Anasayfa / Makaleler / BUNLARDAN OLSA OLSA ANCAK MÜSTEMLEKE DEVLETİ BANKASI OLUR…

BUNLARDAN OLSA OLSA ANCAK MÜSTEMLEKE DEVLETİ BANKASI OLUR…

(Article 170-31.05.2017)

Türkiye’de Eylül 2016 itibariyle 32 adet mevduat, 18 adet kalkınma ve yatırım bankası olmak üzere toplam 50 banka bulunuyor.

Türk bankacılık sektörünün toplam net kârı, yılın ilk çeyreğinde, geçen yılın aynı dönemine göre % 65 oranında artarak 13.5 milyar liraya tırmandı. Böyle bir kârlılık rakamının dünya yüzeyinde bir başka örneği yoktur. Bugün tüm dünyada banka kârını bir önceki yıla göre %3-5 oranında arttıran yöneticiye, ilave başarı primleri verilir.

Türkiye’deki bankaların geleceğe yönelik hedef ve beklentilerine ilişkin olarak çok sayıda dokümanı gözden geçirdim. Hepsinde iki tane ortak amaç var; riski azaltmak, kârlılığı artırmak. Ticari bir bakış açısıyla değerlendirdiğimizde bundan daha doğal bir şey olamaz. Bankaların bu amacı zaten diğer pek çok şirketinde ortak arzusu değil midir?

İki yıl önce İspanya’ya gittiğimde pek çok caddede yan yana dizilmiş onlarca banka şubesinin varlığı dikkatimi çekti. Aynı durumu Londra, New York ve Paris’te de görürsünüzz. Cadde ve sokaklarda büfe, kafeterya, restoran, market, ayakkabıcı, konfeksiyon mağazası ve pek çok ticari işletmeden daha fazla sayıda banka şubesiyle karşılaşırsınız. Hatta bazen şu soruyu kendinize sormadan edemezsiniz: “Cadde ve sokaklarda bir tek ticari işletme yok, peki bu bankalar kime hizmet veriyor?

Buna benzer bir değişimi Türkiye’de de yaşamaya başladık. Kapalıçarşı’yı gözünüzün önüne getirin. Kuyumcusundan sarrafına, gümüşçüsünden ayakkabıcısına, halıcısından aktarına, atölyecisinden imalatçısına kadar binlerce işyeri, Kapalıçarşı’ya müthiş bir zenginlik ve mistik bir hava verir. O işyerlerinin her birinde üçer beşer kişi çalışır, evine ekmek götürür. Çarşı, koca çarkları olan devasa bir makine gibi çalışır, üretir, kazandırır.

Avrupa’da hangi ülkeyi dolaşırsanız dolaşın, Türkiye’nin herhangi bir şehrinin sokak ve caddelerinde gördüğünüz ticari canlılığın zerresini dahi göremezsiniz. Plaza ve gökdelenlere kapanan ve doğal gün ışığı görmeksizin saatler boyu çalışan insanların, bitkin ve bitmiş bir vaziyette saat 17’de binayı terk ettiğini görürsünüz. Sabah saat 08.30’da işinin başında olan bir Avrupalı, tamamen izole bir ortamda, yemek molası hariç işten kafasını kaldıramaz.

Avrupalı bir ebeveynin çocukları ile ilgili tek bir hedefi vardır: çocuğu liseden sonra okumayacaksa 17-18 yaşına geldiğinde bir iş edinmesi, eğer üniversiteye gidecekse mezuniyetten sonra “iyi” pozisyonda düzenli bir işe ve gelire sahip olması. Bugüne kadar; “çocuğum büyüsünde, kendi işinin patronu olsun” diyen tek bir Batılıya rastlamadığımı da özellikle belirtmek isterim.

Peki bir Batılı nasıl yaşar hiç düşündünüz mü? Size şu şekilde anlatayım. Düzenli bir iş ve gelire sahip olan gencin önüne, bankada hesap açtırdığının daha ilk günü hemen bir portföy sunulur. Çünkü düzenli geliri sahip her birey, bankalar açısından “bedava” sağmal birer inektir. “İnek” kelimesi biraz ağır kaçtı diyebilirsiniz ancak ben en incitmeyecek şekilde tanımlama yoluna gittim. Aslında “bedava eşek” kelimesi daha uygun olabilirdi.

