Anasayfa / Makaleler / PETROL BİTTİĞİNDE…

PETROL BİTTİĞİNDE…

(19/10/2014-Tarafsız Haber)

İkinci Dünya Savaşı’na ait neredeyse her filmi seyrettim ancak bunlardan sadece bazıları beni etkiledi.

Beğenerek izlediğim bu filmlerden bir tanesi 1993 Alman yapımı Stalingrad filmi idi. Filmi seyrederken sadece altı ay içerisinde iki milyondan fazla insanın nasıl ve ne şartlar altında öldüğünü, daha doğrusu bile bile ölüme nasıl sürüldüğünü, Rusya steplerinin soğukluğunu, insanların ülkelerini koruma azmini, halkın çaresizliğini, açlığın insanlara neler yaptırabileceğini iliklerinize kadar hissediyorsunuz.

Stalingrad Savaşı 23 Ağustos 1942’de başlamış ve çok değil sadece altı ay sonra 2 Şubat 1943’de sona ermişti. Bu kadar az zaman süresi içerisinde Almanlar; 850 bin ölü, 107 bin esir (ki bu esirlerden sadece 6 bini hayatta kalabilmiş ve ancak 1955 yılında evlerine dönebilmişti), 900 uçak, 1.500 tank ve 6000 top kaybetti. Rusların kaybı ise inanılmazdı; 1.150.000 ölü, 2.769 savaş uçağı, 4.341 tank, 15.728 top.

1942-1943 yıllarında meydana gelen Stalingrad Savaşı, İkinci Dünya Savaşı’nın kaderini belirleyen çarpışmalar olmakla kalmadı, aynı zamanda 20. yüzyılın geri kalan kısmının politik ortamının belirlenmesinde de önemli rol oynadı. 1942 yazında Alman orduları, savaşta Amerika’nın müttefiki olan Sovyetler Birliği’ne karşı yoğun bir işgal hareketine başladı. Ancak olağanüstü lojistik desteğe sahip Alman orduları, Volga Irmağı kıyısındaki endüstri merkezi Stalingrad’a ulaşabilmek için 1600 kilometrelik bir yolu kat etmek zorunda kalırken, beklenmedik bir şey oldu ve tüm Rus ulusunun direnişiyle karşılaştı. Bu direnişe Rusya’nın dayanılmaz soğuğu da eklenince savaşın seyri değişti. Stalingrad’ı savunan Ruslar birkaç düşmanla birden savaşıyordu: Almanlar, soğuk hava ve Almanların yanında yer alan anti-komünistler.

Almanlar bu kenti ele geçireceklerinden oldukça emindi. Asıl hedefleri Kafkaslardaki petrol yataklarına açılan çok önemli bir noktayı ele geçirmekti. Ayrıca Stalin’in ismini taşıyan bu kenti ele geçirmek, Hitler için çok önemli bir propaganda malzemesi olacaktı. Almanların bu hedefini iyi analiz eden Stalin, her ne pahasına olursa olsun kentin düşmemesini istedi ve çoğu silahsız zayıf eğitimli Sovyet askerlerini savaş alanına sürdü. Rus gizli güçlerine, savaş alanından kaçmaya ya da geri çekilmeye niyetlenen askerleri öldürme yetkisi verildi. Bu arada Sovyet yetkilileri, kentte kalma ve askerlere sonuna kadar destek verme hususunda sivil halkı iknâ etti. Kenti savunmak için kalanlardan biri de ünlü keskin nişancı Vassili Zaitsev idi. Zaitsev, Stalingrad savaşı esnasında 11’i Alman keskin nişancısı olmak üzere 225 asker öldürmüştü.

Stalingrad çarpışmalarındaki ölü sayısı çok korkunç boyutlara ulaştı. Hem Hitler hem de Stalin, en son asker kalıncaya kadar savaşın sürmesini istiyordu. Almanya, Romanya, İtalya ve Macaristan’dan toplanan 850.000 asker Alman ordusu saflarında çarpışırken hayatını kaybetti. Bunlara Sovyetler Birliği’ndeki komünist rejimi devirmek isteyen ve bu nedenle Almanların safında yer tutan sayısız anti-komünist Rus Birliğini de eklemek gerek.

