Anasayfa / Makaleler / BU COĞRAFYANIN DELİSİ!

BU COĞRAFYANIN DELİSİ!

(Article 096-01.08.2016)

Lozan’da Türklere Biçilen Rol …

100 yıl önce Lozan’da Türklere biçilen rol, kendisine bırakılan bu topraklarda tarım ve hayvancılık yapması yönündeydi. Zira Osmanlının en verimli toprakları elinden gittiği gibi, petrol ve doğalgaz içeren topraklarımızda içimizdeki hainlerce Batılı istilacılara peşkeş çekilmişti. Bu durum yıllar boyu bu şekilde sürdü gitti. Lozan demişken hemen geçmeyelim. Bu ihanet belgesini her Türk vatandaşının satır satır okuması gerekiyor. Lozan Antlaşması’nın orijinal metni internette var, herkes rahatlıkla ulaşabilir. Bu belgeyi okuyalım ki; Mısır, Sudan, Yemen, Arabistan, Bağdat, Basra, Musul, Kerkük, Halep, Şam, Beyrut, Kudüs, Filistin, Kıbrıs, Rodos, Midilli, Batı Trakya, 12 Adalar, Çanakkale ve İstanbul Boğazlarının ve daha yüzlerce Türk toprağının elimizden nasıl kopartıldığını görüp öğrenelim. Okuyalım ki bu anlaşmaya imza koyan İsmet İnönü ve onu TBMM’de onaylayan vatan hainlerinin bize nasıl bir zincir taktığını öğrenelim. Bu şerefsiz vatan hainleri, yukarıda bahsettiğim kutsal vatan topraklarımızı Batılılara peşkeş çekmekle kalmamış, uğruna 254 bin şehit verilen ve düşmanın sahilden içeriye adım dahi atamadığı Çanakkale’deki Arıburnu’nu da İngiliz toprağı yapmıştır. Lozan anlaşmasında Çanakkale Boğazı’nın en stratejik noktası olan Arıburnu’nu İngiliz toprağı yapanlara hainlik ithamı sanırım çok hafif kalır. Mustafa Kemal’in çıkartmada ölen Anzaklı askerlerin ailelerine yönelik meşhur bir sözü vardır; “Bu memleketin toprakları üzerinde kanlarını döken İngiliz, Fransız, Avustralyalı, Yeni Zelandalı, Hintli kahramanlar! Burada, dost bir vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükun içinde uyuyunuz. Sizler Mehmetçikle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır, huzur içindedir ve rahat uyuyacaklardır. Onlar bu topraklarda canlarını verdikten sonra artık bizim evlatlarımız olmuşlardır”.

Ben Mustafa Kemal’in bu sözü, bazı annelerin yüreğini serinletmek için söylediğini sanıyordum. Lozan’ın detaylarını öğrendikten sonra Türk toprağını işgal etmeye gelen ve Mustafa Kemal’in “kahramanlar” dediği, benim ise üzerine basa basa “düşman” olarak isimlendirdiğim kişilerin Lozan’da kendilerine peşkeş çekilen İngiliz toprağında rahat rahat uyuduklarını anladım.

Türkiye’nin miladı…

1974 Kıbrıs Barış Harekâtı hem Türkler hem de Batılılar açısından bir milattır. Çünkü 1923 yılında sınırlarının dışına çıkmayacağı hususunda Katolik yemini ettirilen Türkiye, bu yeminini bozmuş ve aradan yaklaşık yarım asır geçtikten sonra ilk defa topraklarını genişletmek arzusuyla Kıbrıs’a ayak basmıştır. Bu hareket tüm dikkatleri aniden Türkiye’nin üzerine çevirmiş ve ellerine geçen her fırsatta bizlerden bir şey kopartmayı ilke edinen Batılılar Türkiye’ye karşı ambargo başlatmışlardı. (Tıpkı Kırım’ı topraklarına katan Rusya’ya şimdilerde yaptıkları gibi).

