Anasayfa / Makaleler / NE HAYTALYANIN ADI, NE MACUN ŞEKERİNİN TADI…

NE HAYTALYANIN ADI, NE MACUN ŞEKERİNİN TADI…

(Article 141-20.03.2017)

Siz hiç sevdiğiniz bir şeyi kaybettiniz mi? Ya da bir daha geri gelmemek üzere bazı şeylerin ellerinizin arasından uçup gittiğini. Ya da bir nefes kadar size yakın olan bazı şeylerin aniden fersah fersah uzaklaştığını. Ya da önemsiz gördüğünüz bazı şeylerin aslında ne kadar önemli olduğunu. Ya da aynı masa etrafında yemek yemenin, oradan buradan konuşmanın, hâl hatır sormanın, geçmişi yad etmenin, dünden bugünden bahsetmenin ne kadar güzel şeyler olduğunu biliyor musunuz?

Tırnak ekmeğin sıcaklığını, peynirin kokusunu, üzerine kekik serpilmiş kırık zeytinin tadını, zeytinyağı ve zahtere bandırılan ekmeğin lezzetini, tereyağı ile kavrulan köy yumurtasının tadını ve hadi bunlardan da vazgeçtik yumurta bulaştığı için sınıksı kokan çay bardağının kokusunu bileniniz var mı?

Kuşluk vaktinden saatlerce önce at arabasına binip çalışmaya giden insanların, sabahın ayazında üzüm veya zeytin toplayıp, iki üç saatlik çalışmadan sonra güneş doğduğunda kahvaltıya oturduğunu, ekmek parasının asla kolay kazanılmadığını, koca memlekette sadece devlet memurlarının düzenli bir iş ve gelire sahip olduğunu hatırlayanınız var mı?

Bağlardan toplanan üzümlerin çıplak ayakla ezildikten sonra köpük köpük aktığını, üzüm suyunun büyük bakır kazanlarda kaynatılıp pestile dönüşürken yaydığı o muhteşem kokuyu, fındık, badem, ceviz ve fıstık sucuklarının hapsaya batırıldıktan sonra gölgede kurutuluşuna şahit olanınız var mı?

Unuttuk! Maalesef çok şeyi unuttuk.

50’li, 60’lı, 70’li ve 80’li yıllar zor yıllardır. Zor ne kelime zorun zoru yıllardır. Yokluk ve fakirlik had safhadadır. Eti herkes yiyemez, yiyebilenlerde sadece o gün yemekte kullanılacak kadar alabilirdi. Şimdiki gibi kasaptan bir iki kilo et almak ne mümkün! Ancak tadımlık 200 – 300 gram. Tavuk pahalıydı ve günümüzdeki gibi henüz ayağa düşmemişti. Özel misafir ve konuklara tavuk pişirilmesi önemli bir “itibar” göstergesiydi.

Devlet memuru, devletin bizzat kendisi demekti. Polise molotof kokteyli atmak ne mümkün, mahalle bekçisinin düğmesini koparmanın bile altı ay hapis cezası vardı. Kaymakam, mal müdürü, vergi dairesi müdürü ise bir ilçenin sahibi ve patronuydu.

Yasak” kelimesi asla sorgulanamazdı. İnsanlar yasaklara uyar, herhangi bir konunun niçin “yasak” olduğu asla tartışılmazdı. “Devletin bir bildiği var ki yasak etmiş” düşüncesi toplumda olabildiğince hakimdi.

Suç ve suçluların kişilikleri bile farklıydı. Cinayet işleyen birisi doğruca karakola gidip teslim olur, suçunu itiraf eder, yargılanıp cezaevine girer ve aslanlar gibi cezasını çekip çıkardı.

Ve yine o yıllarda ortalık yerde “demokrasi” ve “özgürlük” gibi kelimeleri telafuz etmek, gözaltına alınmak ve tutuklanmak için yeterli bir sebepti. “Nümayiş yasasına muhalefet etmek” ise çok ama çok ağır bir suçtu. Cinayet işleyen kişiye insani muamele yapılır, ancak “düşünce ve fikir” suçundan yargılanıp ceza alan kişilere asla makbul insan gözüyle bakılmaz, onlara adeta cüzzamlı muamelesi yapılırdı.

