Anasayfa / Makaleler / KANI BOZUK HAİN VE KÖPEKLER ERDOĞAN’A TOP YEKÛN SALDIRIRKEN ABDULLAH GÜL’ÜN DEĞERİ VAR MIDIR Kİ?

KANI BOZUK HAİN VE KÖPEKLER ERDOĞAN’A TOP YEKÛN SALDIRIRKEN ABDULLAH GÜL’ÜN DEĞERİ VAR MIDIR Kİ?

(Article 085-25.06.2015)

12 Haziran’da “Milli Görüş’ün Çapsız “Meritokratik” Yapısı Kıçına Kına Yaksın ve Savcı Sayan’ın Emekleri Size Haram Olsun” başlıklı bir yazı kaleme almıştım. O yazımda 7 Haziran 2015 seçimlerine yönelik genel bir değerlendirme yapmış ve kendimce AK Parti’nin başarısız olma gerekçelerini sıralamıştım. Başarısızlığın nedenleri tabi ki sadece yazdığım sebepler değildi. Yazı içeriğinde kaleme alamadığım, yazmak istemediğim ve dillendirmeyi zûl addettiğim daha birçok konu vardı. Ancak “kol kırılır yen içinde kalır” misali şimdilik sadece bazı hususları ele almıştım. Yazıdan sonra ne oldu? Öncelikle onu anlatayım. Bu makale yaklaşık 10 bin kişi tarafından okundu, birçok kişi tarafından yorum ve analize konu edildi. Yüzlerce kişi telefonla arayarak tebrik etti. Sizinde tahmin edeceğiniz gibi çok sayıda “çapsız”da hakaret içerikli mesajlar attı. Tartışma yeteneğinden yoksun ve “biz nerede hata yaptık?” diyeceği yerde bana saldıran kişiler kimlerdi biliyor musunuz? “Kıçına kına yaksın” dediğim “Milli Görüş’ün çapsız meritokratik yapısı”. Bir kere daha anladım ki bunlardan ne köy olur ne kasaba.

Bir partinin özelden genele yayılması, cemaat yapılanmasından toplum partisi haline dönüşmesi çok zor ve meşakkatli bir süreç. İnsan hayatında olduğu gibi toplumların tarihinde de bazı kırılma ve nirengi noktaları bulunmaktadır. Türklerin dünyaya gözlerini açtığı ve yumurtadan çıktığı dönem hiç şüphesiz Lozan Antlaşması’dır!

Lozan Antlaşması imzalanıncaya kadar dünya yüzeyinde Türk milleti diye bir millet yoktu. Anadolu bize ait bile değildi. Selçuklu ve Osmanlı Devleti diye devletler zaten yoktu. Bu devletler at sırtında kılıç sallayan, at terkisinde pastırma taşıyan “çapul” topluluklardı. Alparslan Malazgirt’e piknik yapmaya gelmiş, Fatih Sultan Mehmet lüfer balığını çok sevdiği için Doğu Roma İmparatorluğu’nu tarih sahnesinden silip Kostantiniyye’yi almış, Kanuni Sultan Süleyman Viyana’yı laf olsun diye kuşatmış, Yavuz Sultan Selim girdiği bir iddia üzerine Kilis’ten Kahire’ye kadar uzanan tüm toprakları fethedip Memluk Devleti’ni tarihe gömmüş, Sarı Selim stratejik öneminden dolayı değil de şaraba düşkün olduğu için Kıbrıs Adası’nı fethetmiş, II. Abdülhamit diktatör olduğu için İttihatçılarca tahttan indirilmiş, Vahdettin ise vatanı sattığı için sürgün edilmişti. Bu yazdıklarımın tabi ki hiçbiri doğru değil. Selçuklu ve Osmanlı sultanları herhangi bir yere sefer yapmaya karar verdiğinde devletin yönetim kademesini oluşturan “meritokratik” yapı hemen her ihtimali düşünür, kapsamlı tartışma ve görüşmelerden sonra sefere karar verirdi. Çok iyi eğitim almış, üç beş yabancı dil bilen bu “seçkinler” zümresi, yaşanabilecek her türlü olumsuzluğu önceden simule eder, en ufak bir hatanın yaşanmasına imkân tanımazdı.

