(Article 144-28.03.2017)
Can Dündar bugünlerde ismi sıkça geçen vatan hainlerinden sadece biri. Ancak tarihin hemen her döneminde vatanını üç kuruş beş paraya satabilen sütü bozuklara rastlamak mümkün.
Sultan Abdülaziz ve Sultan Abdülhamid Han döneminin hainleri de, şimdilerde olduğu gibi o yıllarda da Fransız ve İngilizlere sığınır, onların verdiği altınlarla günlerini gün ederlerdi. İngiltere, Fransa, Rusya veya Almanya’nın maddi ve manevi desteğine mazhar olan hemen herkes, bir anda Padişah aleyhine konuşmaya başlar, reform ve ıslahatlardan dem vurur, “iktidarı terk et git” mealinde açık mektuplar yazar, gazete ve dergiler çıkararak hizmet ettikleri ülke adına muhbirlik yaparlardı. Üstelik bu işleri öyle gizli kapaklı yapmaz, mahlas falan da kullanmazlardı.
Sultan Abdülaziz’den beri Avrupa destekçisi iç ajanların buluştuğu ortak payda; “demokrasi, hukuk, hürriyet” gibi kavramları ön plana çıkarmış olmalarıdır. Hıristiyanların “baba-oğul ve kutsal ruh” üçlemesi gibi ülkeden ülkeye, toplumdan topluma ve hatta kişiden kişiye değişiklik gösteren bu sihirli “teslis” yani “demokrasi, hukuk ve hürriyet” kavramları, yumuşak bir sakız gibi istenilen her şekli alabilmekte ve herhangi bir toplumdaki aykırı düşüncelerin odak noktası olabilmektedir. Bu üç kavram; Şili’den Kore’ye, Fransa’dan Rusya’ya, Güney Afrika’dan Çin’e kadar dünyanın hemen her noktasında kendisine anında karşılık bulabilmekte, milyonları etrafına toplayabilmektedir.
Osmanlı’da, okuryazar tayfasının vatan hainliğine yönelik ilk örneklerini Ali Suavi, Şinasi ve Namık Kemal gibi satılmışlar oluşturur. Ali Süâvî Londra’da “Muhbir” gazetesini çıkartırken, Namık Kemal ve Ziya Paşa gibi Jön Türk tayfası da 1868’de Paris’te “Hürriyet” gazetesini çıkartır. İngiliz ve Fransız istihbaratının boca ettiği altınlarla finanse edilen bu şahıslar ve onların gazeteleri, Devlet-i Âliye’yi hemen her konuda tehdit ederken, askerî ve sivil bürokrasi eliyle Padişah aleyhinde kışkırtıcılık ve Avrupa devletleri lehine istihbarat görevini icra ederler.
Jön Türk tayfasının, “istibdat” rejiminden dolayı vatanı terk ettikleri meselesine gelince, bu baştan sona yalan ve uydurmadır. Jön Türklerin Avrupa’ya kaçmalarının tek ama tek bir nedeni vardır; Paris veya Londra’ya gidip Fransız ve İngiliz istihbarat kurumlarında staj yapmak, asimetrik saldırı yöntemlerini öğrenmek, yalan ve iftiralarla dolu gazetelerini ceplerinden beş kuruş para harcamadan bastırıp Türkiye’ye göndermek ve gününü gün etmektir.
Namık Kemal, Şinasi, Ali Süavi, Damat Mahmut Paşa, Prens Sabahattin ve Ali Şefkati gibi hainlerin yabancı bir memlekette yatıp kalkması, karnını doyurması, matbaa kurup dergi ve gazete çıkarması, hadi bunlardan da vazgeçtik basılı evrakları posta ile Osmanlıya göndermesi başka nasıl mümkün olabilirdi ki?
Bazı aklı evveller diyorlar ki; “Efendim bunlar çok meşhur yazarlardır, şiir yazarak hikâye yazarak hayatlarını idame ettiriyorlardı…”.
Bu eblehlere sormak lazım; “Siz hiç Avrupa’nın herhangi bir şehrinde veya herhangi bir edebiyat kulübünde bu hainlere ait tek bir tane eserin okunduğunu, okutulduğunu veya övgüye mazhar olduğunu gördünüz mü?”
Peki edebi açıdan zaten hiçbir anlam ifade etmeyen bu şahısları, Batı niçin sahiplendi? Cevabı çok basit; çünkü rahatlıkla “satın alınabilecek” kişiler oldukları için.