Sovyetler Birliği’nin kaybı ise daha büyük boyutlardaydı. Yaklaşık 1.150.000 Sovyet askeri çarpışmalarda hayatını kaybetti. Ölen sivil halk sayısı da inanılmaz boyuttaydı. Kuşatmadan önce 500 bin olan Stalingrad nüfusu, savaş bitiğinde bin kişiye inmişti. Sovyetlerin sergilediği olağanüstü direniş, Hitler’in hesaplarını alt üst etti. Stalingrad kenti, Alman ordularının İkinci Dünya Savaşı’nda Doğu cephesinde ulaşabildiği en son nokta oldu. Bu yenilgi Alman tarihinin en büyük askeri felaketi olarak tarihe geçti. Sovyet halkının Almanları yenmesi, savaşta da büyük bir dönüm noktası oldu. Alman yayılmacılığı bu tarihten sonra durdurulurken, Sovyetler Birliği ve diğer müttefik halklar, Almanların yenilebileceğini görüp, büyük bir moral kazandılar.

Beğendiğim ve zevkle izlediğim bir diğer film ise birçok kişinin izlemiş olduğunu tahmin ettiğim Fransız, Alman ve Polonya ortak yapımı olan ve 2002 yılında çekilen Piyanist isimli filmdir. Wladyslaw Szpilman’ın hayatını anlatan bu film yine İkinci Dünya Savaşı’nı ele alır ve başarılı bir piyanist olan Polonyalı bir adamın, ülkesinin Alman işgali sırasında yaşadığı olayları anlatır. Szpilman Yahudi olduğu halde tesadüfen toplama kamplarına gitmekten kurtulur ve gizliden gizliye Varşova’nın varoşlarında yaşamaya başlar. Açlık ve hastalıkla mücadele eder. Ne bulursa yer. Daha sonra Wilm Hosenfeld isimli bir Alman subayının yardımıyla hayatta kalmayı başarır ve 1945’te Rus birlikleri Polonya’ya girdiğinde kurtulur.

Bence her iki film de izlenmeye değer güzellikte. Daha önce seyretmeyenlere şiddetle tavsiye ederim. Bu filmlerin her ikisinde de ortak bazı öğeler var; ölüm, kan, gözyaşı, açlık, sefalet ve yerle yeksan olan şehirler ve hayatlar. 1945 yılında İkinci Dünya Savaşı sona erdiğinde Varşova, Stalingrad, Berlin gibi şehirler başta olmak üzere yüzlerce Avrupa şehrinde ayakta bina kalmamıştı. Tiyatrolar, belediye binaları, resmi binaların tamamı, evler, çarşılar, müzeler ve daha niceleri bombalanmış, yakılıp yıkılmış ve tarumar edilmişti. Avrupa bu savaşın etkilerini uzunca süre üzerinden atamadı. Almanya, Japonya, İtalya, Macaristan, Romanya ve Bulgaristan’ın oluşturduğu mihver devletler 8 milyonu asker, 4 milyonu sivil olmak üzere 12 milyon kayıp verirken, SSCB, Fransa, İngiltere, ABD, Çin, Polonya, Yugoslavya, Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda, Yunanistan, Çekoslovakya, Güney Afrika, Norveç, Hollanda, Belçika ve Brezilya’nın oluşturduğu müttefik devletler ise 16 milyonu asker, 45 milyonu sivil olmak üzere 61 milyon kayıp verdi. Maddi kayıpları ise tespit etmek mümkün değil.

Şimdi gelelim günümüze ve etrafımıza şöyle bir göz atalım. Ortadoğu’da; Gazze ve Batı Şeria’nın, Halep, Hama, Humus, Rakka ve Şam’ın, Bağdat başta olmak üzere yüzlerce şehir ve kasabanın, Beyrut’un, Libya, Sudan ve diğer birçok ülkenin üç beş bin yıllık tarihi geçmişe sahip şehirlerinin şimdiki durumu da aynı değil mi? Harap şehirler, yıkılmış binalar, rastgele vurulmuş sivil yerleşim birimleri, enkaz altında kalan insanlar, en barbar toplumlarda bile görülmeyecek uygulamalar, bombalanan hastaneler, okullar, müzeler, camiler, türbeler.

