Anasayfa / Makaleler / İTİBARSIZ DEVRİK REKTÖR’ÜN GEL GİTLERİ…

İTİBARSIZ DEVRİK REKTÖR’ÜN GEL GİTLERİ…

(Article 197 – 22.12.2017) 

21 Aralık 2017 günü Habertürk TV kanalında İstanbul Üniversitesi eski Rektörü Kemal Alemdaroğlu ile yapılan bir programı izledim.  Bundan yaklaşık 20 yıl önce astığı astık, kestiği kestik Kemaller’den biriydi.

Hangi Kemaller derseniz biri Kemal Alemdaroğlu, diğeri eski YÖK başkanı Kemal Gürüz. Her ikisi de kanun ve hukuk tanımazdı. Kendilerinden olmayanlara soruşturma açıp okuldan uzaklaştırır, başörtülü öğrencileri üniversitelere sokmaz, 7 yaşındaki ilkokul öğrencileri gibi ellerine küçük Türk bayraklarını alıp “10. yıl Marşı”na tempo tutarlardı.

Devrik Rektör Kemal Alemdaroğlu, Habertürk TV’de Kübra Par’ın 28 Şubat sürecine ilişkin sorularını yanıtlarken, “Bir müdahale, bir darbe olarak, postmodern darbe dense de ben darbe olarak bakmıyorum. 1996’da ben başörtüsü konusunda ne yapacağımı açık açık göstermiştim. Seçim öncesi bunlar bana sorulduğu zaman ‘Anayasa ve yasalar neyi emrediyorsa onu uygularım’ dedim. O şekilde oy aldım atandım, “başörtüsü ile kapalı ve açık alana girilemez” genelgesini de hiçbir zaman hata olarak görmedim” diye konuştu.

Sene 1998…

İstanbul Üniversitesi’ne yeni öğrenci kayıtları yapılacaktı ki Rektör Kemal Alemdaroğlu ve Rektör Yardımcısı Nur Serter’in ilginç uygulamaları gündeme damgasını vurdu. Bu şahısların ünvanlarını burada yazmak bile istemiyorum çünkü o yıllarda yaptıkları ne bilimle, ne ilimle, ne akılla ne de vicdanla hiçbir şekilde bağdaşmıyordu. Avcılar merkez kampüsünde “kazandı” belgeleriyle kayıt yaptırmaya gelen öğrenciler önce basit bir sınıflamaya tabi tutuluyor ve “sorunlu” kabul edilen başörtülüler binanın giriş katındaki bir odaya alınıp “ikna” edilmeye çalışılıyordu. İkna odalarında çocuklar tehdit ediliyor, başörtüsünü çıkarmadığı takdirde kazandığı bölüme kaydının yapılmayacağı ve eğitim hayatının sona ereceği anlatılıyordu. “Nereden biliyorsun?” diye sorarsanız, o yıllarda Sosyal Bilimler Meslek Yüksekokulu adına kayıt yapan akademisyen grubu içinde ben de vardım.

O günlerde Kemal Alemdaroğlu denilen zat, kendini bu ülkenin sahibi olarak görüyor, hemen her eylemde ön saflarda yer tutuyordu. Ne de olsa arkasında Kemal Gürüz denilen YÖK başkanı ve koskocaman bir “APOLETLİLER ORDUSU” vardı. Erbakan Hükümeti’ne 28 Şubat 1997 tarihli Milli Güvenlik Kurulu toplantısında gereken fırçalar atılmış, muhafazakâr insanlar hemen her ortamda aşağılanmaya başlanmıştı.

Refah Partisi 1995 Genel Seçimlerinden birinci parti çıkmıştı. Genel seçimlerin ardından 1996 yılında kurulan DYP-ANAP koalisyon hükümeti, Anayasa Mahkemesi’ne yapılan başvuru neticesinde dağılmış, Refah Partisi ile ikinci parti olan DYP arasında kurulan 54. Hükümet (Refahyol hükümeti), 8 Temmuz 1996’da TBMM’de yapılan oylamada güvenoyu alarak göreve başlamıştı.

Koalisyonun kurulmasının ardından bu dönemde yaşanan bazı olaylar, 28 Şubat sürecini tetiklemişti. Bilmeyenler veya hatırlamayanlar için o dönem yaşananlara göz atmakta fayda var.

Başbakan Erbakan, 2 Ekim-7 Ekim 1996 tarihleri arasında Mısır, Libya, Nijerya’ya resmi ziyaret düzenlemişti. Libya lideri Kaddafi’nin, Erbakan ile yaptığı görüşme sırasında sarf ettiği sözler muhalefet ve basın tarafından uzunca süre eleştirilmişti.