Bankalar, çiçeği burnunda gence peş peşe soru sormaya başlar: “Eviniz veya arabanız var mı?

Çocuk cevap verir; “Nerde ben de o para, nasıl alabilirim ki?

Banka cevap verir; “Olur mu öyle şey. Sizin muhteşem bir işiniz ve düzenli bir geliriniz var. Hemen bir tane ev alın biz de size uzun vadeli konut kredisi (morgage) verelim. Kira öder gibi bize olan borcunuzu zaman içerisinde rahat rahat ödersiniz. Böylelikle hem kira ödemekten kurtulup kendi evinizin sahibi olursunuz, hem de tasarruf etmiş olursunuz.”

Teklif cazip gelir, çocuk hemen bir ev bulur ve bankadan 30 yıl vadeli morgage kredisini çekip evine yerleşir. İşte o andan itibaren çocuğun ipleri artık bankanın eline geçmiştir. Maaşınız o andan itibaren size morgage veren bankaya yatmaya başlar ve kredi taksitleriniz otomatik ödeme talimatıyla 30 yıl boyunca tıkır tıkır hesabınızdan kesilir. Kredi sözleşmesi imzalanırken; ileride sağlık sorunları yaşanabileceği ve maazallah çalışamama riskiyle karşı karşı kalıp bankaya olan kredi taksitini ödeyemez endişesiyle çocuğa bir de “sağlık sigortası” satılır. Bu da yetmezmiş gibi çiçeği burnunda gencin ölebileceği hesap edilerek “hayat sigortası”, başına her türlü kaza bela geleceği düşüncesiyle “kaza sigortası” da yaptırılır.

Tabi tüm bu sigorta işlemlerinin, bankanın kendi sigorta şirketi üzerinden yapılması gerektiğini herhalde söylememe gerek bile yoktur. Alınan evin; yangın, deprem ve doğal afet sigorta poliçelerini de lütfen unutmayalım.

Son borç taksiti ödeninceye kadar o evin gerçek sahibi banka olduğundan, belediyeye ödenecek emlak ve çöp vergileri ile su, doğalgaz ve elektrik faturalarının takibini sizden daha iyi yapacaklarından emin olabilirsiniz.

20-30 yaşındaki bir genç, nasıl bir belaya bulaştığını anladığında yaşı zaten 60’lara dayanmış olacaktır. Aslında 30 yıl boyunca kendiniz için değil, banka için çalışmışsınızdır. Banka kredilerini aksatmamak için tatile bile gitmemiş, vasat bir gelir düzeyiniz varsa asla araba satın almamış, evinizdeki beyaz eşyaları son raddesine kadar kullanmış, giyim kuşamınızdan bile feragat etmiş olarak emekli olduğunuzda elinizde sadece bir “ev” vardır. Eğer 30 yıl içerisinde ülkede, herhangi bir ekonomik kriz yaşanır ve buna dayalı iflas ve işten çıkarmalar furyası yaşanırsa vay halinize. Emekliliğinize az bir süre kala işsiz kalıp üç defa üst üste kredi taksitinizi ödemediğinizde, yılların birikimi olan o evin icra dairesinde üç kuruş beş paraya satıldığını görmek ihtimal dışı bile değildir.

Maaş geliri olan her birey işte bu yöntemle bankalarca avlanır ve kendilerine para kazandıracak banka harici birer “bedava personele” dönüştürülür.

Anlayacağız hemen her ülkede milyonlarca insan, kendi ayakları üzerinde duran ekonomik bir birey durumuna geldiği andan itibaren bankalara çalışmaya başlar.

İşte bugün Türkiye’de yaşanan dönüşüm aslında bu. Şehirlerin en güzel ve en canlı ticaret mekânlarında yer alan birçok işyeri birer birer kapanıp, yerlerini banka şubelerine bırakıyor. Avrupa’daki kadar uzun vadeli olmasa da banka kredisiyle ev alan her birey, 10 yıl boyunca bankaya çalışıyor. Ancak tek farkla: bizdekiler oldukça acımasız.

Türk finans sektörü maalesef “bankacılıktan” çok “tefecilik” odaklı faaliyet gösteriyor. İnanılmaz teminat oranları, yüksek faizler, kefiller, ne zaman ve ne şekilde çıkacağı öngörülemeyen masraf kalemleri insanları bunaltmış durumda.