Çok değil, bundan sadece on onbeş yıl önce yaşadığımız bazı olaylar, teknolojik gelişmelerin aslında yaşantımızı ne kadar basitleştirdiğini ortaya koymuyor mu? Burada basitlikten kastettiğim teknolojinin insan yaşamına sunduğu nimetler değil, aksine insan yaşantısına zerk ettiği monotonluk, isteksizlik, renksizlik ve tatminsizlik.

Eskiden elimize kağıt kalem alıp, eşimize dostumuza arkadaşımıza bayramlar seyranlarda vakitli vakitsiz mektuplar yazar, mektupta herkesin elini gözünü tek tek öper, “aman amcan kızmasın, dayın gücenmesin” endişesiyle ismini anmadığımız akraba-yı tarikat bırakmazdık.

Mektubun içine her türlü duyguyu yansıtan ve bugün bile baktığınızda konuşmaya devam eden “siyah beyaz” bir fotoğraf koymayı asla ihmal etmez, zarfın üzerini büyük bir özenle yazar, hiç üşenmeden postaneye kadar gider, 10 kuruş pul parası verip her biri birer tablo güzelliğindeki o pullardan bir tane satın alır ve büyük bir iştahla! yalayıp, zarfın üzerine yapıştırıp veznedara uzatırdık. Veznedeki memur, zarfı ciddiyetle inceler, gözü kesmezse terazinin üstüne koyarak tartar ve eğer tamamsa o yuvarlak postane mührünü olanca şiddetiyle zarfın üzerine vururdu.

Sonra ne oldu? İlk önce otomat dediğimiz otomatik pul ve damga makinaları ortaya çıktı. İki ayrılmaz sevgili; pul ve zarf birbirinden ilelebet ayrıldı. Zarfın üzerine yapıştırıldığında ona bütün güzelliği ile bağlanan, o beyaz zarfın sadeliğine baştan sona yeni bir zarafet ve anlam kazandıran pullar ortadan kalktı ve yerini hiçbir şahsiyeti ve kişiliği olmayan kırmızı mürekkepli otomat damgaları aldı.

Siyah beyaz fotoğraflar ise yerini, hiçbir şey ifade etmeyen ve çoğu dijital belleklerde saklanıp üç gün sonra silinen renkli fotoğraflara bıraktı. İkinci en büyük darbe; daktilo ve bilgisayarla geldi. Bir insanın iç dünyasını birebir yansıtan o güzelim el yazılarının yerini, metalik yazıların çirkinliği ve hafifliği aldı. Sahi! Hokka ve diviti bileniniz var mı?

Artık bu kadar yeter!” diyecektik ki, elektronik mesaj ve iletiler hayatımıza girdi. Elektronik mesajlarda his yok, duygu yok, ağlamak yok, gülmek yok, gözyaşını mektubun en görünen yerine damlatıp mürekkebi dağıtmak ve “senin için gözyaşı döküyorum” demek yok, mektubun bir köşesini yakıp sevgiliye hasreti dile getirmek yok, sağlık sıhhat sormak ise hiç ama hiç yok.

Aslında değişen o kadar çok şey var ki hayatımızda, yaşıyoruz ama hiç kimse bunun farkında bile değil. “Asansör ne kadar rahat ve güzel bir şey” dedik ama ara katlardaki komşularımızı unuttuk, “televizyon ne kadar güzel bir şey” dedik ama yazlık sinemaların o muhteşem ortamını, hafiften esen yaz rüzgârlarını, film seyrederken çekirdek çitlemeyi, filmin en acıklı sahnesinde topluca ağlamayı ve kötü adamı yuhalamayı unuttuk.

Ankesörlü telefonlarda kuyrukta bekleyip üç dakikalık jetonlarla sevgiliyi aramayı, kurşunkalemi yontmayı, ayakkabıya yama yaptırmayı, cebimizde mendil taşımayı, midemiz ağrıdığında nane-limon kaynatmayı, gazyağı lambasında ders çalışmayı, tenekeden yapılan odun sobasının üzerinde kestane pişirmeyi, Sana yağını ekmeğe sürüp şekere bandırıp yemeği de unuttuk.

Manyetolu sabit telefonları, postaneye numara yazdırmayı, görüşülecek kişiyi günlerce beklemeyi, yazdıranın bile nereyi aramak istediğini unuttuğu sırada postacı kızın; “numaranızı bağlıyorum” sesiyle telefon başına koşuşturmayı da unuttuk.