1974 yılının Türkiye’sinde iğneden ipliğe her şey ithal ediliyordu. Ülkede üretim yoktu olanlarda zaten sınırlıydı. Ekonomik ve askeri ambargolar etkisini hemen gösterdi ve ülkenin her köşesinde benzin, elektrik ve tüp başta olmak üzere un, şeker, yağ, yiyecek ve ilaç sıkıntısı yaşandı. Ekonomik sıkıntılar, hammadde yokluğu, duran üretim, işsiz kalan insanlar, sendikal eylemler ve müthiş bir toplum mühendisliği çalışması neticede sağ-sol çatışmalarını yarattı. Emperyal bir Türkiye’nin ilk adımı olan Kıbrıs Barış Harekâtı, başta İngiltere olmak üzere Amerika’yı endişeye sevk etti. MI6 ve CIA’nin mutfağında hazırlanan sağ-sol çatışmaları, yaklaşık beş yıl boyunca ülkeyi bir uçtan bir uca kasıp kavurdu. Sosyalizmi istemeyen Ahmet ile kapitalizme göğüs geren Mehmet birbirine kurşun sıktı ve binlerce genç telef olup gitti.

Ortadoğu’da değişen dengeler…

Derken 1980’de Ortadoğu’da dengeler bir anda değişti ve İran-Irak Savaşı patlak verdi. Humeyni sürgünde bulunduğu Paris’ten uçakla Tahran Havaalanı’na indi. İranlı öğrenciler Amerikan büyükelçiliğini işgal etti ve elçilik görevlilerini rehin aldı. Gerek İran, gerekse Irak’taki Amerikalı ve diğer Batılı ülke vatandaşlarının tahliyesi ve bu iki ülkeye karşı olası bir askeri operasyonda İncirlik üssünün kullanılabileceği ihtimali Türkiye’ye olan ihtiyacı arttırınca, bir Amerikan projesi olan 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi gerçekleşti. Amerikalıların verdiği istihbaratlarla ülkedeki tüm sağcı ve solcular bir günde toplandı ve Türkiye’de sağ-sol çatışması diye bir şey kalmadı.

Ancak Türkiye rahat bırakılmamalıydı. Ne yapıp ne edilip yeni bir sorun yaratılmalı ve ülkenin sinerjisi başka alanlara kaydırılmalıydı. Öyle de oldu. Yeni sorunun adı; ASALA idi. Bu örgütü yaratan ekibin başında ise Fransa ve Amerikan istihbaratı vardı. ASALA 1979 ile 1983 yılları arasında çok sayıda eylem yaptı. Ermeni teröristler, 21 ülkede, toplam 110 terör eylemi gerçekleştirdi. Bu saldırılarda 42 Türk diplomat ve 4 yabancı ülke vatandaşı hayatını kaybetti. ASALA, Türkiye içindeki ilk terör eylemini ise 7 Ağustos 1982’de Ankara Esenboğa Havalimanı’nda gerçekleştirdiği bombalı saldırıyla yaptı. Saldırıda 9 kişi öldü, 72 kişi yaralandı. Ermeni teröristler yakalandı ve hemen idam edildi. Bu örgüt, hayatının en önemli hatasını Temmuz 1983’de Paris Orly Havaalanı’nda Türk Hava Yolları kontuarını bombalamak suretiyle yaptı. Tarihe Orly Katliamı olarak geçen bu saldırıda 8 Fransız ölüp, 52 kişi yaralanınca ASALA’nın ipi bir anda çekiliverdi ve Türkiye’nin bu örgütle mücadelesine hiçbir şekilde yardımcı olmayan Batılılar, işin ucu kendilerine dokununca ASALA’ya verdikleri desteği bir anda kesti ve bu örgütü tarihin tozlu yapraklarına gömüverip gitti.

Türkiye’ye yeni ve ciddi bir sorun lazım…

ASALA terörü nihayete erince Türkiye rahat bir nefes aldı. Fakat bu rahatlık Türklere fazlaydı. Öyle bir şey yaratılmalıydı ki, yaratılan problem sadece Türkiye’ye zarar vermeli, Avrupa’ya kesinlikle bulaşmamalıydı. Yeni bir toplum mühendisliği çalışması başladı. Bu sefer masanın etrafındaki aktörlerin sayısı biraz daha arttı. Amerikan CIA, Alman BND, İsrail MOSSAD, İngiliz MI6 ve Fransız DGSE teşkilatları muhteşem bir eser ortaya çıkardı: PKK.