3 Kasım 1996’da Susurluk’ta yaşanan trafik kazası sonrasında mafya, siyasetçi, polis ilişkileri açığa çıkmış, ülkenin hemen her yerinde “aydınlık için bir dakika karanlık” eylemi başlatılmıştı.

Yüksek rütbeli subaylar 22 Ocak 1997 tarihinde Gölcük’te toplanarak “irtica”nın iktidarda olduğunu tartışıyor, 5 Şubat 1997’de Sincan’da 20 tank ve 15 zırhlı araçla geçiş yaparken, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya “irtica, PKK’dan daha tehlikelidir” şeklinde açıklamada bulunuyor, 11 Şubat’ta ise Ankara’da Şeriata Karşı Kadın Yürüyüşü gerçekleştiriliyordu.

Tüm bu olaylar ışığında 28 Şubat 1997’de yapılan MGK toplantısı 9 saat sürüyor, yapılan açıklamada “laikliğin, demokrasi ve hukukun teminatı olduğu” sert bir şekilde vurgulanıyor, 21 Mayıs’ta Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş, “Ülkeyi iç savaşa sürüklediğini” söyleyerek, RP’nin kapatılması için dava açıyordu.

10 Haziran’da Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay başkan ve üyeleri Genelkurmay Başkanlığı’na çağrılarak kendilerine irtica konusunda brifingler veriliyor, Genelkurmay tarafından üniversiteler başta olmak üzere tüm STK’lara bilgilendirme toplantıları yapılıyordu.

Neticede Necmettin Erbakan 18 Haziran’da başbakanlıktan istifa ediyor, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel 19 Haziran’da hükümet kurma görevini TBMM’nde çoğunluğu sahip DYP lideri Tansu Çiller’e vermeyip, ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz’a veriyordu.

İkna Odaları işte bu hükümet döneminde uygulamaya geçti. Bin bir güçlükle İstanbul Üniversitesi’ni kazanan çocuklar güzel bir gelecek hayaliyle geldikleri üniversitenin kapısında “karafatmalar” benzetmesiyle aşağılandı, ikinci üçüncü sınıf ve hatta köle muamelesine tabi tutuldu. “Laik!” bir ülkede inancından dolayı kaydını yaptıramayan çocuklar, okul kapısından ağlayarak  ayrıldı, idare mahkemelerinde açtıkları davalar ise bir iki gün içerisinde reddedildi.

O yıllarda başörtülü öğrencileri derslere kabul ettiğim için Kemal Alemdaroğlu ve Nur Serter tayfasının gazabına uğrayan öğretim üyelerinden birisi de bendim. Şahsıma yönelik baskılar karşısında 2000 yılında üniversiteden ayrılmış, Kemal Alemdaroğlu’nun hükümdarlığı sona erince Prof. Dr. Mesut Parlak hocanın rektörlüğü döneminde geri dönüş yapmıştım.

28 Şubat sürecinin en önemli aktörlerinden birisi de hiç şüphesiz “Hürriyet Gazetesi” ve onun patronu Aydın Doğan idi. Genelkurmay’dan alınan talimatlar anında haberleştiriliyor, hedef gösterilen kişi, kurum ve şirketler yalan yanlış haberlerle önce yıpratılıyor, ardından batırılıyordu. Sadece 28 Şubat sürecinde değil, sonraki on yıllar boyunca da Doğan Grubu’nun seçilmiş hükümetlere yönelik saldırısı pervasızca devam etti.

Derken AK Parti iktidara geldi. Vesayet rejiminin aktörleri her türlü pisliklerini yine sergiledi. Bazı rektör bozması ahlaksızlar, başbakanları, bakanları azarlamaya devam etti. Üniversitelerin açılış günlerine davet edilen siyasetçiler adeta şamar oğlanı gibi yuhalandı, hor görüldü, alçakça yıpratıldı. Parti kapatma davaları yine açıldı, laiklik sloganları yine atıldı, Anıtkabir’e on binlerce insan yine yığıldı, gazetelerde düzmece manşetler yine atıldı. Ancak “vesayet” hiçbir zaman geri adım atmadı. Askerler, rektörler, öğretim üyeleri, hakimler, savcılar, sivil toplum kuruluşları “Türkiye Laiktir Laik Kalacak ve Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganları atmaktan hiç vazgeçmedi.

Geziler yaşandı, 17/25 Aralık yaşandı, 15 Temmuz yaşandı, yaşandı oğlu yaşandı…

Ancak köprülerin altından çok sular geçti. Tam her şey bitti “artık bu türden olaylar bir daha yaşanmaz” denilirken  25 Şubat 2017 günü Hürriyet Gazetesi provokatif bir manşetle yine sahneye çıktı; “Karargâh Rahatsız”.