Sokakta dolaşan pamuk şekercileri, küncülü kâhke satan simitçileri, horoz şekerini ise hatırlayan bile kalmadı. “Haytalya” ise şimdilerde “bici bici” adıyla Kilis, Adana ve Mersin haricinde tanınmıyor. Çoğu kimse taze nohut ve şeker kamışının şeklini bile bilmiyor.

Ortaköy-Eminönü hattında çalışan boynuzlu troleybüsleri kaç kişi hatırlar? Ya da belediye otobüslerinde para alıp bilet kesen ve gideceğiniz mesafeye göre para alıp üstünü kuruşu kuruşuna iade eden biletçileri kaç kişi bilir? Bilet parası olmadığı için saman kağıdına kuru boya ile sahte bilet yapan kaç öğrenci kaldı ki?

Yok, yok, yok!

Çünkü artık bilette dijital, biletçinin yerine koyduğumuz alet edevatın kendisi de.

Ne aile manavı kaldı, ne aile kasabı. Markete dal, seç beğen al. Güneşli’de bir mahalle bakkalı gördüm, ismi çok anlamlıydı; “Karagün Market”. Gerçekten de eski bakkalların tamamı kara gün dostuydu. Her bakkalın veresiye defterinde bin bir hikâye, bir o kadar da arkadaşlık, dostluk ve samimiyet vardı. Şimdi ise cebinizde tek bir lira para yoksa herhangi bir marketten bir tane ekmek alabilir misiniz?

Ya o cümbür cemaat yapılan ev ziyaretlerini kaç kişi bilir. Yakınlarımızın evine akşamları ev ziyaretleri yapılırdı. Televizyon zaten yoktu. Saatlerce konuşulurdu. Televizyon çıkınca bu ziyaretler de azalmaya başladı. Zoraki yapılan ziyaretlerde ise insanlar sustu, televizyonlar konuştu!

Sonra beterin beteri yaşandı ve internet çağı başladı. Şimdilerde dört kişinin yaşadığı evde yemekten sonra herkes kendi köşesine çekilip, birbiriyle ha babam de babam mesajlaşıyor.

Boğaza tüp geçit yapıldı ne kadar güzel değil mi?

Peki ya boğaz vapurları ne olacak? Şimdi sadece Sezen Aksu’nun şarkılarında hatırlanan yandan çarklı “ada vapurları” gibi, yarınlarda “Boğaz vapurları” da yok olup gidecek. Ve eğer dijitalleşmemiş tek bir kitap veya gazete bulabilirsek, “şu Boğaz vapurları acaba nasıl bir şeymiş?” deyip belki araştırma yapma gereği bile duyacağız.

Mehmet Akif Ersoy, “Çanakkale Şehitlerine” isimli o eşsiz eserinde 20. asırı şöyle tarif ediyordu;

Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-u asil,

Ne kadar gözdesi mevcûd ise hakkıyla sefil,

Kustu Mehmed’ciğin aylarca durup karşısına;

Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.

Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz…

Medeniyet denilen kahpe, hakikat, yüzsüz.”

Şimdi 21. yüzyıldayız. Teknoloji bize neler sunmuş değil mi? Maske yırtılıp o gerçek yüz ortaya çıktı mı acaba?

Ya da şimdi yaşadıklarımız ileride yaşayacaklarımızın henüz çok küçük bir parçası mı?

İnsan; “Aman Allah’ım!” demekten kendini alamıyor.

Lütfen bir gününüzü sadece kendinize ayırın ve elinize fotoğraf makinesini alıp, yaşadığınız şehri sokak sokak resimleyin. Bu iş için hiç kimseyle plan yapmayın, çünkü herkes bir bahane uydurup planınızı bozacaktır.

Bugün görebileceğiniz ama yakın gelecekte göremeyeceğiniz, yerinde bulamayacağınız o kadar çok şey var ki. İşte onları gelecek nesillere aktarabilmek için, gördüğünüz her şeyi resimleyip tarihlendirin.

Ben çocukluğumun Kilis’ini gözümün önüne getiriyorum da neler yok oldu neler. 500 yıllık Arasta Çarşısı vardı yol bahanesiyle yıkıldı. Nacar Pazarı’nda rahmetli dedemin çift kapılı demirci dükkânı da bu yıkımdan nasibini aldı. Yüzlerce yıllık eski taş evlerden geriye ise şimdilerde çok azı ayakta kaldı.