PKK ilk silahlı eylemini 15 Ağustos 1984’de Eruh ve Şemdinli’de gerçekleştirdi. O tarihten bu tarihe kadar devam eden eylemlerde yaklaşık 40 bin kişi hayatını kaybetti. Yol, baraj, okul, hastane ve eğitim yatırımlarına harcanacak 350 milyar dolar para Amerikan, İngiliz, İsrail, Alman ve Fransız silah üreticilerinin cebine gitti. PKK’nın tasarımcıları her detayı çok iyi düşünmüş, her eylemi çok güzel planlamıştı. Yeri gelince silahsız askerler kurşuna diziliyor, yeri gelince siviller öldürülüyor, Kürt, Alevi, Türkmen, Süryani ve Arap etnik unsurlara yönelik her eylemde yeni düşmanlıkların tohumu atılıyordu. Her eylemin bir amaç ve hikayesi, belli kesimlere yönelik mesajı vardı. Hatta öyle bir dönem geldi ki artık mücadeleden vazgeçildi ve iş oluruna bırakıldı.

En Belalı Yıl…

1993 çok kötü, sisli ve karanlık bir yıl olarak geçti. Faili meçhuller, suikastler, büyük şehirlere yayılan terör hareketleri, bombalamalar, kaos ve karışıklıklar hep bu yılda yaşandı. Bu yıl, aynı zamanda PKK terörünün barışçıl bir şekilde sona erdirilmesi ve sonrasında Kuzey Irak ile Türkiye’nin birleşmesini savunan Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın, bu iş için Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis’i bizzat görevlendirdiği yıldır. Türkiye’nin 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan sonra emperyal arzularını bu defa “Musul ve Kerkük için telâfuz etmeye başlaması malum ülkeleri çok rahatsız etti. Eşref Bitlis, bu sırada PKK terörünün barış yoluyla sona ereceğini savunuyor ve bölgenin ileri gelenleriyle çözüme yönelik görüşmeler yürütüyordu. Bitlis Paşa 7 Şubat 1993’de; “İncirlik Üssü‘nden kalkan ABD uçakları, PKK’ya yardım dağıtıyor.” şeklinde bir açıklama yaptı. Bu açıklamadan 10 gün sonra, Eşref Bitlis’in uçağı henüz aydınlatılamayan! nedenlerle 17 Şubat 1993’de Ankara’nın göbeğinde düştü ve Bitlis Paşa şehit oldu. Daha sonra Bitlis’in ekibi içinde yer alan Rıdvan Özden ve Bahtiyar Aydın gibi bazı yüksek rütbeli askerlerde görevleri başında öldürüldü. Bu değerli insanlar öldürüldükten sonra sıra haddini aşarak “Musul ve Kerkük’e girelim” diyen Özal’a gelmişti. Eşref Bitlis’in ölümünden tam iki ay sonra Cumhurbaşkanı Özal Çankaya köşkünde zehirlenerek öldürüldüğünde tarihler 17 Nisan 1993’ü gösteriyordu. Operasyon tamamlanmıştı.

Kaos ve çöküş…

Özal’ın ölümü bir anda tüm dengeleri değiştirdi. Süleyman Demirel Doğru Yol Partisi’ni Tansu Çiller’e teslim ederek Çankaya’ya çıktı ve çok arzuladığı Özal’ın koltuğuna oturdu. 1993-2001 arası dönem Türkiye’nin çöküş dönemidir. Peş peşe kurulup yıkılan hükümetler, koalisyonlar, erken seçimler, ekonomik krizler, terör eylemleri, kentlerde egemen olan mafya gruplanmaları, bunlarla işbirliği yapan siyasiler, emniyetçiler, basın ve medya mensupları, tüm bunların üzerinde askeri vesayetin muazzam baskısı, kaybolan devlet otoritesi, duran ekonomi, yüzde 400’lere dayanan devlet iç borçlanma faizleri, yüzde 7500’lere ulaşan bankalar arası gecelik borçlanma oranları, Ahmet Necdet Sezer denilen adamın Cumhurbaşkanlığına seçilmesi, bu adamın Milli Güvenlik Kurulu toplantısında dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’e Anayasa kitapçığını fırlatması, bunu takiben yaşanan Türkiye’nin en büyük ekonomik krizi, Kemal Derviş’in Türkiye’ye gelmesi, siyasilerin entrikaları, boşaltılan kamu bankaları, batan bankaların devlet hazinesine yüklediği 250 milyar dolar maliyet ve daha neler neler.

Türk halkı sifonu çekti!…

2002 seçimleri işte tam da böyle bir ortamda yapıldı. Seçim sonuçlarını en güzel ifade eden başlığı ise Fransız Le Figaro gazetesi attı; “Türkler bağırsaklarını boşalttı”.

