Anasayfa / Makaleler / BENİM BABAM “DAĞ” GİBİ BİR ADAMDI…

BENİM BABAM “DAĞ” GİBİ BİR ADAMDI…

(Article 128-06.01.2017)

Babamın başı ucundayız…

Sadece çaresizce bakıyoruz… İnsanoğlunun çaresizliği işte bu gibi anlarda biraz daha fazla belirginleşiyor. İstiyorsunuz ki ona canınızdan bir can veresiniz ve tekrardan gözlerini açıp sizinle konuşmaya başlayıversin, ancak mümkün değil…

Babam, 2001 yılında bir gece yarısı evinin merdivenlerinden düşüp beyin kanaması geçirmiş, 3 ay yoğun bakımda kaldıktan sonra yeni hayatına gözlerini açmıştı.

Büyük söylemek gibi olmasın ama benim “dağ” gibi bir babam vardı. Babam o günden sonra bir daha evinden dışarı çıkamamaya başladı. Ancak Allah, ona yaşanacak bir ömür ihsan edip, bir 15 yıl daha bizlerle beraber yaşamayı nasip etti.

Fakat buraya kadarmış…

Bugün; 6 Ocak 2017…

Bizler bugün; dört kardeş, sekiz torun ve bir vefakâr anne, babasız, direksiz, mesnetsiz ve dayanaksız kaldık…

Kulaklarımızda derin bir uğultu, tarifi mümkün olmayan bir yalnızlıkla baş başayız.

Ablalarım Nurten ve Emine, ailemizin küçük kızı Gülten, babamı 15 yıl boyunca sırtında taşıyan vefakâr annem ve ben ve gelinler ve damatlar ve torunlar ve dünürler ve sevenleri ve dostları ve arkadaşları ve doktorları ve hemşireleri, sanki dipsiz ve derin ve sonsuz ve sessiz ve karanlık bir gayya kuyusunda hapsolmuş gibiyiz.

Evet! Benim babam, “dağ” gibi bir adamdı. Okumak istedi okuyamadı. Yokluk yıllarıydı. parayı kim bulmuş da kim çocuk okutacak. Millet yiyecek ekmek derdinde. O da bu düzene ayak uydurdu ve dedemin mesleği olan sıcak demircilikle iş hayatına adım attı. Yıllarca demir döven o güçlü elleriyle elimi kavrayıp sokakta yürüdüğümüzde, beni hiçbir şey korkutmazdı.

Babam, ailesine, çocuklarına ve etrafına karşı hep çok iyi bir örnek oldu.

Bizleri hiç kimseye muhtaç etmediği gibi, ayaklarımızın üzerinde dimdik durmayı da öğretti.

Babamın hiç kimseye zararı dokunmadı. Hacca gitti, namazını hiç aksatmadı, zekâtını son kuruşuna kadar verdi, bir Müslüman olarak doğup bir Müslüman olarak öldü. “Öldüğümde çocuklarım başımda Kur’an okusun” diye hepimizi Hoca’ya gönderdi, Kur’an öğretti, cüzleri bitirdiğimizde şekerli hedik töreni bile yaptırdı.

Babam için “çalışmak” ibadet ile aynı manaya gelirdi. Ona göre, insanlar dünyaya “yaşamak” için değil “çalışmak” için gelirdi. “Çalışıp bu ülkeye ve bu topraklara faydalı olmamız ve geride bir şeyler bırakmamız gerekiyor. Aksi durumda insanoğlu ot gibi gelir ot gibi gider.” derdi.

Babam, hemen her işini büyük bir ciddiyetle ele alır, riskleri iyi hesap eder, yaptığı işin niteliği ne olursa olsun asla utanmaz; “ekmek parası için çalışmak asla ayıp olmaz oğlum” derdi.

Babam, Kurban bayramlarına aylar kala planlarını inceden inceye yapar ve “kurbanı erkenden almak lazım, alırken pazarlık etmek sünnettir, aman ha dikkat et! Sakın ola ki hayvanın derisini veya bir parçasını ‘kesim bedeli’ olarak kasaba vereyim deme, o zaman kurbanın kabul olmaz, kesim ücretini ayrıca vereceksin.” diye beni özellikle tembihlerdi.

1970’li yılların ortası. Kilis’teyiz.

