yapan kaç öğrenci kaldı ki? Yok, yok, yok. Çünkü artık bilette dijital, biletçinin yerine koyduğumuz alet edevatın kendisi de.

Ne aile manavı kaldı ne aile kasabı. Markete dal, seç beğen al. Dün Güneşli’de bir mahalle bakkalı gördüm, ismi o kadar anlamlıydı ki; “Karagün Market”. Gerçekten de eski bakkalların tamamı kara gün dostuydu. Her bakkalın veresiye defterinde bin bir hikâye, bir o kadar da dostluk, arkadaşlık ve samimiyet vardı. Şimdi ise cebinizde bir liranız yoksa herhangi bir marketten bir tane ekmek alabilir misiniz?

Ya o cümbür cemaat yapılan ev ziyaretlerini kaç kişi bilir. Yakınlarımızın evine akşamları ev ziyaretleri yapılırdı. Televizyon zaten yok. Saatlerce konuşulurdu. Televizyon çıkınca bu ziyaretler de azalmaya başladı. Zoraki yapılan ziyaretlerde de insanlar sustu, televizyonlar konuştu. Sonra? Beterin beteri yaşandı ve internet çağı başladı. Şimdilerde dört kişinin yaşadığı evde yemekten sonra herkes kendi köşesine çekilip, birbiriyle ha babam de babam mesajlaşmakta.

Boğaza tüp geçit yapıldı ne kadar güzel bir şey değil mi? Peki ya boğaz vapurları ne olacak? Şimdi sadece Sezen Aksu’nun şarkılarında hatırlanan yandan çarklı ada vapurları gibi yarınlarda Boğaz vapurları da yok olacak. Ve eğer dijitalleşmemiş tek bir kitap veya gazete bulabilirsek “şu Boğaz vapurları acaba nasıl bir şeymiş” deyip belki araştırma yapma ihtiyacı duyacağız.

Şimdi 21. yüzyıldayız. Teknoloji bize neler sunmuş değil mi? Maske yırtılıp o gerçek yüz ortaya çıktı mı acaba? Ya da şimdi gördüklerimiz ileride göreceklerimizin henüz çok küçük bir parçası mı? İnsan “Aman Allah’ım” demekten kendini alamıyor değil mi?

Lütfen bir gününüzü sadece kendinize ayırın ve elinize fotoğraf makinenizi alıp yaşadığınız şehri adımlayarak sokak sokak dolaşıp resimleyin. Bunun için hiç kimseyle plan yapmaya kalkmayın, çünkü herkes bir bahane uydurup planınızı bozmaya kalkacaktır. Bugün görebileceğiniz ama yakın gelecekte göremeyeceğiniz yerinde bulamayacağınız o kadar çok şey var ki. İşte onları gelecek nesillere aktarabilmek için ne görürseniz resimleyin ve tarihlendirin. Ben küçük çocukluğumun Kilis’ini gözümün önüne getiriyorum da neler yok oldu neler. 500 yıllık Arasta Çarşısı vardı yol bahanesiyle yıkıldı. Nacar Pazarı’nda dedemin çift kapılı demirci dükkânı da bu yıkımdan nasibini aldı. Yüzlerce yıllık eski taş evlerden ise şimdi çok azı ayakta kaldı. Selçuklu ve Osmanlı’dan kalan canım eserler ‘yol medeniyettir’ aldatmacasıyla yıkılıp gitmiş. Vatan toprağının üzerine inşa edilen tarihi eserler mi medeniyet göstergesidir, yoksa siyah asfalt yollar mı? Sapla samanı birbirine karıştırmak bu olsa gerek.

Arasta Çarşısı ve Nacar Pazarı’nın 500 yıllık çift kapılı dükkânlarına yazık oldu. O eski sokaklarda dolaşırken artık ne saraç dükkânlarındaki kösele deri kokusunu, nede demirci dükkânlarından yayılan dövülen sıcak demir kokusunu hissedebiliyorum. Yazık oldu yazık…

Bunada Bakın

SİZLER; MUSTAFA KEMAL’İN DEĞİL ASKERLERİ, İTİNİN PİSLİĞİ BİLE OLAMAZSINIZ…

(Article 258 – 05.09.2019) Son dönemde Türkiye’de yaşanan bazı olaylar toplumun giderek kutuplaştığını ve bu …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Hacker Blog Hack Haber