Anasayfa / Makaleler / HEMPHER’DAN FETULLAH’A MEZHEP VE DİN YARATMANIN İNCELİKLERİ…

HEMPHER’DAN FETULLAH’A MEZHEP VE DİN YARATMANIN İNCELİKLERİ…

(Article 110-15.11.2016)

Bugün gözlerimin önüne birçok şehidimizin görüntüsü geldi. Savcı Mehmet Emin Kiraz’ın DHPC teröristlerince öldürülmezden önce başına silah dayanmış hali, Derik Kaymakamı Muhammed Fatih Safitürk’ün ölümünden hemen önce verdiği röportaj ve 15 Temmuz’un ilk şehidi Ömer Halisdemir’in arkadaşlarıyla beraber çektirmiş olduğu gülümseyen fotoğrafı…

Türkiye sadece son 30-40 yıldan beri değil, aslında 1780’lerden beri terörle mücadele ediyor. ASALA, DHPC, MLKP-C, TİKKO, PKK, KCK, PYD, JPG ve daha niceleri bizim sadece hatırladıklarımız.

Şimdi size bu coğrafyadaki terörün nedenlerini ve başlangıcını ekonomi politik ve tarih bağlamında anlatmak istiyorum;

Bu coğrafyanın sahip olduğu iki altın, Osmanlının son 200 yılını şekillendirdiği gibi bizleri de büyük sıkıntılara soktu. Bu altınlardan birincisi; “pamuk kozası”, ikincisi ise “petrol” idi.

1698’de Thomas Savery isimli bir İngiliz vatandaşı madenlerde biriken suyu dışarı atmak için buharla çalışan bir tulumba yapınca, kişisel üretimden toplumsal üretime yönelik hızlı bir değişim süreci yaşandı. Savery’nin makinesi yüksek basınçla çalıştığından o günün teknolojisine göre güvenli biçimde kullanacak düzeyde değildi. Ayrıca gerekli buharı oluşturmak için suyu ısıtmak için çok fazla yakıt gerekmekteydi. Bu tip makinaların öncüsü olan Savery’nin makinası verimi düşük olduğundan fazla kullanılmadı fakat kendinden sonra gelen makinalar için temel teşkil etti.

Bu buhar düzeneği yaklaşık 100 yıl içerisinde gelişerek 1780’lerde “sanayi devrimi” dediğimiz yeni bir çağın başlamasına neden oldu; 1712’de İngiliz mühendis Thomas Newcomen yeni bir tür buhar makinesi geliştirdi. 1763’de buhar makinesi üzerinde çalışmaya başlayan James Watt, 1781 yılına gelindiğinde makinasını iyice geliştirdi ve pistonun ileri geri hareketini ustalıkla bir tekerleğin dönme hareketine çeviren mekanik aletleri icat etti.

İşte bu dönme hareketi, gerçek anlamda makine çağını başlatmış oldu. 1779’da ise daha önemli bir gelişme yaşandı ve Samuel Crompton, tekstil üretiminde kullanılacak o meşhur iplik eğirme makinesini yaptı. Ardından her şey birbiri peşi sıra hızla yaşanmaya başlandı; 1807’de Robert Fulton adındaki Amerikalı buharlı makineyi gemilere uyguladı. 1840’da ilk düzenli okyanus ötesi buharlı gemi seferleri başlarken, 1812’de tarihte ilk kez buharlı makine lokomotiflerde kullanıldı. 1884 yılında ise İngiliz mühendis Charles Algernon Parsons ilk başarılı buhar türbinini yaptı. Bu sayede yüksek hızlı gemi yapımı kolaylaştı.

İşte bu iki önemli gelişme (buhar enerjisinin öneminin anlaşılması ve buhara dayalı güç makinelerinin keşfedilip kullanılmaya başlanılması) Osmanlı topraklarında kullanılan pamuğun stratejik önemini arttırdı. İngiltere ve Fransa’nın elinde çok güçlü iplik eğirme ve tekstil makineleri vardı ancak “pamuk” yoktu. Avrupa’nın iklimi pamuk üretimine imkân tanımıyordu. O günün dünyasında Avrupa’ya en yakın pamuk üretim havzaları Osmanlı topraklarında yer alıyordu. Gerisi ise şimdiki Hindistan, Pakistan ve Bengladeş’i kapsayan Güney Asya havzasıydı. Ancak oraya gemiyle gidip gelmek 5-6 aylık bir zaman sürecini gerektiriyordu. İşte bu nedenle pamuğu ya Osmanlı’dan temin etmeleri ya da Osmanlı topraklarının ele geçirilmesi gerekiyordu.

