Anasayfa / Makaleler / İSLÂM HALİFELİĞİNDEN VATİKAN’A NE?

İSLÂM HALİFELİĞİNDEN VATİKAN’A NE?

(Article 008-15.08.2014)

İki gün önce İslâm Halifeliği üzerine bir yazı kaleme almış ve 1924 yılında TBMM tarafından sonlandırılan Halifelik makamının kanun çıkartmakla ortadan kaldırılamayacağını, bu makamın şer’i ve örfi kurallara göre halen Osmanoğullarının uhdesinde bulunduğunu belirtmiştim.

Bugün İslâm coğrafyasında yaşanan sorunların temel nedenlerinden biri İslâm’ın en önemli referans kurumu olan Halifelik makamının ortadan kalkmış olmasıdır. Bu kurumun ortadan kalkmasından memnûniyet duyan ülkelerin başında İngiltere ve Vatikan gelmektedir. Irak ve Suriye topraklarında devlet kurduğunu ilan edip kendi kendini halife ilan eden IŞİD’in bu girişiminden rahatsızlık duyup açıklama yapan ilk ülke tahmin edileceği üzere Vatikan oldu ve IŞİD tarafından canlandırılmak istenilen Halifelik makamı konusunda çok endişeli olduklarını medyaya hemen servis ettiler.

Halifelik makamı IŞİD denilen bir terör örgütü uhdesinde tutulacak kadar ucuz bir konu değildir. Bu makam halen Osmanoğullarının uhdesindedir. “Bu makamı sahiplendim, ben artk İslâm halifesiyim” demekle hiç kimse halife olamaz. Kaldı ki bu makam sırtını mutlak bir güç ve otoriteye dayamak zorundadır. Ayrıca İslâm Halifeliği konusunda yorum yapmak, endişeye kapılmak, bu konuda beyanat vermek Vatikan’a asla ve kat’a düşmez. Vatikan’ın faaliyeti, rolü, amacı ve çalışmaları konusunda biz Müslümanlar ne kadar taraf değil ise, onlarda bu konuda hiç ama hiç taraf değildir. Bu konuda Vatikan’a ancak susmak düşer.

Batılılar, başsız kalan İslâm dinini 90 yıldır çok güzel kullandı ve kullanmaya da halen devam ediyor. İslâmiyetin Halife tarafından tekrardan kontrol edilebilir olması uzun vadede Ortadoğu’daki mezhep çatışmalarını sona erdirecek, bölgeye huzur ve sükûn gelecek diye bir anda hemen paniklediler. Hatta Avrupa gazetelerinde apar topar “Atatürk halifeliği kaldırarak çok akıllılık etti” tarzında yazılar yayınlayıp bu konuda bir gündem yaratmaya bile çalıştılar.

Türkiye Cumhuriyeti, İslâm dünyasının bu müstesna kurumunu tekrardan ihdas etmek ve 117. Osmanlı Halifesini atamak zorundadır. İslâm Halifesinin her Cuma günü Eyüp Sultan Camii’ne veya Ayasofya Camii’ne giderek onbinlerce kişiyle namaz kıldığını, onu görmek için dünyanın her tarafından milyonlarca insanın akın akın Türkiye’ye ve İstanbul’a geldiğini, inanç turizminin ülkemize kazandıracağı hareketlilik ve canlılığı şöyle bir düşünün. Vatikan’daki Pazar ayinlerine kaç kişinin katıldığına herhalde ekranlardan şahit olmuşsunuzdur.