Farkında mısınız? Bu türden görüntüleri artık hiç kanıksamıyoruz. Bundan 30 yıl önce Asya, Avrupa ve Uzakdoğu’nun herhangi bir ülkesindeki küçücük bir olay dahi medya da kendine günlerce yer bulur, insanlar haber alabilmek için birbiriyle yarışırdı. Halbuki şimdi öyle mi? İnternet ve diğer iletişim araçlarının yaygınlaşmasına bağlı olarak, yoğun bir haber bombardımanına maruz kalıyoruz. Üç dakika önce yetmiş seksen insanın ölümüne neden olan bir bombalama eylemi, üç dakika sonra gelen yeni bir haberle anınla bayatlamakta ve dünya kamuoyunun ilgisini kaybetmektedir. Gazze’de İsrail füzeleriyle veya Halep’te Esed rejiminin varil bombalarıyla yerle bir edilen bir okul veya hastanenin yıkıntıları altından çıkartılan yüzlerce çocuk cesedi, haber değeri olarak Lady Gaga’nın bonfileden yapılmış elbisesinin oldukça gerisinde kalabilmektedir.

Bundan 10 yıl önce ekonomi bilimi içerisinde “tüketim toplumu” denilen kavram çok sık kullanılırdı. Bugünlerde ise bu terim daha çok iletişim biliminde “haber tüketimi” için kullanılıyor. Olaylar o kadar hızlı ve o kadar sıkça yaşanıyor ki, hiç kimse peş peşe gelen haberlerin hızına yetişemiyor. Haber akışı hızlandığında ise herhangi bir ülkede yaşanan bombalı saldırı, intihar eylemi veya vahşet haberi, bizlere sanki olağan bir habermiş gibi geliyor.

Bugün Ortadoğu’da zaman sanki geriye akıyor. Bazı şehirlerin şu anki görünümleri, asırlar öncesinden günümüze ulaşan Ninova, Babil, Uruk veya Sippar şehirlerinin günümüz harabelerinden hiç de farklı değil. 8. yüzyılda yaşayan Abbasi Halifesi Harun Reşit’in 1001 Gece Masalları’na konu olan Bağdat’ı ile günümüz Bağdat’ının neyini karşılaştırabiliriz ki? O yıllarda Bağdat ticaretin kalbi durumunda. Bugünkü Londra, Amsterdam, New York ve İstanbul neyse Bağdat’ta o durumda. Bağdat şehri İranlı, Çinli, Hindistanlı, Afrikalı ve Avrupalı tüccarların Mezopotamya’daki ortak buluşma noktasıydı. O zamanki eski dünyanın tüm malları Bağdat’a getirilir, buradan dünyanın geri kalan kısmına dağılırdı. Bağdat, Arap kültürünün diğer Doğu kültürleriyle harmanlandığı noktaydı. Şehrazat, sevdiği hükümdarına 1001 gece masallarını işte bu muhteşem güzellikteki şehirde anlatmıştı. Babil’in Asma Bahçeleri’de Irak’ta idi. Aksi durumda Bağdat iki damlı bir köy olsaydı Şehrazat hükümdar kocasına 1001 gece boyunca anlatacak ne bulabilirdi ki?