İttihat ve Terakki kökeninden ve geleneğinden gelen ve çoğu “Mason” olan yeni bir yönetim kadrosu, Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren Türk toplumunun geçmişle olan bağını kopartıp, 1000 yıllık bir medeniyetin bilgi birikimini küllendirmeye kalkmıştır. Cumhuriyet Devrimleri olarak isimlendirilen ve hemen her Anayasa’da kendine yer bulan bu uygulamalar Türk-İslâm devlet yapısını ve geleneklerini çok kısa sürede yerle bir etmeyi başarmıştır. Tekke ve zaviyelerin kapatılmasına yönelik kanun maddesini çoğu kimse muhafazakar kesime yönelik bir uygulama olarak kabul eder. Ancak bu kanunun esas hedef kitlesi “Aleviler” idi. Cemevleri kapatılmış, Alevi vatandaşların ibadet hakları elinden alınmıştır. Şapka Devrimi, Harf Devrimi, ezanın Türkçeleştirilmesi, cami ve ibadethanelerin kapatılıp birçoğunun satılması veya kiraya verilmesi, Kur’an-ı Kerim’in basım ve dağıtımının yasaklanması Türk toplumunu özünden koparmaya yönelik uygulamaların başında geliyordu.

Tüm bu uygulamaların nedeni aslında Lozan Antlaşması’dır. Lozan tam bir hezimet ve başarısızlık örneği olduğu halde bu millete yıllar boyu bir zafer olarak lanse edilmiştir. Osmanlının altı asır boyunca biriktirdiği tüm toprak mirası Lozan’da yabancılara peşkeş çekilmiş, Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile İstanbul ve Çanakkale Boğazları elimizden kayıp gitmiştir.

Algı yönetimi konusunda Cumhuriyet’in lider kadrolarının başarısını hiç küçümsememek gerekir. Başarısızlığı başarı, kayıpları kazanç olarak göstermek ve insanları buna inandırmak kolay mesele değil. İttihat Terakki ile başlayıp Cumhuriyet döneminde CHP ile devam eden zihniyetin adı tek parti dönemidir. Halkın eşekle, şalvarla meydanlara giremediği, tahta kaşık yapıp satmanın yasak olduğu yıllardır. Recep Peker, 1935 yılında Cumhuriyet Halk Fırkası programında yer alan “ulusçuluk” ilkesini açıklarken, bu ilkenin yalnızca partiye ait olmayıp devlete hâkim zihniyet olması gereğine işaret ettikten sonra kongre konuşmasında “Türkiye Cumhuriyeti bir parti devletidir” diyerek durumu özetlemiştir. Peker, ‘Devlet örgütlenmiş ulustur’ düşüncesinden hareketle ve Atatürk’ün adı etrafında oluşturulan lider kültüne dayanarak, ideolojik ve ekonomik muhalefetin tasfiyesini ulusal misyon olarak ortaya koyan, devlet karşısında bireye özgürlük alanı bırakmamayı savunan ilginç bir kişiliktir.

Recep Peker’e göre Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes CHP’nin doğal ve potansiyel üyesidir. Türkiye’de din telakkisinin vatandaşların teninden içeri nüfuz etmediğini söyleyen Peker’e göre kutsal olan şey “din” değil “cumhuriyet inkilabı”nın bizzat kendisidir. Laikliği ise dinin olmadığı, ateist bir yapı olarak tanımlar. Peker, Kemalizmin ideolojisini yapmaya çalıştığı Ülkü Dergisi’nde Atatürk’ün Büyük Nutuk’unun Türkün yeni “mukaddes” kitabı, Halkevleri’nin ise bu inancın “mabetleri” olduğu fikrini savunur. Yani Kur’an-ı Kerim’in yerini NUTUK, camilerin yerini ise HALKEVLERİ alacaktır.

Aşık Veysel’in torunu Halil Süzer bir anısında şunları anlatır: “Dedem köylü kıyafeti giyiyordu. Elbisesi de yamalıydı. Ayakkabı olarak çarık giyiyormuş. Hatta çarığı bile yamalıymış. O dönemin fakirliğinin getirdiği durum bu. Zabıta polisleri onu Ulus’tan atmışlar” derken onun Atatürk’ü ziyaret etmek istediğinden falan söz etmez. Bu kılıkla sokakta görünmesine izin verilmeyen insanın köşke alınamamasında şaşılacak bir şey yok. O yılların Ankara’sında yaşayan herkesin maruz kaldığı bir muameledir bu. Başkent Ankara’nın en merkezi bölgesi olan Ulus Meydanı’na çarıkla, şalvarla ve merkeple girilemeyeceğinin belediyece yönetmeliğe bağlandığı, çarşı pazarda tahta kaşık satılmasının ‘Ormanları koruyoruz’ denilerek yasaklandığı dönemdir o yıllar.