O güne kadar hiç kimsenin önemseyip dikkate bile almadığı bir parti, diğer partilerin toplumda yaratmış olduğu çözümsüzlük ve problem yaratma geleneğinden bıkan Türk halkının genel desteğini alarak iktidara geldi. Bu partinin adı Adalet ve Kalkınma Partisi idi.

12 yıllık AKP iktidarının yaptıklarını burada anlatmaya sayfalar kifayet etmez. 35 milyar dolar olan ihracatın 160 milyara, 27 milyar dolarlık döviz rezervinin 135 milyara, 250 milyar dolarlık yurtiçi hasılanın yaklaşık bir trilyon dolara dayanması, Yavuz Sultan Selim’in 1517 yılında Mısır’dan getirdiği 283 ton altınla dolan devlet hazinesinin aradan 497 yıl geçtikten sonra ilk defa 2014 yılında 560 ton altın seviyesine yükselmesi, eğitim ve sağlık konusunda yapılan reformlar, Uluslararası Para Fonu’na olan 27 milyar dolarlık borcun sıfırlanması ve üstüne üstlük IMF’ye 5 milyar dolar borç verilmesi, karayolu, havalimanı ve demiryolu yatırımları, Marmaray ve Avrasya projesi, üçüncü havalimanı, Yavuz Sultan Selim ve Osman Gazi Körfez Geçiş Köprüsü yatırımları, Türk vatandaşlarına yönelik seyahat vizelerinin kaldırılması, Türkiye’nin bölge ve dünya genelinde artan itibarı ve daha niceleri.

Borç Türk’ün kamçısıdır…

Bu noktada olaya farklı bir cepheden bakmakta fayda vardır. Osmanlı ekonomisi provizyonist bir anlayışla yönetiliyordu. Peki nedir provizyonizm? Provizyonist politikaya göre toplumun refahı her şeyin üstünde gelir ve ülkede üretilen her türlü mal ve ürün, ülke vatandaşlarının tümünün talep ve ihtiyaçları karşılanıncaya kadar ihracata konu olamaz. Basit bir örneklemeyle Osmanlı ülkesinde bu yıl 500 bin ton buğday üretilmişse ve ülke insanlarının toplam talebi 450 bin ton ise, yabancıların önereceği fiyat ne olursa olsun ancak ve ancak 50 bin ton buğday ihracatı söz konusu olabilir. Çünkü aksi durum ülke içinde buğday kıtlığı yaratır ve fiyatlar genel seviyesi yükselir. Benzer durum diğer mallar içinde söz konusu olduğunda, Osmanlı’nın “galâ-yı es’ar” bizim ise “enflasyon” dediğimiz olay meydana gelir. İşte bu provizyonist ekonomi politikası Osmanlı’da yaklaşık 450 yıl boyunca çok düşük düzeyde enflasyon yaşanmasına, fiyatlar genel seviyesinin fazla yükselmemesine ve halkın refah seviyesinin stabil kalmasına imkân tanımıştır. Ne zamana kadar? Baltalimanı Ticaret Anlaşmaları serisinin imzalandığı 1838 yılına kadar.

Bu anlaşma, Osmanlı’nın “yedd-i vahit” sistemine yani tekel uygulamasına son vermiş, Osmanlı topraklarında üretilen her türlü emtianın serbest ihracatını engelleyen provizyonist ekonomi politikasını sona erdirmiştir. Provizyonist iktisat politikasına son verilmesi fiyatlar genel seviyesini yükseltmiş, Osmanlı ekonomisi asırlar sonra ilk defa bütçe açıkları ile tanışmış ve 1854 Kırım Savaşı’nı finanse etmek amacıyla tarihinde ilk kez yabancı bir devletten borç almak zorunda kalmıştır.

“İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” esası üzerine inşa edilen provizyonist iktisat politikası sayesinde enflasyon, Osmanlı tarihinde 450-500 yıl boyunca toplamda yüzde 300 oranında arttığı halde, 80 yıllık Cumhuriyet tarihinde yüzde 100 milyon olarak gerçekleşmiştir.