Bundan 20 yıl önce Necmettin Erbakan hükümeti başta olmak üzere milliyetçi muhafazakâr insanları hedef alan 28 Şubat kararlarının tam da seneyi devriyesinde, askeri vesayetin endişelerini dile getiren bu tarz bir manşet atabilmek inanılmaz bir cesaret gerektiriyordu.

25 Şubat günü o manşeti gördüğümde önce anlam vermeye çalıştım ancak veremediğim. Son 20 yıldır bu ülkede yaşanan kaotik ortam gözümün önüne geldi ve hiç düşünmeden suç duyurusu dilekçesini hazırlamaya başladım. Bu dilekçe tarihe not düşen bir belge olacağı için darbelere maruz kalan Osmanlı sultanlarını göz ardı edemezdim. Boğularak öldürülen Sultan III. Selim’i, bilekleri kesilerek Feriye Sarayı’nda katledilen Sultan Abdülaziz’i, 31 Mart Vakası bahane edilerek tahttan indirilen Sultan II. Abdülhamid’i, 27 Mayıs 1960’da darbe ile devrilip sonrasında idam edilen Adnan Menderes ve iki bakanının isimlerini bu dilekçeye yazarak, 215 yıllık bir serencamda olup bitenleri kağıda döktüm.

Karargâhta rahatsızlık duyanlar başta olmak üzere, haberi hazırlayan Hande Fırat, Sedat Ergin, Tufan Türenç’den şikayetçi olup, darbe çağrısı yapan Hürriyet Gazetesi’ne el konulmasını talep ettim. 27 Şubat sabahı dilekçeyi Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığı’na verdim ve bu haber aynı anda ajanslara düşünce bir anda gündem değişti. Konu hakkında önce Adalet Bakanı, ardından Sayın Başbakan ve bir gün sonrada Sayın Cumhurbaşkanı açıklamada bulundu.

En son açıklama ise Cumhurbaşkanı’nın açıklamasını takiben Hürriyet grubundan geldi. “Editoryal hata” denilerek önce Sedat Ergin’in, ardından Hande Fırat’ın ve son olarak da Hürriyet’in ABD temsilcisi Tolga Tanış’ın ipi çekildi.

Hâl böyle olunca aklıma bir fıkra geldi.

Günlerden bir gün şeytanın yolu bir köye düşmüş. Sırtını bir ağaca dayayan Şeytan, buzağısı kazığa bağlı vaziyette ineğin sütünü sağan genç bir kadını uzaktan izlemeye başlamış. Kadını epeyce izledikten sonra yerinden kalkıp, kazığa bağlı buzağının ipini birazcık gevşetmiş.

Aç buzağı, annesinin sütünün sağılmasını izlemeye daha fazla dayanamamış, biraz debelendikten sonra boynundaki ipi çözüp annesine doğru hızla koşmaya başlamış ve o sırada süt kovasını devirmiş. Sağdığı sütün ziyan olmasına sinirlenen kadın, eline geçirdiği odunla buzağıya vurunca yavru yere yığılıp kalmış. Anne inek, yavrusuna saldırıldığını görünce bir tekme atarak kadını öldürmüş. Uzaktan geçmekte olan kadının kayınpederi, gelininin inek tarafından öldürüldüğünü görünce ineği tüfekle vurmuş. Silah sesini duyan koca, karısını yerde cansız, babasını da elinde tüfekle görünce silahını çekerek kendi babasını öldürmüş. Kısa süre sonra gerçeği öğrenen genç adam, bu acıya dayanamayıp intihar etmiş.

Olup bitenleri kenardan izleyen şeytan ise; “Ben şuradan kalkıp gideyim. Şimdi yine her şeyi benim sırtıma yıkacaklar, oysa ben buzağının ipini gevşetmekten başka bir şey yapmadım ki!” deyip hızla oradan uzaklaşmış.

Doğan grubunda ve Hürriyet’te iki gün içerisinde yaşanan gelişmeleri görünce sunu söylemekten kendimi alamıyorum; “Ben sadece dilekçe verdim”.

28 Şubat sürecinde Anıtkabir’de arz-ı endam edip, Cumhuriyet mitinglerinde boy gösteren Kara Cüppelilerin, darbe seviciliğine hiçbir zaman anlam veremedim.

28 Şubat 1997’de başlayan bu kaos döneminin, aradan tam 20 yıl geçtikten sonra 27 Şubat 2017 tarihinde benim verdiğim bir dilekçe ile nihayete ermesi ise herhalde kaderin bir cilvesi.