Bu coğrafya bugün dünyanın en geri kalmış bölgeleri arasında sayılıyor. Halbuki Mezopotamya var oluşun kaynağıdır. Milattan önceki dönemlerde bu coğrafyada neler yaşanmış kısaca bir göz atalım; Milattan 9000 yıl önce Mezopotamya’da tarım yapılmaya başlandı, koyun ve keçi evcilleştirildi. M.Ö. 8000’de Anadolu’da Sagalassos’ta ilk yerleşim birimleri kuruldu. M.Ö. 7000’de çömlekçilik gelişti ve sığır evcilleştirildi. M.Ö. 5400’de ilk sulama sistemleri kuruldu, pulluk ve tekerlek icat edildi. M.Ö. 5100’de ilk tapınaklar yapıldı. M.Ö. 4000’de Sümerler yazıyı kullanmaya başladı. M.Ö. 3500’de Nil’de gemi kullanımı başladı. M.Ö. 1200’de Musevilik bir din olarak ortaya çıktı. M.Ö. 1184’de Anadolu’da Truva düştü. Aynı yıllarda Anadolu ve Kafkasya’da demir eritilerek işlenmeye başlandı. M.Ö. 1000’li yıllarda Firavunlar döneminde Mısır dünyanın en büyük gücü olarak ortaya çıktı. M.Ö. 600’de Büyük Sirus (Cyrus) Babil’i feth etti ve Pers İmparatorluğu’nu kurdu. M.Ö. 333’de Büyük İskender Pers ülkesini feth etti.

Milattan sonrasında da Mezopotamya’daki gelişmeler devam etti; 1. yüzyılda bu defa Hıristiyanlık bir din olarak ortaya çıktı. İskenderiye kütüphanesi Hıristiyanlar tarafından 391’de yakılarak imha edildi. 395’de Roma İmparatorluğu Batı Roma İmparatorluğu ve Doğu Roma İmparatorluğu ismiyle ikiye ayrıldı. 610’da Hz. Muhammed son din olan İslâmiyeti yaymaya başladı. 756’da Araplar İspanya’ya ayak bastı ve Endülüs Arap Devleti kuruldu. 780’de Harezm’in Hive şehrinde doğup 850 yılında Bağdat’ta vefat eden Ebu Cafer Muhammed bin Musa el Hârizmi bugünkü matematik ilminin mucidi olarak ortaya çıktı ‘sıfır’ rakamını ve ‘x’ bilinmeyenini buldu. Sinüs ve kosinüs tanımları ilk defa El-Battani (858-929), tanjant ve kotanjant ile ilgili ilk temel bilgiler ise Ebul Vefa (940-998) tarafından bulundu. Matematiğe ait temel bilgilerin ekserisi İslâm bilginleri tarafından bulunduktan ve belli bir noktaya getirildikten sonra, bu bilgilerden esinlenen Johann Müller (1436-1476), Cardano (1501-1596), Descartes (1596-1650), Newton (1642-1727), Leibniz (1646-1716), Maclauren (1698-1748), J. Bernoulli (1654-1705), Boole (1815-1864), Poincare (1854-1912) ve Cantor (1845-1918) gibi Batılı bilginlerin çalışmaları sayesinde matematik bilimi günümüzdeki seviyesine ulaştı. 1071’de Selçuklu Türkleri Anadolu’ya ilk defa ayak bastı. 1299’da Osmanlı Devleti kuruldu. 1347’de Kırım’dan kalkıp İtalya’nın Messina Limanı’na ulaşan bir Ceneviz gemisi Avrupa kıtasına vebayı taşıdı. Avrupa nüfusunun üçte biri veba hastalığından yok olurken, sadece üç yıl içinde tüm dünya nüfusu 450 milyondan 350 milyona geriledi. 1453’de Osmanlı hükümdarı Fatih Sultan Mehmet Kostantiniyye’yi feth ederek Doğu Roma İmparatorluğu’nu tarih sahnesinden sildi. 1492’de İspanya’daki Arap hakimiyeti Katolik İspanyollarca sona erdirildi. İspanya’daki katliamdan kurtularak sürülme şansına nail olan Yahudi ve Müslümanlara sadece Osmanlı Devleti kucak açtı. Aynı yıl Kristof Kolomb Amerika’yı keşfetti. 1789’da Fransız İhtilali yaşandı. Sonrasında ise yenilikler ve buluşlar birbiri peşi sıra geldi.