Halifelik makamı bundan da öte Mekke ve Medine’den sonra İstanbul’u İslâmın en önemli başkenti yapacaktır. Dünyanın herhangi bir noktasındaki cami veya mescitlere atanacak kişiler bu makamın icazet ve onayını alacaktır. Dünya barışıyla ilgili konularda ve medeniyetler arası ittifak gerektiren hemen her konuda önemli bir etkinliği olacaktır. Bazı konularda fetva makamı olacak, mezhepler arası çatışma ve anlaşmazlıklarda hakem görevi üstlenecektir. Konusunda gerçekten uzman kişilerin ve yabancı dil bilen uzmanların istihdam edileceği bu kurum, dünya müslümanlarına ve müslümanlığa ilgi duyan diğer din mensuplarına profesyonel danışmanlık hizmeti sunacaktır. Halife, bugüne kadar sadece uçak kaçıran, ikiz kuleleri bombalayan, insan başı kesen ve terörist eylemlerle anılan kaba sakallı Arap Müslüman profili yerine, barış dini olan İslâm’ın modern dünyadaki yüzü olacaktır.

Dünya müslümanlarının, Batı ülkelerindeki İslâmafobia endişelerini giderecek ve onlara “biz terörist değiliz, bizi yanlış tanıyorsunuz” diyecek Vatikan tarzı herhangi bir kurumu var mıdır? Yoktur. İşte Halifelik makamı bunları sağlayacaktır.

İki gün önceki yazımdan sonra yüzlerce mail aldım. Çok kişi, böyle bir olayın Türkiye’yi güçlendireceği fikrimi desteklerken, bazı kişilerde kendi sığ dünyalarında sapla samanı birbirine karıştırıp Atatürk İlkeleri dersinde edindikleri bilgilerle bana akıl verip ahkâm kesmeye kalktı. Öncelikle benim hiç kimsenin aklına falan ihtiyacım bulunmamaktadır. Çünkü; “Ancak akılsız insanlar akıl alır.”

Türkiye’de bazı şeyleri tartışmaya açmanın zamanı gelmiştir. Kurtuluş Savaşı sırasında Hint müslümanlarınca Mustafa Kemal’e gönderilen yaklaşık bir milyon altının amacı dışında İş Bankası’nın kuruluşu ve CHP il, ilçe ve belde teşkilatlarının kuruluş ve tefrişat masrafları için harcandığını da tartışalım. Sivas Kongresi’nin bütününde “Amerikan mandası mı olalım yoksa İngiliz mandası mı?” konusu dışında başka bir şeyin konuşulmadığını da tartışalım.

Mustafa Kemal’in iyilerine iyi derken, kötülerine de iyi demek zorunda değiliz. Yıllar boyu ilkokuldan üniversite son sınıfa kadar zaten bu yapılmadı mı? Bazı yalancı kahramanları artık ifşa etmenin zamanı gelmiştir. Mesela Atatürk’ün arkadaşı olduğu için Halide Edip Adıvar bize hep vatansever olarak gösterildi. Bu kadın, Türkiye’nin Amerikan sömürgesi olması için Sultanahmet Meydanı’nda miting yapan Halide Edip Adıvar değil midir? Amerikan ajanı olan bu kadının neyini savunacağız?

Hiçbir belgeye dayanmaksızın masa başında kaleme alınan yalancı tarihimizden kurtulmamız gerekiyor. Bizi bu ülkeye bir gece yarısı uzaylılar getirip bırakmadı. Benim Demirci Abdurrahman dedem 1900 yılında Osmanlı vatandaşı olarak doğdu. 1974 yılında da Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak öldü. Biz Osmanlı Devleti’nin devamı olan bir toplumuz. Bizim tarihimizi 1923 yılından başlatan, Fatih, Yavuz ve Kanuni dışındaki sultanlarımızı yok varsayan bir tarih anlayışı asla kabul edilemez. Tıpkı bin yıldır beraber yaşadığımız Kürtleri yok sayan faşist Cumhuriyet anlayışı gibi.

İki üç gün önce profesör ünvanlı birisi çıkıp açıklama yapıyor. Diyor ki; “Seçimde iktidarı seçenlerin oranını yüzde 46 olarak düşündüm, çünkü bu oran Kurtuluş Savaşı’nda cepheden kaçan askerlerin sayısı ile eş değerdir”.