Devrik İstanbul Üniversitesi Rektörü Kemal Alemdaroğlu’nun aradan 20 yıl geçmesine rağmen yaptıklarından zerre kadar pişmanlık duymadığını görünce, Eski Türkiye sevdalılarının ne kadar büyük bir hezeyan içerisinde olduklarını, o günlerin geri gelmesi için FETÖ, PKK, DHKP-C, CIA, FBI, MOSSAD, BND gibi terör örgütleri ve istihbarat kurumları başta olmak üzere tüm Türkiye düşmanlarıyla neden işbirliği yaptıklarını daha iyi anlıyorum.

Devletten ihale alarak semirdikçe semirenler, işi bozulanlar, siyaseten bitenler, toplumda hiçbir karşılığı olmayan ne kadar çapsız, ahlâksız ve şerefsiz varsa kutsal bir ittifak oluşturmuş durumda. “At izi it izine karışmış” deyiminin bu kadar anlam kazandığı başka bir dönem yoktur herhalde.

Eski Türkiye ve Yeni Türkiye kavramlarının toplumca ne kadar anlaşıldığı bence çok önemli.

Eski ve Yeni Türkiye kavramları, bir dönemi karalarken bir dönemi göğe çıkarmak değildir.

Eski Türkiye Osmanlı’nın kalıntıları üzerine kurulurken, Yeni Türkiye’de eskisinin üzerine inşa edilecektir.

Eski Türkiye artık miadını doldurmuştur. Yeni Türkiye’yi ne Amerikalılar ne İngiliz ve Fransızlar ne de uzaylılar kuracaktır.

Yeni Türkiye’yi kuracak olanlar bizleriz.

Peki “Yeni Türkiye” denilen kavram neyi ifade ediyor? Bunu biraz açmamız gerekiyor. “Yeni Türkiye” denilen şey devletin isminin, bayrağının, marşının ve diğer ulusal sembollerinin değişmesi demek değildir. Yeni Türkiye toplum nezdinde bir düşünsel değişim ve evrimi ifade etmektedir.

Öncelikle Yeni Türkiye’de olmayacak olanları bakalım;

Yeni Türkiye’de Kemal Alemdaroğlu, Kemal Gürüz, eski Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı, Genelkurmay İkinci Başkanı emekli Orgeneral Çevik Bir, Çetin Doğan, Erol Özkasnak, Mahmut Tanal, Kemal Kılıçdaroğlu, Nur Serter, Meral Akşener gibi asker, politikacı ve idarecilerin hiçbir karşılığı olmayacaktır.

Aydın Doğan gibilerin ve bu ülke insanının sırtından zenginleştiği halde çapulcu olmakla övünen Cem Boyner tarzı işadamlarının da esamesi okunmayacaktır.

Herhangi bir bilimsel başarısı ve kendilerine ait tek bir tane buluşu olmadığı halde “boş profesör” payesi edinmiş akademisyenlere de yer olmayacaktır.

Hakaret, iftira ve yalanı yazılarında peynir ekmek gibi kullanan Yılmaz Özdil, Emin Çölaşan ve Uğur Dündar gibi gazeteciler ise zaten para etmeyecektir.

Sayısız miktardaki medya maymunlarını ve şaklabanları ise asla saymıyorum.

Yeni Türkiye’de herkes kendi işini yapacak. Gazeteci gazeteciliğini, işadamı işadamlığını, hoca hocalığını, rektör rektörlüğünü, savcı savcılığını, hakim hakimliğini, polis polisliğini, asker askerliğini yapacak.

Aksi takdirde ne olur?

Ne olacağı çok belli.

“Eski Türkiye” sevdasıyla yanıp kavrulanlar, Devrik İstanbul Üniversitesi Rektörü Kemal Alemdaroğlu ve eski YÖK Başkanı Kemal Gürüz gibi eninde sonunda itibardan yoksun bir şekilde unutulup gidecekler.

Bir dönem birçok insanın hayatını karartan, gençlerin geleceğini karatan bu tür insanların soyunun kuruması dileğiyle…

 

Dr. Mehmet Hakan SAĞLAM

Bunada Bakın

SİZLER; MUSTAFA KEMAL’İN DEĞİL ASKERLERİ, İTİNİN PİSLİĞİ BİLE OLAMAZSINIZ…

(Article 258 – 05.09.2019) Son dönemde Türkiye’de yaşanan bazı olaylar toplumun giderek kutuplaştığını ve bu …

Bir yorum

  1. Kendisine o dönem çok kereler “gel-git” yaptıkları için feleğini şaşırmış bu atanın çocuğu…

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Hacker Blog Hack Haber