Doğu dünyasının tamamında geçmişin o parlak günlerinden bugün eser yok. Ülkeler ve insanlar birbirine düşmüş durumda. Barış dini olarak lanse edilen İslâmiyet ise IŞİD gibi terörist örgütlerin vahşice katliam görüntülerinden dolayı dünya halkları nezdinde ciddi bir tahribatla karşı karşıya. Mısır’dan Libya’ya, Sudan’dan Yemen’e, Irak’tan Suriye’ye kadar tüm Ortadoğu ve Kuzey Afrika coğrafyası, geçmişi büyük bir özlemle arıyor. Bu kadar güçlü geçmişe sahip Arap medeniyetinin çaresizliği ve kendi içindeki kısır döngüsü ise son yüz yıldır had safhada. Afrikalılar veya Araplar söz konusu olduğunda aklınıza gelen ilk şey nedir diye sorulsa, herhalde birbiriyle çatışan toplumlar, savaş ve şiddet gelir. Arap dünyası bu makûs kaderini değiştirmek zorundadır. Petrol üzerine kurulu yalan bir zenginlik artık son günlerini yaşıyor. İnternette birazcık dolaşın ve aşırı servetten beyni uyuşup idrâk yetisini kaybetmiş Arap zenginlerinin hobilerini lütfen inceleyin. Son model arabalarında leopar, panter veya aslanları köpek niyetine dolaştıran, rengarenk araba koleksiyonu yapan, Allah’ın kendisine lütfettiği zenginliği dünya zevkleri için kullanmaktan bir an olsun imtina etmeyen görgüsüzler topluluğuyla karşılaşırsınız.

Şu an için İngiltere, ABD, Almanya ve Fransa gibi zengin ülkelerin ilgi odağı olan Ortadoğu coğrafyası, yakın gelecekte jeostratejik önemini kaybedecek gibi görünüyor. Enerjiye yoğun ihtiyaç duyan gelişmiş ülkelerin bu bölgeye önem vermelerinin temel nedeni, göreceli olarak daha ucuz olan düşük maliyetli ve kaliteli Ortadoğu petrolü. Artan üretim maliyetleri, azalan petrol rezervleri ve gittikçe çeşitlenen alternatif enerji kaynakları, küresel enerji piyasasında Ortadoğu’nun belirleyici rolünü oldukça zedeleyecek gibi görünüyor.

Ortadoğu’nun hali hazırdaki stratejik önemi ise, petrol üretiminde sahip olduğu kıyaslamalı üstünlüklerden kaynaklanıyor; İlk olarak, Ortadoğu petrolü, dünyanın en ucuza üretilen petrolü. Bu bölgede petrol dümdüz çöllerin altında duruyor, yani okyanus altından veya Amazon nehri gibi zor yataklardan çıkartılmıyor. 2008 yılında Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da bir varil petrolün üretimi 6 ilâ 28 dolar arasında değişirken, aynı dönemde dünyanın herhangi bir noktasında söz konusu maliyet rakamı 39 dolara denk geliyordu. İkinci olarak, Ortadoğu petrolü “hafif tatlı” olarak isimlendirilen ve örneğin Venezuela’nın “ağır” ham petrolüyle kıyaslandığında rafine edilmesi daha kolay bir ürün niteliğinde. Üçüncüsü; Ortadoğu’nun petrol üreticisi dev şirketleri ölçek ekonomilerinden yararlanıyorlar. Çünkü bugün bile dünyanın bilinen petrol rezervlerinin yarısından fazlası, dünya petrol üretiminin ise üçte biri Ortadoğu’da bulunuyor. Son avantaj ise, Ortadoğu’daki devletlerin çok hassas uluslar arası dengeler üzerine kurulmuş olması. Hem alıcılar hem de bölgedeki üretici ülkeler, petrol üretiminde ciddi bir aksaklığın baş göstermesi durumunda, gelişmiş ülkelerin böyle bir probleme asla izin vermeyeceğine peşinen inanıyor.

Petrole yönelik ilk endüstriyel talep, 1886 yılında Karl Benz’in rafine petrolle çalışan içten yanmalı motoru icat etmesiyle başladı. Kısa bir süre içerisinde, insan ve mal taşımacılığında buhar, kömür ve hayvan kullanımına bir anda son verilip, petrol ürünlerine geçiş yaşandı. Ortadoğu’nun enerji üretimindeki kıyaslamalı avantajı ve dünyanın petrol gereksinimi 1974’de zirveye ulaştı. Batı dünyası, 1974-79 yıllarındaki petrol ambargoları ve kesintilere tepki olarak enerji tasarrufunda başarılı bir çaba içerisine girdi. Artık enerji kaynaklarında ciddi bir çeşitlilik söz konusu. Bunlar arasında nükleer enerji, rüzgâr, güneş ve bioenerji gibi yenilenebilir enerji kaynakları ilk sıralarda geliyor.