Osmanlı’daki PROVİZYONİZM ve TEKEL uygulaması ise pamuk ve diğer tüm ürünlerin ihracatına izin vermiyordu. “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” prensibi üzerine inşa edilen Osmanlı ekonomisi, iç piyasada hiçbir şekilde mal sıkıntısı yaşanmasını arzu etmiyordu. Mal ve ürün ne kadar bol olursa, buna bağlı olarak fiyatlar genel seviyesi o kadar düşer ve insanların alım gücü artardı. Aksi durumda ise enflasyon denilen olay yaşanırdı ki, bu durum hem halk hem de idareciler açısından hiç de istenilmeyen bir durumdu.

Provizyonizm; iç pazarda mal arzını yüksek tutmak amacıyla ihracatı engel­lerken, ithalâtı serbest bırakıyordu. İç talep karşılamadıkça hiç bir malın ülke dışına çıkmasını izin verilmiyordu.

İngiltere’nin Osmanlı’ya yönelik saldırı girişimleri işte bu aşamadan sonra hız kazanmaya başladı. Üç kıtaya yayılmış olan Osmanlı Devleti’nin her üç kıtada da başının derde sokulması ve kendi iç sorunlarıyla mücadeleye girişmesi ilk plan olarak tertiplendi. İlk aşamada Arap Yarımadası hedef alındı ve bölgede bir araç olarak “Müslümanlık” kullanıldı. Arabistanlı Lawrence o yıllarda henüz doğmamıştı. Ancak, İngiliz politika mutfağında yetişen son derece yetenekli Hempher isimli bir ajan vardı ki; bugün Ortadoğu’da etkin olan Vehhabilik mezhebinin kurucusu işte bu İngiliz’dir.

Hempher’in hatıraları “İngiliz Casusunun İtirafları” ismiyle ilk önce Alman gazetesi Spiegel’de yayımlandı. Lübnanlı bir doktor tarafından Arapça’ya tercüme edildi, 1990 yılında da Hüseyin Hilmi Işık tarafından neşredildi. Bilahare Arapça’dan Farsça’ya, sonra da “Memoirs of Hempher, The British Spy to the Middle East” adıyla İngilizceye tercüme edildi. Kitap, Vehhabiliğin yaratılmasında İngilizlerin rolünü detaylı olarak anlatmaktadır.

Hempher Irak seferine çıkmadan önce İngiliz Müstemlekeler Dairesi (Commenwealt Office) Sekreteri ona: “Hempher, Allah, Habil ve Kabil’i yarattığından beri insanlar arasında tabii ihtilaflar vardır. Bu anlaşmazlıklar Mesih dönünceye kadar devam edecektir. Renk, kabile, arazi, milli ve dini ihtilaflar böyledir. Bu sefer vazifen; bu ihtilafları iyice tanımak ve nazırlığa bilgi vermektir. Müslümanlar arasındaki ihtilafları şiddetlendirebilirsen, İngiltere’ye en iyi hizmeti yapmış olacaksın. Biz İngilizler refah ve saadet içinde yaşamamız için, bütün dünya devletlerinde ve müstemlekelerimizde (sömürgelerimizde) fitne ve tefrikalar (ayrılıklar) çıkarmak zorundayız. Osmanlı Devleti ve İran zayıf devirlerini yaşıyorlar. Bunun için senin vazifen; halkı, isyana sevk etmektir. Müslümanların ittihadları (birlik olmaları), muhabbetleri bozulup, kuvvetleri dağılınca, onları rahatça imha ederiz” dedi.

1713 yılında Basra’da bir camiye yerleşen Hempher, daha sonra bir marangoz dükkanında çalışmaya başladı. Suni ve Şiileri inceleyerek aralarındaki farkı öğrenmeye çalıştı. Bundan sonrasını onun ağzından dinleyelim;

“Bizim marangoz dükkânına bir delikanlı arada bir uğrardı. İlm talebesi kıyafetinde ve Arabi, Farisi, Türkçe biliyordu. İsmi Muhammed bin Abdulvehhab Necdi idi.