Ulus Meydanı denilen yer, Cumhuriyet elitlerinin Ankara’nın Beyoğlu semti olarak görmek istediği hepi topu çapı 300 metrelik bir alandır. Bu sınır; Meclis, Ankara Palas, Karpiç Lokanta/Gazinosu ve milletvekillerinin büyük kısmının kaldığı Taş Han’dan ibarettir. Biraz ilerde Hacıbayram Camii, onu geçince Tahtakale Hamamı ve nihayet Samanpazarı. İlk açılan genelev de Ulus’tan Dışkapı’ya giden bu yol üzerindedir. Yani çemberi biraz geniş tutsanız Ankara denilen yer 500-600 metrelik daire içerisindedir. Türkiye’ye gelip Ankara’nın siyaseti konusunda fikir sahibi olmak isteyen yabancı gazeteci ve diplomatlar için çok cazip bir yer değildir. Ancak pek çok elçi, Ankara’yı içine sindiremediği için uzunca süre vagondan çıkıp bir binaya yerleşmeye yanaşmamıştı.

Modern Türkiye’nin kurucuları Ankara’yı cazip hale getirmek ve çağdaş bir görünüm kazandırmak için ilk iş olarak başkente bir genelev açmışlardı. Camiler kapatılıyor hatta bazıları genelev bile yapılıyordu. 1927-1972 yılları arasında 2 bin 815 tane cami, camilikten çıkarılmıştı. Peki bunlara ne oldu? Rum ve Yahudi tüccarlar ihalelere girerek bunları aldılar ve neredeyse tamamını yıktılar. Devlet tarafından el konulanlar, ahır yapılanlar hatta içkili gazino yapılan camiler bile oldu. Şehir Kulübü adı altında kumarhane yapılan, umumi tuvalet yapılan ve hapishaneye çevrilenler de oldu. Çanakkale’de bir cami genelev yapıldı. Yani aklınıza gelebilecek ne kadar toplumsal pislik varsa, CHP yönetimince birer birer sergilendi.

Divriği’deki bir cami cezaevine dönüştürüldü. Bu cezaevinde tuvalet olarak basit bir petrol varili kullanıldı ve sanki başka koyacak yer yokmuş gibi özellikle caminin mihrabına yerleştirildi. Muş’ta Murat Paşa Cami, sağlam, taştan bir Osmanlı eseridir. 1930’lu yıllarda dinamitle hava uçurulur. CHP yönetimi, ateşlenmeden önce dinamitin infilak sesinden hamile kadınlar korkup çocuklarını düşürmesinler diye tellal dolaştırır. Muşlular ağlayarak emniyet şeridinin arkasından bu olayı seyrederler. Camiden çıkan taşlar, Kültür Mahallesi isminde yeni inşa edilen memur evlerinin kanalizasyon inşaatında kullanılır. Caminin taşları memur evlerinin değil de memur evlerinin kanalizasyon sisteminin yapımında kullanılmış. Böyle bir din düşmanlığı hayal bile edilemez.

Sadece İstanbul’da kapatılan cami sayısı 90, mescit sayısı ise 113’tür. Bu camilerden bir tanesi CHP’nin ilçe başkanlığı yapılır. Afyon’da Paşa Cami yıkılır, onun yerine Zafer Anıtı denilerek cinsel organları gözüken çıplak bir adam heykeli yapılır. Konya’da kapatılan cami ve mescit sayısı ise 120’dir.

Ankara’da Yenimahalle inşa edildiğinde bu yeni kent CHP’lilerce; “Dünyanın ilk mabetsiz şehrini yaptık.” şeklinde lanse edilir. Rahmetli Menderes iktidar olduğunda buna cevap teşkil etsin diye oraya hemen bir cami yaptırır.