Amerika’nın enerji talebi içerisinde petrolün payı 2010 yılında 1951 yılından sonraki en düşük düzeyine ulaştı. Son yıllarda elektrikli hibrit araçların piyasaya sürülmesi, henüz emekleme aşamasında olsa da petrol temelli yakıtlara olan talebin giderek azalacağı izlenimini veriyor. Ortadoğu’nun petrol üretimindeki kıyaslamalı avantajı giderek azalmakta. Öncelikle; Ortadoğu’daki bazı sahalarda 80 yıldır aralıksız petrol üretiliyor ve bu sahalardaki rezervler hızlı bir şekilde tükeniyor. Suudi Arabistan’ın elindeki petrol sahalarının önemli bir bölümünün vadesi bitme sinyalleri veriyor. Dünya üzerindeki yirmi büyük petrol sahasının 13 tanesi Ortadoğu’da yer alıyor. 1928 ile 1968 yılları arasında bu sahaların tamamında üretim yapıldı ve rezerv azalışları petrol çıkarmayı teknik açıdan giderek daha zor ve maliyetli hale getiriyor. 1970’lerde petrol fiyatlarının aşırı derecede artması üzerine, dünyanın geri kalanı petrol üretimine ve enerji tasarrufuna yatırım yaptı. Ortadoğu’nun petrol üretimindeki payı 1953’den sonraki en düşük düzey olan %19’un altına geriledi. Ortadoğu gelecekte küçük çaplı küresel bir oyuncuya dönüşecek. Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın verilerine göre, dünya çapında geri kazanımı potansiyel olarak mümkün 7,9 trilyon varil petrol bulunmakta ve bunun %90’ından fazlası Ortadoğu dışında. Ortadoğu dışındaki kaynaklar ticari olarak değerlendirilmeye başlandığında, bu bölgenin üretimi Kanada, ABD ve Venezuela’nın gölgesinde kalacak. Böyle bir durumda Ortadoğu’daki petrol üreticisi devletler, artık gözden çıkarılabilir hale gelecekler.

ABD, Ortadoğu petrolleri üzerinde herhangi bir ülkenin tek başına etkin olmaması için 1945’ten beri mücadele veriyor. İşte bu sebeple, Amerika, Soğuk Savaş boyunca Suudi Arabistan, Kuveyt ve Bahreyn’deki komünizm karşıtı monarşileri ve otokrasileri destekledi. Suudi Arabistan’a 1950’den beri toplam 81,6 milyar dolarlık silah satışı yaptı. 1980’li yıllarda İran’a karşı Irak’ı destekledi; Ardından 1990-91’de Kuveyt ve Suudi Arabistan’ı desteklemek üzere Irak ile savaştı. 11 Eylül 2001 saldırılarının ardından bölgedeki pozisyonunu daha da güçlendirmek için Mısır, İsrail ve Ürdün’den oluşan NATO üyesi olmayan müttefikleri arasına Kuveyt, Bahreyn ve Fas’ı da kattı. 2003 yılında ise Irak’ı işgal etti.

Suudi Arabistan başta olmak üzere petrol üreticisi birçok ülkenin “petrol zenginliği” yakın gelecekte sona erecek.

Böyle bir durumda Ortadoğu’nun kaplan ve panter besleyen zengin Arapları yiyecek ekmeği nereden bulacak acaba? Bekleyip göreceğiz.

Bunada Bakın

SİZLER; MUSTAFA KEMAL’İN DEĞİL ASKERLERİ, İTİNİN PİSLİĞİ BİLE OLAMAZSINIZ…

(Article 258 – 05.09.2019) Son dönemde Türkiye’de yaşanan bazı olaylar toplumun giderek kutuplaştığını ve bu …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Hacker Blog Hack Haber