1854 yılında İngiltere’den alınan 5 milyon Osmanlı altını tutarındaki borcu, 20 yıl içerisinde birbiri peşi sıra 16 borç anlaşması daha takip etmiş ve tarihler 1874 yılını gösterdiğinde Osmanlı devleti borçlarını ödeyemediği için iflas bayrağını çekip moratoryum ilan etmiştir. 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı, Osmanlı’yı yeni finansman arayışına itmiş, dış piyasalardan para bulunamayınca Galata Bankerleri’nden borç alınmış, savaşın hemen sonrasında ise iç piyasadan alınan bu borcun ödenmesi için Rüsûm-ı Sitte İdaresi kurulup altı adet vergi kaynağı bu idareye tahsis edilmiştir.

Ardından 1881 yılında yabancı alacaklıların Osmanlı Devleti’nden alacaklarını tahsil etmek amacıyla Düyun-ı Umumiye İdaresi denilen günümüzün IMF’si oluşturulmuştur. Bu İdare, 1881 yılından 1914 yılına kadar Osmanlı borçlarını misliyle tahsil etmiş, alamadığı tutarları ise Lozan Antlaşması’nın ilgili maddeleri uyarınca Türkiye Cumhuriyeti’nin sırtına yıkmıştır.

Tarihler 1954 yılını gösterdiğinde yani Osmanlının ilk defa dış borç almasının üzerinden 100 yıl geçtikten sonra Adnan Menderes hükümeti bu borçları sıfırladı. Batılılar açısından böyle bir şey kabul edilebilecek bir durum değildi. Borçsuz bir Türkiye söz konusu bile olamazdı. Türkiye’nin bir an önce borçlandırılması ve ülke ekonomisinin tekrardan Batılıların kontrolüne girmesi gerekiyordu. 1956-58 yılları arasında dış kredilerin olanaklarının kısılması dış ticaret açığını giderek arttırmaya başladı. 1958 yılına gelindiğinde ticari nitelikteki dış borçlar ödenemez duruma geldi. Ağustos ayında çok yüksek oranlı bir devalüasyon yapılarak Amerikan doları Türk lirası karşısında 2,80 TL’den 9 TL’ye yükseldi. Menderes’in Rusya ile yakınlaşması Amerika başta olmak üzere Batılıları oldukça sinirlendirdi ve bunun sonucu olarak 27 Mayıs 1960 Askeri Darbesi yaşandı. Türk halkının en sevdiği devlet adamlarından biri olan Başbakan Adnan Menderes idam edildi ve Türkiye’nin tarım toplumundan sanayi toplumuna geçiş yapmaya başladığı süreç sona erdirildi.

Darbe hükümetinin ilk işi 1961 yılında IMF ile birinci Stand-by anlaşmasını imzalamak oldu. Türkiye aradan geçen yarım asır boyunca IMF ile toplam 19 Stand-by anlaşması imzaladı ve 2002 yılına gelindiğinde borcu 27 milyar dolara dayandı. İşte bu borç, 2013 Mayıs’ında AK Parti hükümetince ödenip, üstüne üstlük IMF’ye 5 milyar dolarda borç verildi. Türk tarihinde böyle bir durum 175 yıl sonra ilk defa gerçekleşiyordu. Üstelik ülke son 12 yıldır büyüme oranında dünyanın ilk üç ülkesi arasındaydı.

Laftan anlamayan adam…

Bu Türkler artık fazla oluyordu. Ülkedeki tüm bu gelişmelere sebep olan kişi ise Başbakan Erdoğan’dı. Bu adamın bir an önce ortadan kaldırılması gerekiyordu. Kurtlar Meclisi tekrardan toplandı ve büyük bir ittifak yapıldı. Dış aktörler aynıydı: Amerika, Fransa, Almanya, İngiltere ve İsrail. Bu sefer koalisyon biraz daha genişletildi ve iç aktörlerde kullanıldı. Ülke içi koalisyonda; merkez medyanın yöneticileri, ulusalcılar, sosyalistler, milliyetçi muhafazakarlar, eski Türkiye’nin işadamları, işi bozulan sanayicileri, devlete borç para veren rantiyecileri ve PİÇ/FETÖ (Paralel İhanet Çetesi / Fethullahçı Terör Örgütü) yapılanmasının emniyet, yargı ve medya dahil tüm aktörleri yer alıyordu.