Bu delikanlı son derece yüksekten konuşan ve gayet asabi biriydi. Osmanlı hükümetine çok sövdüğü halde, İran hükümeti aleyhinde konuşmazdı. Onun dükkân sahibi Abdurrıza ile dostluğunun sebebi, ikisinin de İstanbul’daki halifeye muhalif olmasıydı.

Kendini beğenmiş Necdli genç Muhammed, Kur’an-ı Kerim’i ve sünneti anlama hususunda, nefsine uyardı. Sadece kendi zamanındaki alimlerin ve dört mezhep imamının görüşlerini değil, Ebu Bekr, Ömer gibi sahabe büyüklerinin de görüşlerini hiçe sayardı.

Ben, Necdli Muhammed bin Abdulvehhab ile çok yakın bir arkadaşlık kurdum. Daima onu övüyordum. Bir gün ona: “Sen, Ali ve Ömer’den daha büyüksün. Peygamber şimdi hayatta olsaydı, onları değil seni kendine halife tayin ederdi. Ben İslam’ın senin elin üzerinde yenilenmesini ve yükselmesini umuyorum. İslam’ı cihana yayacak yegane alim sensin” dedim.

Muhammed bin Abdulvehhab ile beraber sahabenin, mezhep imamlarının ve müfessirlerin tefsirlerine muhalif bir şekilde tamamen kendi fikirlerimizle Kur’an-ı Kerim’i tefsir etmeyi kararlaştırdık. Kur’anı okuyor ve bazı ayetler üzerinde konuşuyorduk. Bundan maksadım Muhammed’i tuzağa düşürmek idi. Zaten o da kendini inkılapçı olarak göstermek, itimadımı daha fazla kazanmak için, görüş ve fikirlerimi memnuniyetle karşılardı.

Bir kere; “Cihad farz değildir. Allah “kafirlerle harb edin” buyurduğu halde, nasıl farz olmasın?” dedi.

Bir kere ona; “Mut’a nikâhı caizdir” dedim. O; “caiz değildir” dedi. Ben, “Allah, onlardan faydalandığınıza mukabil, kararlaştırılmış olan mihrlerini verin (Nisa Süresi ayet 24) buyuruyor” dedim. O, “Ömer, peygamber zamanında mevcut olan iki mut’ayı yasak etti ve onu yapanın cezalandıracağını bildirdi” dedi. Ben, “sen hem Ömer’den daha iyi biliyorum diyor, hem de ona tabii oluyorsun. Kaldı ki Ömer, “Peygamber helal ediyordu, ben yasaklıyorum” demiştir. Bu doğru değildi. Sen niye Kur’an ile peygamberin sözünü bırakıp, Ömer’in sözünü tutuyorsun” dedim. O, cevap vermedi. Anladım ki, ikna oldu.

Mut’a nikâhının caiz olduğunu Muhammed bin Abdulvehhab’a kabul ettiren İngiliz Casus Hempher, Müslüman gençleri ifsat (yoldan çıkarmak) etmek için, Müstemlekeler Nazırlığı tarafından gönderilen, Hıristiyan kadınlarından birini ona bir haftalığına nikâhlar. Böylece Hempher dışarıdan, Safiye adlı Hristiyan kadın içerden Necdli Muhammed Bin Abdulvehhab’ı aldatmaya başlarlar. Casus Hempher hatıralarında süreci anlatmaya devam ediyor;

Bir gün ona; “Riyad-ün Nasıhin’de diyor ki; Başlangıçta şarap içmek caiz idi. Hazreti Ömer, Sa’d İbni Ebi Vaka, sahabenin bir kısmı içerlerdi. Sonra Bakara suresinin 219. ayeti inerek, günahın çok olduğu bildirildi. Daha sonra Nisa süresinin 42. ayeti inerek, sarhoş iken namaza yaklaşmayınız! buyuruldu. Nihayet Maide süresinin 93. ayeti gelerek, şarap haram oldu. Hadisi şerifte, “çoğu sarhoş edenin azı da haramdır” ve “şarap içen ile arkadaşlık etmeyiniz! cenazesine gitmeyiniz! ondan kız alıp vermeyiniz!” ve “şarap içmek, puta tapmak gibidir” ve “şarap içene, satana, yapana, verene, Allahu Teala la’net etsin buyruldu” dedim.