Vatanlarını Avrupa’ya şikâyete çıkan Jön Türklerden Ali Şefkatî, İtalya’nın Napoli ve Cenevre şehirlerinde çıkardığı “İstikbâl” gazetesini gizli yollardan İstanbul’daki Tıbbiye talebelerine göndererek Devlet-i Aliye’yi zora sokmaya çalışıyordu. Bu hainler, “Bunca zamandır Âl-i Osman hükümran oldu. Biraz da Âl-i Midhat saltanat sürsün! Olmazsa Âl-i Osman, olsun Âl-i Midhat!” diyen Midhat Paşa’ya hizmet ediyorlardı.
Sultan Abdülhamid Han’ın eniştesi Damat Mahmut Paşa ve oğlu Prens Sabahaddin, sözde istibdat rejimini bahane ederek, Paris’te kendilerini bekleyen Jön Türklerle işbirliği yapan trajik birer vatan hainiydi. “Prens Sabahattin hain değil, âdem-i merkeziyet fikrinden dolayı vatanını terk etmiştir” diyenler, bu işin esasını bilmediği için, tarih kitaplarına bakarak bu şekilde yazıp durmaktadır. Halbuki bu zat, düşüncesinden dolayı değil, düşüncesini düşman devletlerle işbirliği yaparak gerçekleştirmek istediği için haindir.
Jön Türklerin hainliklerini Sultan Abdülhamid Han şu şekilde anlatır; “Bunca okumuş, düşünmüş, kendisini dâvasına vermiş vatan evlâdının cibilliyetsiz çıkacağını kabul edemem. Sâdece aldandılar, derim. Aldandılar ama cezalarını kendilerinden çok, aldanmayan milyonlarca masum vatan evlâdı çekti! Hem öldüler, hem de vatandan oldular! Kendilerine Jön Türkler denilen kimseler aslında üç-beş kişidir. Bunlar yıllarca Avrupa’da benim aleyhimde çalışmışlar, benim aleyhimde çalışmanın vatanın da aleyhinde çalışmak demek olduğunu düşünmeden yazmışlar, çizmişler, söylemişlerdir. Çıkardıkları gazeteleri gizlice memlekete sokmanın yolunu büyük devletlere arkalarını dayayarak buluyorlardı. İngilizler, Fransızlar, Ruslar, hatta Almanlar ve Avusturyalılar yâni bütün büyük Avrupa devletleri, menfaatlerini Osmanlı mülkünün parçalanmasında bulmuşlardır.”
31 Mart Vakası ile 1909 yılında darbeyle tahttan indirildikten hemen sonra devrin Rus ve Alman elçilerinin, ülkeden kaçması için kendisine götürdüğü yardım tekliflerine karşı çıkan Sultan Abdülhamid Han’ın söylediği sözler vatan hainlerine ibret olacak türdendir: “Etlerimi cımbızla koparacaklarını da bilsem, bir ecnebi devlete ilticayı düşünmem. Vatanımdan kaçmak mûcib-i ardır (namus sebebidir). Hattâ bu, benim gibi otuz üç sene bir devlete padişahlık etmiş bir insanın irtikap edemeyeceği en büyük alçaklıktır.”
Hainliği sözde edebiyat ve sanat bahanesiyle yapanların sayısı hiç de az değildir. Roman yazarak Türkiye’yi, yâni Müslümanları Batı’ya karşı kıyıcı ve adaletsiz olarak gösteren ve bu hainliğinin karşılığı olarak kendisine Nobel ödülü verilen yazarımız yok mu?
Edebiyat ve düşünce yoluyla hainlik edenleri anarken ünlü edebiyatçı Tevfik Fikret ve sonradan Hıristiyan olup Papazlığa terfi eden oğlu Hâluk’u da göz ardı etmeyelim.
Bir diğer ünlü edebiyatçımız Şinasi’ye gelince onun yeri müstesnadır. Şinasi, 1849’da Mason Üstadı Mustafa Reşit Paşa tarafından Paris’e gönderilir. Orada Fransız istihbaratı bünyesinde ilim ve irfan! sahibi olduktan sonra 1854 yılında yurda dönüş yapar. 14 Eylül 1859 günü bir ihbar sonucu ortaya çıkartılan ve Sultan Abdülmecid’i devirip onun yerine Sultan Abdülaziz’i tahta geçirmek için tertip edilen ve tarihe “Kuleli Hadisesi” olarak geçen başarısız bir darbe girişiminin içerisinde yer alır. 1862’den itibaren çıkardığı Tasvir-i Efkâr adlı gazetede siyasî otoriteyi rahatsız edecek bazı hicivleri ve genellikle eleştirici tutumu nedeniyle, 4 Temmuz 1863’te Sultan Abdülaziz’in iradesiyle Meclis-i Maârif bünyesindeki işine son verilerek memuriyetten ihraç edilir. Tam bir Fransız ajanı olarak yetiştirilen Şinasi, sonraki yıllarda devlete başkaldıracak birçok vatan hainine fikir babalığı yapmıştır.
Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane öğrencilerinden İbrahim Temo, Abdullah Cevdet (Allah düşmanı Cevdet), İshak Sukuti ve Mehmed Reşid tarafından gizli bir yeraltı teşkilâtı halinde kurulan İttihâd-ı Osmanî Cemiyeti (1889) toplantılarında fikrî tartışmalar yapılıyor, Namık Kemal, Şinasi, Ziya Paşa gibi Yeni Osmanlı temsilcilerinin eserleri gizli gizli okutuluyordu.
Ancak şuna bakın ki 1894’te yargılanan cemiyet üyeleri diktatör Padişah! tarafından affedilir. Cemiyet üyeleri, İstanbul’da uygun bir ortamın bulunmadığını fark ederek faaliyetlerini Avrupa’da sürdürmeye karar verir ve tıbbiye öğrencilerinden Selanikli (Doktor) Nazım ve Ahmed Rıza’nın tartışmaları sonucunda 1894’te ”Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti” kurulur.
Namık Kemal ile Şinasi’nin yolları 1865’de kesişir. Şinasi, bilinmeyen bir nedenle Tasvir-i Efkâr’ı 1865’de Namık Kemal’e bırakarak Paris’e gider. Aslında gazetenin esas patronu Fransız istihbaratı olduğu için sadece görev değişikliği demek daha doğru olur. Petrosyan’a göre Birinci Meşrutiyet hareketini başlatan “Yeni Osmanlılar” nezdinde Şinasi, onların fikir hocası ve baş mimarıdır. Şinasi’nin en önemli öğrencisi ise Namık Kemal’dir.
Namık Kemal, Şinasi ile tanışana kadar divan nazımı ile tasavvuf konularında yazmaktadır. Namık Kemal, Şinasi ile yaptığı bir saatlik görüşme sonrasında modern Türk edebiyatına yönelir ve Tasvir-i Efkâr’da yazmaya başlar. Bir Bektaşi olan Namık Kemal, sonrasında mason da olur. I. Proodos (İlerleme) adlı bir Yunan locasında adına rastlanır. Locada, 19’u Türk 68 üye bulunmaktadır. Locadaki Türkler arasında; Mehmed Namık Kemal, Midhat Paşa, Abdülaziz devrinde iki defa sadrazam olan Keçecizade Mehmed Fuad Paşa, Tunuslu Hayrettin Paşa, İbrahim Hakkı Paşa, Berlin Sefiri Sadullah Paşa, Ahmed Vefik Paşa, Şair Ziya Paşa ve Şinasi gibi Türkçüler de bulunmaktadır.
Mason locasında Namık Kemal’e tarihi bir görev verilir: “Şehzade Murad’ı mason yapmak”. Bu işi daha önce Şinasi denemiş, ancak başarılı olamamıştır. Namık Kemal’deki 180 derecelik dönüşün asıl nedeni işte bu görevdir. Avrupa görmüş ve çok iyi eğitim almış modern düşüncedeki Veliaht Murad Efendi’ye divan şiirleri okuyarak yaklaşabilmek mümkün değildir. Namık Kemal, mason locasının kararıyla Veliaht Murad Efendi’nin oğlu Selahattin Efendi’ye hoca olur. Bir diğer mason Ziya Paşa da, Veliaht Murat Efendi’nin hocası olur. Amaç; sonradan Sultan olacak V. Murad’a masonik fikirleri aşılamaktır. İtalya’daki Carbonari Cemiyeti üyelerinden ve aynı zamanda mason olan Doktor Kapoleone, İstanbul’a getirtilerek çeşitli ayak oyunlarıyla Veliaht Murat Efendi’ye özel doktor yapılır. Böylece, 20 Ekim 1872’de, Sultan Abdülmecid’in büyük oğlu Veliaht Murad, büyük bir gizlilik içerisinde I Proodos Locası’na girerek mason olur.
Locanın Üstad-ı Muhteremi Kleanti İskalyeri böylelikle; başta Osmanlı Veliahtı olmak üzere, devletin en üst makamlarındaki sadrazamlara ve diğer bürokratlara üstatlık edip, emir vermeye başlar. Tıpkı FEilkokul mezunu dahi olmayan TÖ’nün imamlarının, hakim ve savcılara emir verdiği gibi.