Türkiye’deki bankaların insanlara reva gördüğü kredi türleri ise; konut kredileri, tüketici kredileri ve kredi kartları ile sınırlı. Proje finansmanı nerede derseniz, öyle bir şeyi zaten bilmiyorlar.

Teknoloji ve sanayiye dayalı bir bankacılık yerine birey odaklı bankacılık faaliyetleri, banka kârlarının işte bu kadar şişkin çıkmasının esas nedeni.

Türkiye’de sadece 1994 – 2002 yılları arasında 206 Milyar dolar para iç borç faiz ödemelerine gitti. Maalesef bu paranın %95’lik kısmı, Türkiye’de banka sahibi olan 300 aile ve grubun cebine aktı.

Türk bankacılık sistemini bir yabancı tarif etmeye kalksa herhalde en basit şekilde şöyle bir analizde bulunur; “kredi kartı, sigorta poliçesi, fatura tahsilatı, hazine bonosu gelirlerine dayalı bir bankacılık sistemi”.

Peki bu ülkede istihdam yaratacak, teknoloji yoğun inovatif projelere kim destek verecek? Ya da proje finansmanına dayalı kredi uygulamaları nerede? Maalesef bunların hiçbiri yok. İşte hiçbiri olmadığı için bugün teknoloji ihracı değil, ithaliyle uğraşıyoruz.

Tekstil ve inşaat sektörleri istihdam yaratma açısından son derece önemli. Ancak özellikle inşaat sektöründe beton ve demire yatırılan paralar, bundan yaklaşık 130 yıl önce yaşamış bir Osmanlı iktisatçısı olan Mehmet Kenan’ın deyimiyle “gayya” kuyusuna atılan paralar gibidir. Gayya, “dipsiz” anlamına gelir. At parayı gitsin, sonrasında ülkeye ne faydası var? Kocaman bir hiç.

Halbuki bizim yüksek teknolojiye dayalı ürün ve hizmet satışı konusunda hatırı sayılır bir oyuncu olmamız gerekiyor. Ucu bucağı yazılıma dayanmayan tek bir ürün biliyor musunuz?

Adam Smith’in “Milletlerin Serveti” isimli kitabında örnek verdiği toplu iğne imalatı bile artık tamamen dijital makinelerde yapılıyor. Bilgisayar ve elektronik endüstrisindeki gelişmeler ve dünyada insan sayısından daha fazla miktarda cep telefonu üretildiği gerçeği ortada iken, Türk bankacılık sisteminin geçen yıla göre kârlılığını %65 oranında artırması ve bu gelirlerinin neredeyse tamamını “hazine bonosu” gelirleri gibi faaliyet dışı gelirlerden elde etmesi ne kadar komik değil mi?

Türkiye’deki girişimci ve müteşebbis kitlesi Amerika, İngiltere ve Almanya gibi bir ülkenin elinde olmuş olsaydı, zaten gelişmiş olan bu ülkeler, şimdi bulundukları noktanın milyon defa daha ilerisinde olurdu. Adamlarda para var girişimci yok, biz de girişimci çok para veren yok.

Türkiye gariplikler ülkesi.

Görünmez bir el, zaten kıt olan kaynakları israf etme hususunda olabildiğince gayret içerisinde. Türkiye’nin herhangi bir ilinin, herhangi bir ilçesinin, herhangi bir mahallesinin, herhangi bir semtinde inşa edilen konut projesi için yüz milyonlarca dolar para akıtan mantık, iki üç tane çocuğun 5 kilometre yükseklikten bomba algılayan projesine tek kuruş kredi vermediği gibi ezikledikçe ezikliyor.

Bunlar bizim bankamız olamaz.

Bunlar; olsa olsa bir müstemleke ülkesinde faaliyet gösteren onun bunun bankası olabilir.

 

Dr. Mehmet Hakan SAĞLAM

Bunada Bakın

SİZLER; MUSTAFA KEMAL’İN DEĞİL ASKERLERİ, İTİNİN PİSLİĞİ BİLE OLAMAZSINIZ…

(Article 258 – 05.09.2019) Son dönemde Türkiye’de yaşanan bazı olaylar toplumun giderek kutuplaştığını ve bu …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Hacker Blog Hack Haber