Necdli Muhammed; “Bazı rivayetlere göre, Ömer içkiyi su ile karıştırarak içiyormuş ve “sarhoş etmez ise, haram değildir” diyormuş. Ömer’in görüşü doğrudur, çünkü Kur’an’da deniliyor ki, “Şeytan, içki ve kumar ile aranıza adavet ve buğz sokmak ve Allah’ın zikrinden ve namazından alıkoymak ister. Artık bunlardan vazgeçersiniz değil mi? İçki sarhoş etmediği zaman, ayette bildirilen günahlara sebebiyet vermez. Binaenaleyh, içki sarhoş etmediği zaman, haram değildir.” dedi.

Aramızda geçen içki ile alakalı bu münakaşayı Safiye’ye bildirdim ve ona çok kuvvetli bir içki içirmesini tembih ettim. Sonra bana dedi ki; “senin dediğini yaptım içkiyi içirdim, oynadı ve o gece birkaç sefer benimle beraber oldu”. İşte böylece, Safiye ile birlikte Necdli Muhammed’i iyice ele geçirdik.

Müstemlekeler Nazırı ile vedalaştığım zaman bana; “Biz İspanyayı Müslümanlardan içki ve zina ile aldık. Yine bu iki büyük kuvvet ile diğer bütün topraklarımızı da geri alalım” demişti. Bu sözünde ne kadar haklı olduğunu şimdi anladım.

Casus Hempher’in, Necdli Muhammed ile dostluğu bu şekilde gittikçe ilerler. Bu arada İngiliz casusu, namaz, oruç ve diğer dini vecibelerin gereksizliğini kanıtlamak için birçok uğraş verir. Sürekli İngiliz hükümetine rapor verir. Olayın devamını yine Casus Hempher’den dinleyelim;

“Benim vazifem ona, istiklal, hürriyet ve şüpheciliği aşılamaktı. İstikbalinin çok parlak olacağını söyler ve onu çok överdim. Bir gün, şöyle bir rüya uydurdum. “Dün gece Peygamberimizi rüyamda gördüm. Hocalardan duyduğum sıfatlarını da söyledim. Bir kürsüde oturuyordu. Etrafında hiç tanımadığım alimler vardı. Siz girdiniz. Yüzünüz nur gibi parlıyordu. Peygamberin yanına vardığınızda, Peygamber yerinden kalktı ve iki gözünüzün arasını öptü ve “sen benim adaşım, ilmimin varisisin, din ve dünya işlerinde benim vekilimsin” dedi. Sen dedin ki, Ya Resülallah, ben ilmimi insanlara açıklamaktan korkuyorum! Peygamber cevaben, sen en büyüksün hiç korkma dedi”.

Muhammed bin Abdulvehhab, rüyayı duyduktan sonra, sevincinden uçuyordu. Birkaç defa doğru söyleyip söylemediğini sordu. Ben de her seferinde, yemin ederek doğrudur dedim. Zannediyorum ki, o günden sonra, aşıladıklarımı açıklamaya ve yeni bir mezhep (Vehhabi Mezhebi) kurmaya karar verdi.”

Muhammed bin Abdulvehhab, 1738 senesinde Vehhabiliği ilan etti. İngilizlerin siyasi ve askeri yardımları ile Vehhabilik Arabistan’a yayıldı. Vehhabilere inanan Deriyye hakimi Muhammed bin Suud, 1765 senesinde ölünce, oğlu Abdülaziz onun yerine geçti. Abdülaziz bin Muhammed, 1803 senesinde Deriyye camiinde, bir Şii tarafından karnına hançer sokularak öldürüldü. Bundan sonra ise oğlu Suud bin Abdülaziz Vehhabilerin yeni şefi oldu.

Hempher’in anılarındaki birkaç nokta çok ama çok önemlidir. Öncelikle Hempher’e mükemmel bir Arapça ve mukayese yapabilecek derecede mükemmel bir İslamiyet bilgisi öğretilmişti. Hadis ve fıkıh kitapları ile Kur’an-ı Kerim’i karşılaştırmalı şekilde analiz edebilme yeteneğine sahipti. Arapçayı çok güzel kullanıyor, daha henüz İngiltere’de iken Habil ile Kabil’in hikâyesini bile biliyordu. İngiliz zekâsı, ilim ve kurnazlık ile birleşince yeni bir mezhep yaratılıyordu.