Şimdi bu papyonlu profesöre sormak lâzım; “Senin deden mi savaştı cephede? Senin ninen mi taşıdı o mermileri Anadolu bozkırında sırtında? Senin dayın, amcan, baban mı şehit oldu bu vatanın topraklarında?” Ve son olarak sormak lâzım; “Bu bilgileri nereden edindin? Kaynak olarak neyi kullandın? Askerden kaçanların soy kütüklerine hangi bilginle nereden ulaştın? Adalet ve Kalkınma Partisi’ne oy verenleri o kişilerle nasıl örtüştürdün?”

Türkiye’nin büyüklüğüne bakar mısınız? Kimlere ev sahipliği yapıyor ve kimlerin karnını doyuruyor? Asıl sorun bence bu tarz insanları adam yerine koyup, bilim adamı! sıfatıyla ekranlara çıkartanlarda.

Bu ülke insanının sırtından servet ve statü elde eden bir yönetmen de çıkıp şu açıklamayı yapıyor, “Bu kadar hanzonun bulunduğu bir memlekette yaşayacağını bilseymiş anne babası onu dünyaya getirmezmiş”. Ona da sormak lâzım; “Senin anan baban Fransız veya İngiliz asilzâdesi falan mıydı?” diye.

Türkiye’de ünvanını, sosyal statüsünü ve kendisine lütfedilen makamların gölgesini cüssesi zanneden ne kadar çok kişi var değil mi?

Alın size Kılıçdaroğlu’nu. Ana muhalefet partisinin genel başkanı. SSK Genel Müdürü olduğu dönemde yaşanan yolsuzlukları gözardı ederek, Başbakan Erdoğan’dan tutunda kendisini uzlaştırma işlemi için adliyeye davet eden İstanbul Cumhuriyet Savcısı Mehmet Demir’e kadar herkese küfür edip duruyor. Zannediyor ki o makam bâki, zannediyor ki CHP’nin başkanı olunca kendisine kimse dokunamaz. CHP genel başkanları kendilerini Cumhuriyet-Atatürk ve İnönü ile o kadar özdeş görüyorlar ki, arkalarında koca Türk ordusunun olduğunu, hâkim ve savcıların onlara suç bile isnat edemeyeceğini düşünüyorlar. Pervasızca konuşmaları atıp tutmaları biraz da ondan. “Çamur at izi kalsın” misali suçsuz insanlara attıkları iftiralardan dolayı tazminata mahkûm edildiklerinde de ceza paralarını partinin sırtına yıkmalarını göz ardı etmemek lâzım. Tazminat paraları kendilerinin cebinden çıksa asla bu kadar rahat konuşamazlar.

Yarın o koltuktan düştüğünde bir bakacak ki etrafında hiç kimse kalmamış. Şimdi kendisini gaza getirip “konuş başkan, vur başkan” diyenlerin hiç birisi ortalıkta yok. Eşekten düştüğünde “Yahu bana tazminat davaları açılıyor, yardım edin” diyecek ama iş işten geçmiş olacak. Etrafındaki şakşakçıların tamamı; “Sayın başkan biz ne yapabiliriz, konuşmalarınıza dikkat etseydiniz” diyecekler.

Eskilerin altın değerinde sözleri var, bazılarını çok seviyorum. Edebali diyor ki;

Üç kişiye acı; cahiller içindeki alime, zenginken fakir düşene, itibarlıyken itibarını kaybedene.

Kılıçdaroğlu, papyonlu profesör ve levanten yönetmen gibiler itibarlarını kaybettiklerinde kendilerine acıyacak adam bile bulamayacaklar.

 

 

Bunada Bakın

SİZLER; MUSTAFA KEMAL’İN DEĞİL ASKERLERİ, İTİNİN PİSLİĞİ BİLE OLAMAZSINIZ…

(Article 258 – 05.09.2019) Son dönemde Türkiye’de yaşanan bazı olaylar toplumun giderek kutuplaştığını ve bu …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Hacker Blog Hack Haber