İlk iş olarak 31 Mayıs 2013 günü Gezi Olayları tertip edildi. Göstericiler 15 gün boyunca Türkiye’de büyük şehirlerinde terör estirdi. Ardından 17-25 Aralık 2014 Yargı Darbesi düzenlendi. Bazı hükümet üyeleri yolsuzlukla suçlandı, belediye başkanları, Türkiye’nin en önemli yatırım projelerinin müteahhitleri düzmece iddialarla gözaltına alındı. Ardından Başbakan’ı ve MİT müsteşarı Hakan Fidan’ı vatana ihanet suçlamasıyla tutuklamaya yönelik girişimlerde bulunuldu. Fakat hiçbir operasyon Erdoğan’a olan halk desteğini azaltmadı, aksine arttırdı. İç ve dış güçlerin hiçbir oyunu para etmiyordu.

15 Temmuz 2016 Darbe Kalkışması ise Cumhurbaşkanı Erdoğan ve ailesini doğrudan doğruya hedef alan ve yıllar boyu tartışılacak çok önemli bir terör eylemidir.

Şimdi gelelim bu darbenin asıl nedenine; Öncelikle 15 Temmuz günü yaşananlar asla ve asla iktidarı ele geçirmek amacıyla yapılmamıştır. Bu hainler güruhunun asıl amacı “iç savaş” çıkarmak suretiyle Türk Devleti’ni yok etmekti. Dünya ülkelerinin Türkiye’de yaşanan darbe girişimi karşısında sergilediği tutum bu yorumun ne kadar doğru olduğunu fazlasıyla ortaya koymaktadır. Her şeyden önce şunu belirtmekte fayda vardır; bu eylem asla başarısız bir darbe girişimi değildir ve her şey tam da istenildiği şekilde icra edilmiştir.

Darbe girişimi MİT tarafından deşifre edildiği için darbe saatinin saat 22.00’ye çekildiği iddiaları da doğru değildir. Darbecilerin eğer öyle bir korkuları olsaydı 1500-2000 kişinin tutuklanmasını hiçbir şekilde önemsemez, “kalan sağlar bizimdir” ilkesiyle bu darbeyi sabaha karşı saat 03.00’de yapar ve büyük ihtimalle başarı da elde ederlerdi.

Bu darbecilerin esas amacı darbeyi olabildiğince görünür şekilde ve insanların gözüne soka soka akşam vakti yapmak, bu şekilde darbe olduğunu toplumun tüm kesimlerine bir anda duyurmak, insanları sokağa dökmek ve farklı düşünce yapısına sahip insanları birbiriyle çatıştırmaktı. Şimdi bu darbenin başarılı ve başarısız taraflarını lütfen iyi analiz edelim;

Darbe, 15 Temmuz akşamı saat 22.00’de İstanbul trafiğinin en sıkışık olduğu noktada yani Boğaziçi Köprüsü’nde medyaya servis edildi. Bu aşamada darbenin birinci adımı başarıyla sonuçlandı.

Boğaziçi Köprüsü’nün tanklar tarafından kapatılmasının üzerinden henüz bir dakika dahi geçmemişti ki bu darbe girişiminden tüm Türkiye haberdar oldu. İkinci adım da başarıyla sonuçlandı.

İnsanlar bir anda bu darbeye tepki koyup hızla sokaklara dökülmeye başladı. Üçüncü adım da başarıyla sonuçlandı.

Şimdi buraya kadar yazdığım adımlar bu darbenin başarıyla sonuçlanan ve darbeciler tarafından planlandığı şekilde gerçekleşen adımlarını göstermektedir.

Gelelim darbeciler tarafından planlanan ancak gerçekleşmeyen dördüncü ve beşinci adımlara;

Dördüncü aşamada sokağa dökülen insanların farklılaştırılması ve birbirine düşürülmesi hedeflenmişti. Erdoğan’a destek veren milliyetçi ve muhafazakar kesimler ile darbeye destek verecek ulusalcı ve sol gruplar karşı karşıya getirilecekti. “Erdoğan gitsin de ne olursa olsun” ya da “Erdoğan gitsin de Türkiye’ye ne olursa olsun” düşüncesindeki Gezi tandanslı gruplar darbecilerin yanında dururken, Erdoğan ve AK Partidestekçileri darbecilere ek olarak sol düşüncedeki insanlarla da çatışmaya başlayacaktı. (2013 yılında Mısır’da Mursi’ye karşı gerçekleşen darbe esnasında yaşanan sokak çatışmalarına ne kadar benziyor değil mi?)