Vehhabiler ilk olarak 1791 senesinde, Mekke Emiri Şerif Galib Efendi ile harp etti. Vehhabilik hareketinin Osmanlılar için önemli bir sorun durumuna gelmesi üzerine Sultan II. Mahmud, Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’yı sorunu çözmekle görevlendirdi. Mehmet Ali Paşa, oğlu Tosun Paşa komutasındaki orduyla Mekke, Medine ve Taif’i Vehhabilerin elinden kurtardı (1812-1813). Daha sonra bizzat Emir Abdülaziz’in üzerine yürüdü. Emir Abdülaziz’in ölümü (1814) üzerine Vehhabiler ağır bir yenilgiye uğradı. Nihayet Mehmet Ali Paşa’nın kumandanı İbrahim Paşa, Abdülaziz’in yerine geçen oğlu Abdullah ve çocuklarını esir ederek İstanbul’a gönderdi. Bunların İstanbul’da asılarak öldürülmeleri (17 Aralık 1819) ile Vehhabilik hareketinin ilk dönemi kapanmış oldu.

Vehhabiliğin kurucusu olan Muhammed bin Abdulvehhab ile Fetullah Gülen arasındaki benzerliklere lütfen bir göz atalım. FETÖ liderinin Peygamber efendimizi rüyasında sıkça görmesi, kamyonete bindirip dolaştırması, Türkçe olimpiyatları sırasında salonda olduğunu iddia etmesi ve hatta himmet toplantılarındaki hazirun listelerine O’nun isminin yazılması İngiliz Ajanı Hempher’in rüyasına ne kadar benziyor değil mi?

Şimdi gelelim Osmanlı pamuğunu ele geçirmek için sergilenen ikinci ve üçüncü adımlara. Vehhabilik mezhebi yaratılıp 18. Yüzyılın ortalarından itibaren Arap yarımadasında Osmanlı devletinin başı ağrıtılırken, 1789 Fransız Devrimi’nden itibaren bu defa benzer sıkıntılar Balkanlarda başladı.

1804’de Sırp İsyanı, 1806-1812 arasında Osmanlı Rus savaşı, 1821-1829 arasında ise Mora İsyanı yaşandı. 1827 yılında Navarin’de Osmanlı donanması Ruslar tarafından yok edilirken, 1828-29’da yeni bir Osmanlı-Rus Savaşı patlak verdi ve nihayetinde 1830’da Yunan Krallığı kuruldu. Osmanlı’nın Avrupa toprakları çeyrek asır boyunca bu türden isyan ve savaşlara sahne olup durdu.

Aynı dönem içerisinde Osmanlı’nın önemli bir huzur havzası durumundaki Mısır’da iç karışıklıklar başladı. Bir Osmanlı valisi olan Kavalalı Mehmet Ali Paşa 1831 yılında Osmanlıya başkaldırıp isyan etti.

Arap Yarımadası, Balkanlar ve son olarak Mısır’da yaşanan olumsuzlukların tek sebebi aslında Osmanlı topraklarını parçalayıp, tarımsal açıdan verimli topraklar üzerine yerleşmekti. Bu durum gerçekleşmeyince, daha basit bir çözüm yolu arandı ve neticede pamuk başta olmak üzere diğer Osmanlı ürünlerinin yurtdışına ihraç edilmesine imkân tanıyan Baltalimanı Ticaret Antlaşması imzalandı.

1838 öncesinde Osmanlı Devleti hem ithalat hem de ihracat üzerinden %3 oranında gümrük vergisi al­maktaydı. Ayrıca, yerli ve yabancı tüccarlar, mallarını imparatorluk içinde bir bölgeden diğerine taşırken %8 oranında iç gümrük vergisi ödemek zorundaydılar. 1838 Baltalimanı Ticaret Antlaşması ihracata uygulanan vergileri %12’ye çıkartırken, ithalattan alınan vergi oranlarının da % 5’e yükseltilmesine sebep oldu. Ancak, yerli tüccarlar iç gümrük vergisini ödemeye devam ederken, yabancı tüccarlar bu uygulamanın dışında bırakıldı. Böylece yabancı tüccarlar önemli bir ayrıcalık elde etmiş oluyorlardı.

1780’de Sanayi Devrimini başlatan İngiltere, kendisine gereken hammaddeleri bu şekilde kolaylıkla elde etmeyi başarıyordu.

Osmanlının en önemli ikinci doğal kaynağı ise o yıllarda önemi gittikçe artan “petrol” idi. Ortadoğu petrolleri, dünya petrol rezervlerinin yüzde 65’ini; Ortadoğu’nun diğer bir ekonomik kaynağı olan doğal gaz ise dünya doğal gaz rezervlerinin yüzde 26’sını oluşturmaktadır.