Cumhuriyet aydınları maalesef eski eserler konusunda oldukça barbar davranmış. Selçuklu ve Osmanlıdan kalan canım eserler, “yol medeniyettir” aldatmacasıyla yok olup gitmiş. Vatan toprağının üzerine inşa edilen tarihi eserler mi medeniyet, yoksa siyah asfalt yollar mı?

Sapla samanı birbirine karıştırmak bu olsa gerek.

Eskiden bayramların bir güzelliği ve heyecanı vardı. Konfeksiyon yoktu. Türkiye’de tekstil sektörü henüz oluşmamıştı. Avrupalıların kiliselere bağışladığı elbiseler bir şekilde kaçak olarak Kilis’e getirilip satılırdı. “Ceket kaçakçılığı” terimi işte bu şekilde ortaya çıkmıştı. İşte o yıllarda esas mesleği terzilik olan annem, çeşit çeşit kumaşlardan bana ve kardeşlerime elbise dikerdi. Çok iyi hatırlıyorum, koca mahallede yeni elbise giyebilen ya bir ya da en fazla birkaç tane çocuktan birisiydim. Mahalle arkadaşlarımın çoğu yamalı elbise ve ayakkabı giyer, bayram günlerini alelade bir gün gibi geçirirlerdi. Yazımın başında dediğim gibi o yıllar zor yıllardı.

Bayram sabahı annem bizleri güzelce giydirir, hazır ol vaziyette sıraya dizer ve rahmetli babamın elini öptürürdü. “El öpmek” şimdilerde bazı kişilerce çağdışılık gibi görünse de bizim için çok önemliydi. Bayramlarda bize en büyük harçlığı rahmetli babam ve rahmetli Uğur amcam verirdi. 70’li yıllarda en büyük para 100 liraydı. En küçük parayı da yine rahmetli olan Niyazi amcamdan alırdık. O, en fazla 10 lira verdiği için, mümkün olabildiğince en fazla harçlık alabileceğimiz kişileri öncelikle ziyaret etmeye çocuk aklımızla özen gösterirdik.

Bayramlarda mütekabiliyet ilkesi esastı. Yani “ziyaret”, iade-i ziyareti gerektirirdi. Biz birilerine gidersek, onlarda mutlaka bize gelirdi. O ziyaretlerde neler konuşulurdu neler. Dünden bugünden, yazıdan yabandan, öteden beriden ne varsa konuşulur, anılmadık kişi bırakılmazdı.

Bayramlarda bir de “bayram yerleri” vardı. Mahalle meydanlarında çocuklar için her türlü eğlence düşünülür, toplanan bayramlıklar orada harcanırdı. Mehmet Akif Ersoy’un kaleme aldığı bir “Bayram” şiiri vardır;

“Baloncular, hacıyatmazlar, fırıldaklar, 

Horoz şekerleri, civ civ öten oyuncaklar; 

Sağında atlıkarınca, solunda tahtırevan 

Önünde bir sürü çekçek, tepende çifte kolan”

İşte biz bunların hepsini gördük ve yaşadık. Uçan baloncuyu da biliyoruz, hacıyatmazı, tahta devemeyi ve renkli fırıldakları da. Atlıkarınca, tahtırevan ve narabaları ise şimdiki çocuklar maalesef bilmiyor bile. Ne haytalyanın tadını, ne de macun şekerinin ne olduğunu bilen var.

Artık bunlardan hiçbir eser kalmadı.

Ne bayram kaldı ne bayramlık, ne bayramlaşma kaldı ne el öpme, ne hâl kaldı ne hatır, ne ziyaret kaldı ne de iade-i ziyaret.

Allah beterinden saklasın.

DR.Mehmet Hakan Sağlam

Bunada Bakın

SİZLER; MUSTAFA KEMAL’İN DEĞİL ASKERLERİ, İTİNİN PİSLİĞİ BİLE OLAMAZSINIZ…

(Article 258 – 05.09.2019) Son dönemde Türkiye’de yaşanan bazı olaylar toplumun giderek kutuplaştığını ve bu …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Hacker Blog Hack Haber