Neyse biz Namık Kemal’e geri dönelim. Hürriyet ve vatan kahramanı Namık Kemal! Vatan Yahut Silistre diye bir piyes yazar. Oyunun altında üstünde hiç bir şey yoktur. Ancak içindeki bazı kelimeler subliminal mesajlarla doludur. Tek bir nakarat vardır; “Vatan”. Vatanın ne izahı vardır ne anlamı. Oyun içinde bir de tekerleme vardır; “Murat… muradın ne senin? benim muradım nerede?” Murat aşağı murat yukarı!
Seyredenlerin neredeyse tamamı Sultan Abdülaziz’i indirip yerine mason Veliaht Murat Efendi’yi iktidara getirmek isteyen Yeni Osmanlılar ve Jön Türk tayfasından oluştuğu için bu piyes çılgınlar gibi alkışlanır. Ülkede güya istibdat rejimi (diktatörlük) egemendir! İstibdat rejimi olan ülkede! bu oyunun neredeyse 500 defa sahneye konulmasını ise hiç kimse görmek istemez. Neticede darbe çığırtkanlığı yaptığı gerekçesiyle Namık Kemal denilen hain, Sultan Abdülaziz tarafından Magosa’ya sürülür. Abdülhamit iktidara gelince affedilir, ancak yine rahat durmayınca bu defa 100 altın maaş bağlanarak önce Midilli’ye daha sonra da Sakız’a mutasarrıf olarak atanır. Ölene kadar bu ballı maaşı alır ve öldüğünde de vasiyeti üzerine Süleyman Paşa’nın mezarının yanına gömülür. ,
Şansa bakınız! Devlete ihanet et, zevk-ü sefa içerisinde yaşa, ondan sonra da Osmanlının en büyük paşalarından birisinin yanına gömül.
Sultan Abdülhamit Han’ın eniştesi Damat Mahmut Paşa’da aynı şerefe nail olanlardandır. Asıl ismi Mahmut Celâleddin Paşa olan bu hain, Bağdat Demiryolu ihalesini İngilizlerin ortak olduğu bir şirkete vermek ister. Ancak bu işin Almanlar’a verilmesi üzerine Abdülhamid’e cephe alır. 1899 yılında II. Abdülhamit’e olan muhalefeti nedeniyle oğulları Prens Sabahattin ve Prens Lütfullah’la birlikte Avrupa’ya kaçar. Önce Marsilya’ya, oradan da Paris’e gider. Jön Türkler tarafından kucaklanır. Bazı Jön Türk üyelerinin hükûmetle anlaşıp yurda dönmesinden sonra geride kalanlar arasında lider gibi görülür. Padişahı ve çevresindekileri çeşitli gazetelerde ağır dille eleştirir. Saray tarafından malları müsadere edilir.
Paşa ve oğulları İstanbul hükümetinin baskıları sonucu Londra’dan ayrılıp Mısır Hıdivi Abbas Hilmi Paşa’nın davetiyle Mısır’a gider. Mısır Hidivi ile de arası bozulunca Mısır’dan ayrılarak önce Paris’e daha sonra da Korfu Adası’na geçer. Bu olay Yunan-Osmanlı ilişkilerinin gerginleşmesine sebep olunca oradan da ayrılmak zorunda kalır. Abdülhamit muhaliflerince 4 Şubat 1902’de Fransa’da düzenlenen I. Jön Türk Kongresi’ne büyük destek verir ve kongrenin fahri lideri olur. Kışı geçirmesi için geldiği Brüksel’de 17 Aralık 1903’de ölür.
- Abdülhamid, cenazesinin İstanbul’a getirilmesini istese de oğulları Meşrutiyet ilan edilmedikçe bunun mümkün olamayacağını söyler. Jön Türkler’in mitingine dönüşen cenazesi Fransa’da ki Türk kabristanına defnedilir. 1908 yılında II. Meşrutiyet’in ilanı üzerine cenazesi büyük bir törenle İstanbul’a getirilir ve Eyüp’teki aile mezarlığına defnedilir.
Bugün geriye dönüp baktığımızda Abdülaziz ve Abdülhamit Han döneminin vatan hainlerine yumuşak davranıldığı için, koca bir imparatorluğun ellerimizin arasından nasıl kayıp gittiğini çok daha rahat görebilmekteyiz.
Hain haindir. Cezası da bellidir. Yargısız infaz ise yargısız infaz, idam ise idam, kökünü kurutma ise kökünü kurutma.
Bu hainlere acırsak acınacak duruma düşeriz.
Ve işte o zaman!
Üzerinde oturacak bir karış toprak parçası bile bulamayız.
DR.Mehmet Hakan Sağlam