Beşinci aşamada polis ve asker kendi içinde bölünüp olaya müdahil olacak, Doğu ve Güneydoğu’da ise dış güçler tarafından olabildiğince desteklenecek PKKterör örgütü büyük bir kalkışma başlatacaktı. Neticede Türkiye’de çok şiddetli bir iç savaş başlayacak, işin sonunda ise Türkiye CumhuriyetiDevleti parçalanacak, tarih sahnesinden yok olup gidecekti.

2002 yılından beri çok büyük başarılara imza atan, on binlerce kilometre otoban, onlarca yüzlerce baraj, nükleer santral, köprü, havaalanı, tünel ve liman inşa edip, milli gelirini 3 kat arttıran ve Avrupa’nın en hızlı büyüyen ekonomisine sahip ülkesi konumundaki Türkiye, bir anda Irak ve Suriye gibi olacaktı. Milyonlarca insan ölüp gidecek, tıpkı Irak ve Suriyeliler gibi mülteci durumuna düşecektik (tabi eğer bizi kabul edecek bir ülke bulabilirsek!).

PİÇ/FETÖ Yapılanması…

Hiç kimse yanlış tarafa bakmasın. Bu darbe, PİÇ/FETÖ lideri Fethullah Gülen denilen BINGILDAK BEYİNLİ eblehin planlayabileceği bir şey değildir. Darbe akşamı Ankara ve İstanbul üzerinde uçurulan F16 uçaklarına havada yakıt ikmali yapan tanker uçaklarını İncirlik üssünden kaldıran ABD’nin ihaneti ortadadır. Lojistik destek ABD’den olur da, Mısır’daki darbenin birebir benzeri olan 15 Temmuz darbesinin planlaması CIA’den olmaz mı? ABD, Almanya, İngiltere, İsveç, Avusturya ve Fransa gibi ülke bozuntularının 15 Temmuz 2016 Darbe Kalkışması’ne verdiği açık ve gizli destekler kabul edilebilecek gibi değil. Benim bildiğim Erdoğan bu ikircikli tavırları hiç ama hiç unutmaz. Herkese gereken cevabı verecek, herkese hak ettiği şekilde davranacaktır.

Türk halkının vatan aşkı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a olan sevgisi bu askeri kalkışmayı akamete uğrattığı gibi Türkiye’nin siyasi, askeri ve politik yaşantısını da kökten değiştirdi. Erdoğan’ın liderliği, Türkiye’yi ekonomik açıdan oldukça üst seviyelere getirirken, demokratik olgunluk açısından dünyanın zirvesine yerleştirdi.

Artık Türk demokrasi tarihini kaleme alacak araştırmacı ve yazarlar tek bir ayrımı esas alacaktır; 15 Temmuz 2016 öncesi ve 15 Temmuz 2016 sonrası.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın muhtemelen 9 Ağustos 2016 tarihinde Putin ile yapacağı görüşme bu açıdan son derece önemli. Her iki lider de oyunun farkında. Türkiye’de PİÇ/FETÖ mensuplarınca tertip edilen askeri kalkışma hareketinin görünür hedefi ERDOĞAN ve TÜRKİYE, geri plandaki hedefi ise PUTİN ve RUSYA’dır. 15 Temmuz darbesi ile öncelikle Türkiye’de iç savaş yaratılıp Türkiye bölünecek, ardından Rusya ve Türkiye’nin savaşa girmesi temin edilecekti. Bölünmüş bir Türkiye ve yorgun bir Rusya ise Ortadoğu başta olmak üzere, Rus ve Kafkas coğrafyasının yeniden yapılandırılmasına, Kafkas ve Rus sahasındaki petrol ve doğalgaz kaynaklarının paylaşılmasına, bu coğrafyanın önümüzdeki bir yüz yıl daha perişan olmasına olanak sağlayacaktı.

Geçen sene Türkiye sınırını ihlal eden Rus uçağının PİÇ/FETÖ mensubu olan ve darbe sonrasında tutuklanan pilotlarca düşürülmesinin esas nedeni şimdi daha iyi anlaşılıyor değil mi?

Allah devletimize ve Cumhurbaşkanımıza uzun ömür versin.

Bunada Bakın

SİZLER; MUSTAFA KEMAL’İN DEĞİL ASKERLERİ, İTİNİN PİSLİĞİ BİLE OLAMAZSINIZ…

(Article 258 – 05.09.2019) Son dönemde Türkiye’de yaşanan bazı olaylar toplumun giderek kutuplaştığını ve bu …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Hacker Blog Hack Haber