CHP tam 18 yıl boyunca bu memleketin minarelerinde ‘Allah’ kelimesini yasaklar. 1942 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı bir bildiri yayınlar. Hasta ve yaşlı insanlara moral bozukluğu getiriyor diye ölülere selâ okunması tamamen yasaklanır. 1939’da Türkiye’nin nüfusu 18 milyondur. Ama CHP iktidarındaki Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan kendisine resmi Kur’an-ı Kerim hocalığı belgesi verilen kişi sayısı sadece 9’dur. 2 milyon insana bir tane resmi hoca düşmektedir.

1935 yılından 1950’ye kadar bir tane bile Kur’an-ı Kerim baskısı yapılmamıştır. 1933 yılından itibaren hiçbir okulda, hiçbir düzeyde din bilgisi eğitimi verilmez. 1926-40 yılları arasında Kur’an kurslarından diploma alan kişi sayısı 287’dir. İstanbul’da Osman Bey Matbaası’nda bulunan Kur’an sayfaları bir Yahudi tüccara satılır. Bu sayfalar kese kağıdı haline getirilerek kullanılır. Bu durumu tespit eden Müslümanlar şikâyet eder. Savcılığın kararı ise; “Hadise ceza mevzuatımıza göre ceza tehdidi altında değildir. Kanunun cezalandırılmadığı bir fiil hakkında takibat yapılmasına gerek görülmemiştir.” şeklindedir.

Mehmet Akif’in oğlu Emin 1930’lu yıllarda askerde tefsir dersi yaptığı için, askeri mahkemede yargılanır, hüküm giyer ve cezaevinde yatar. 1930’lu yıllarda, Fransa’da devlet bursu ile master yapan Türk öğrencilerden bir tanesi kaza sonucu ölür. Cenazenin nakli zor olacağından orada gömülmesine karar verilir. Cenazenin nasıl defnedileceği ve nasıl yıkanacağını oradaki Türk öğrenciler bilemeyince, daha önceden Osmanlı vatandaşı olan bir Ermeni papazdan yardım alınır. Ermeni papaz tarif eder ve cenaze öylelikle gömülür. 1949 yılında CHP’li Başbakan Şemsettin Günaltay, Ankara İlahiyat Fakültesi’nin açılışını yapar. Yaptığı konuşmayı Falih Rıfkı Atay şu şekilde nakleder; “Fakülteye fıkıh dersi koydurmadım. Çünkü fıkıh Kur’an’ın dünyevi ilişkilerini düzenleyen ayetleri üzerine kurulmuştur. Bu ayetlerin hepsi artık geçersizdir.”

7 Haziran seçimleri Türkiye’yi özünden koparma ve Büyük Türkiye hedeflerinden uzaklaştırmaya yönelik çok ciddi bir operasyonun varlığını gözler önüne sermiştir. Merkez ve Paralel Medya ile onların dış destekçileri varlarını yoklarını ortaya koyarak terörist bir örgütü “Türkiye Partisi”ne dönüştürme gayreti içerisine girmiştir. Bu hedeflerinde de kısmen başarılı olmuşlardır. Bu seçim, Eski Türkiye özlemini kuran “elitler” grubu ile Yeni Türkiye sevdalısı “inançlı” Müslümanların mücadelesine sahne olmuştur.

Sonucu ne olursa olsun AK Parti bu seçimde %41 oy oranı ile en fazla oyu ve en fazla milletvekilini çıkartan partidir. Ölüm kalım mücadelesi veren Fethullah Gülen yapılanmasının maddi-manevi tüm desteğini arkasına alan 16 partiye karşı AK Parti büyük bir zafer kazanmıştır.

Koalisyon hükümeti kurulur veya kurulmaz. Bu çok önemli değildir. Bundan sonrasında her şey %50 ihtimali içerisinde gerçekleşecektir. Koalisyon kurulma ihtimali de %50’dir, erken seçime gitme ihtimali de.

Son bir haftadan beri Merkez ve Paralel Medya mensuplarının dillerine pelesenk ettikleri bir diğer mesele ise eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül önderliğinde yeni bir parti kurulacağı ve Üç Dönemlikler olarak isimlendirilen küskün milletvekillerinin bu parti içerisinde yer alacağı konusudur. Bu iddianın doğru olma ihtimalini zayıf görmekle birlikte “insanoğlu çiğ süt emmiş” demekten de kendimi alamıyorum. Bir an için bu iddianın gerçek olduğunu ve Abdullah Gül’ün AK Parti içerisinden yeni bir parti çıkarmaya çalıştığını düşünelim. Ben o partinin alacağı oyu size peşinen söyleyeyim; en iyi ihtimalle %1 veya bilemediniz %2. Abdullah Gül çok iyi bir siyasetçi ve devlet adamı olabilir ancak asla bir LİDER değildir. Recep Tayyip Erdoğan’a rağmen yeni bir siyasi oluşum içerisine giren Abdullah Gül’ün sonu eski maliye bakanı Abdullatif Şener’den hiç de farklı olmayacaktır.