Deutsche Bank tarafından kurulan Şark Demiryolları Şirketi Basra Körfezi’ne bağlanacak demiryolunun yapımı için ilk imtiyazı 1888’de elde etmiş, 1903’te yenilenen anlaşma ile de ilgili şirkete demiryolunun her iki yanındaki 20 km’lik şeritte maden ve petrol arama izni verilmişti.

Gittikçe güçlenen Almanları denizde yenmenin gerekli olduğunu ve bunun için donanmanın modernleşmesi gerektiğini düşünen Churchill ve Amiral Fisher, petrolün İngiliz donanması için elzem olduğuna inanıyordu. İngiltere açısından petrol, savaşın en hayati nesnesi ve bir devlet meselesi haline gelmişti.

Britanya Hükümeti 1913 yılında donanmanın ihtiyacı olan yakıtın gelecekte sürekli ve bağımsız olarak sağlanmasının hayati bir önem taşıdığını belirterek ülke içindeki ve ülke dışındaki güvenilir petrol kaynakları üzerinde ülkenin etkili konuma gelmesini sağlayacak yollar bulunmasına karar verdi.

Petrolün gerek deniz ulaşımında gerekse sanayide yakıt olarak kullanılacak önemli bir meta durumuna gelmesi, İngiltere başta olmak üzere diğer bazı Batılı devletlerin Osmanlı devletine yönelik paylaşım hayallerini had safhaya çıkardı.

1909 yılında 31 Mart vakası ile 2. Abdülhamit’in tahttan indirilmesi, İttihat Terakkiciler tarafından Osmanlı’nın ilk olarak 1912 yılında Balkan Savaşlarına, ardından da 1914’de I. Dünya Savaşı’na sokulması büyük çöküşü getirdi.

İttihat Terakkici vatan hainlerinin Osmanlı’yı yıkmasının üzerinden bugün yaklaşık 100 yıl geçti.

Türkiye bugün yepyeni bir evreye geçti. Bizler, Lozan’da bize kerhen bırakılan çorak toprakları azim ve kararlılığımızla bahtiyar kılmayı başardık.

Petrol ve Doğalgaz boru hatları (TANAP, Mavi Akım, Türk Akımı; BAKÜ-CEYHAN TİFLİS BORU HATTI), Yavuz Sultan Selim Köprüsü, 3. İstanbul Havalimanı Türkiye’ye çağ atlattığı gibi çağın kendisini de değiştirdi, değiştirecek.

Hiç kimsenin dikkatini çekmiyor ama Trans Asya Demiryolu Hattı ile İPEK YOLU yeniden kuruluyor.

Bundan sonra Çin ve Hindistan başta olmak üzere tüm Doğu toplumlarının malları demiryolları vasıtasıyla hızlıca Avrupa’ya akacak. Konteyner taşımacılığı bitecek, gemi şirketleri, sigorta şirketleri, bankalar, Avrupa’daki liman, gümrük ve antrepo işletmeleri birer birer iflas edecek, Doğu toplumlarının ürünleriyle rekabet edemeyen tüm fabrikalar kapanacak, Avrupa’da işsizler ordusu oluşacak.

15 Temmuz’da FETÖ mensuplarınca yapılan askeri darbenin hangi amaçla yapıldığı herhalde artık daha iyi anlaşılacaktır. Bu darbe, Batılılar açısından Türkiye, Türklere terk edilemeyecek kadar önemli bir konuma geldiği için gerçekleştirildi.

Türkiye’de iç savaş çıkartılacak, milyonlarca vatandaşımız ölecek, vatan toprakları Batılılarca ameliyat masasına yatırılıp paramparça edilecekti.

Hempher’dan Fetullah’a değişen hiçbir şey yok.

Düşman aynı düşman, hain aynı hain.

Allah bu devlete ve millete zeval vermesin…

Dr. Mehmet Hakan Sağlam

Bunada Bakın

SİZLER; MUSTAFA KEMAL’İN DEĞİL ASKERLERİ, İTİNİN PİSLİĞİ BİLE OLAMAZSINIZ…

(Article 258 – 05.09.2019) Son dönemde Türkiye’de yaşanan bazı olaylar toplumun giderek kutuplaştığını ve bu …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Hacker Blog Hack Haber