Bu parti; Abdullah Gül’ü Dışişleri Bakanı ve Başbakan yaptığı gibi son olarak bu yüce devletin Cumhurbaşkanlığı makamına da oturtmuştur. Abdullah Gül, maalesef kendisine sunulan bu nimetlerin farkında olmadığı gibi, kendisini gizliden veya açıktan destekleyen yerli ve yabancı medya kuruluşlarının, şahısların, sivil toplum örgütlerinin davetkâr açıklamalarına karşı da sessiz kalmaktadır. Sayın Gül’ün şu anki tutumu “istemiyorum yan cebime koy” mealindedir. Abdullah Gül gibi deneyimli bir devlet adamının kendi üzerinde oynanan oyunu fark etmeyip, bu konu hakkında soru soran gazetecilere “sempatik” ve “kinayeli gülücükler” atması çok anlaşılır bir tutum değildir. Merkez ve Paralel medyanın sahip ve kalemşörleri başta olmak üzere tüm Türkiye düşmanları için Abdullah Gül sadece ve sadece AK Parti’yi parçalamaya yönelik bir Truva Atı’dır. Onlar için Gül’ün başkaca hiçbir karşılığı ve değeri bulunmamaktadır. Amiyane tabirle Türkiye düşmanları açısından Abdullah Gül sadece “kullan-at” kağıt mendilden başka bir şey değildir. AK Partili seçmen kitlesi açısından ise Abdullah Gül, değerini günden güne kaybeden eski bir “partili” konumuna gelmiştir. Tıpkı onun etrafında çöreklenmeye çalışan Ali Babacan, Bülent Arınç ve diğer bazı AK Partililer gibi. Uyanın beyler! Tek başınıza koca bir “hiç” ediyorsunuz.

Hiç kimse kendini kandırmasın. AK Partinin son seçimde aldığı %41’lik oyun tamamı Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsına verilmiştir. Elde edilen sonuçta hiçbir partilinin katkısı, desteği ve yardımı da bulunmamaktadır. Teşkilatlar çalışmamıştır. Seçimi almak için kıllarını dahi kıpırdatmamışlardır. Erdoğan, bu durumu görüp hissettiğinden bir konuşmasında “heyecan görmüyorum” dememiş miydi? Neyse olan oldu, gelen geçti. Bundan sonra geleceğe bakacağız.

Son bir haftadır başta Hürriyet ve Sözcü olmak üzere Paralel ve Merkez medyanın yeni “tefrika” konusunu ise Saray’ın masa ve sandalyeleri oluşturuyor. Mimarlar Odası gibi ne iş yaptığı belli olmayan bir “sol” yapılanmanın mensupları işi gücü bırakıp masa, sandalye fiyatı araştırmışlar. Hatta fotoğraflara bakarak iftar masasının üzerindeki beyaz güllerin Hollanda’dan ithal edildiğini bile fark etmişler. 245 bin lira dedikleri masanın 4600 TL, 465 bin lira dedikleri sandalyelerin 2500 TL, yemek maliyenin ise 250 bin lira değil de 3390 TL olduğu bizzat Cumhurbaşkanı tarafından açıklandı. Bu yalan ve iftiraların tek bir amacı vardır ki o da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı itibarsızlaştırmaktır. Ancak nafile. Türkiye bundan sonra bu türden ŞEREFSİZLERE,

AHLAKSIZLARA, KANI BOZUK HAİN VE KÖPEKLERE FIRSAT VERMEYECEKTİR.

DR.Mehmet Hakan Sağlam

Bunada Bakın

SİZLER; MUSTAFA KEMAL’İN DEĞİL ASKERLERİ, İTİNİN PİSLİĞİ BİLE OLAMAZSINIZ…

(Article 258 – 05.09.2019) Son dönemde Türkiye’de yaşanan bazı olaylar toplumun giderek kutuplaştığını ve bu …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Hacker Blog Hack Haber