Küçük bir çocuğum. Babamla beraber hayvan pazarındaki her deliğe girer, bütün çadırları tek tek dolaşırdık. Babam, “Yaralı, hasta ve yüklü davarlar alınmaz, yoksa kurbanın kabul olmaz oğlum” diyerek gözüne kestirdiği kurbanlıkları iyice kontrol eder, beğendikten sonra “çatır çatır” pazarlık yapardı.

Evimizin bodrumunda koyun yetiştirdiğimizi de hatırlıyorum. Hatta hasta olduklarında, onlara Kilis Gazozu içirdiğimizi de. Sonraları öğrendim gazozun içindeki etkin bir madde onlara iyi geliyormuş.

Dedim ya! Kurban bayramları yaklaştığında babamı bir heyecan alırdı. Babamın amcası oğlu Kasap Rahim, babamdan çekinip korktuğu için ilk olarak bizim kurbanlarımızı keserdi. Bir saat içinde “davar” parçalanır ve sonrasında etleri kapı kapı dağıtırdık. Dolaşmadığımız vurmadığımız kapı kalmaz, yorgunluktan helak olurduk. Babam hep; “Çocuklar, fakir fukara şu an kapılarının çalmasını bekliyor, yıl boyu et yüzü görmeyen o kadar çok insan var ki” derdi.

Sonra bir gün, 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi yaşandı ve 1981’de İstanbul’a taşınmak zorunda kaldık.

1982’nin Kurban Bayramı’na az bir zaman kala, üç tane koç alıp Kumburgaz’daki yazlığımızın arka bahçesine bağladığımızı, daha sonra kasap arayışına girdiğimizi, bulduğumuz kasabın Bayram sabahı kaçma riskini ortadan kaldırmak amacıyla kesim aletlerini rehin alıp eve getirdiğimizi, adamın abdestsiz kurban kesmesini önlemek gayesiyle bayram namazına beraberce gittiğimizi ve fakat işin sonunda kurbana eziyet ettiği için kasabı kovaladığımızı da hatırlıyorum.

70’li yılların Türkiye’sinde inanın hiç bir şey yoktu. Mahalle bakkallarında toru topu 20-25 çeşit ürün satılırdı. Ülker’in “çubuk krakeri” yeni çıkmıştı. Bisküvi olarak Eti’nin beyaz kremalı dökme bisküvisi, 18 kiloluk yağ tenekesinden yapılan cam kapaklı bir kutunun içinde satılırdı.

Kağıttan yapılan külahların içine leblebi tozunu saran bakkallar, ürün çok satsın diye külahın içine promosyon niyetine “Arap Bacı” sakızı koyardı. Paket süt ve yoğurt daha icat edilmemişti. Köylerden gelen süt ve yoğurtlar bakkal dükkânlarında sabahları satışa sunulur, öğle olduğunda biterdi. Kilis’in tamamında bir gün içinde üç beş tane koyun ya kesilir ya da kesilmezdi. İnsanların ne et alacak gücü vardı, ne de parası. Kasaptan 100-200 gram et alınır, o da sırf yemeğe koku ve lezzet versin, çocukların nefsi körelsin diye…

Evlerde asansör ve doğalgaz olmadığı gibi kombi de henüz icat edilmemişti. Akşamları komşu ziyaretleri yapılırdı. Fakirlik had safhadaydı. Mandalina, portakal ve çikolata görmeyen arkadaşlarım çoğunluktaydı. Sadece bizim evimizde siyah beyaz televizyon ve 553 numaralı manyetolu telefon bulunuyordu.

Yazlık sinemada hafiften esen yaz rüzgârı eşliğinde film seyredip çekirdek çitletir, filmin en acıklı sahnesinde topluca ağlar, kötü adamı yuhalardık. İlk ve ortaokulda, önlüğünde ve ayakkabısında yama bulunmayan tek bir arkadaşım yoktu. Gazyağı lambasında ders çalışır, odun sobası üzerinde kestane pişirir, “Sana” yağını ekmeğe sürüp şekere bandırarak yerdik.

Babamın her şeyi planlıydı. Evden çıkarken ve dükkânına açarken ilk önce sağ adımını atar, dükkânını besmeleyle açıp besmeleyle kapatırdı. Anahtarlarını hep sağ cebine koyardı. Eğer sağ cebinde bulamazsa, asla sol cebine bakmaz “anahtarım kaybolmuş” der geçer giderdi. “Baba belki diğer cebindedir bir bak” dediğimde; “Oğlum, ben anahtarı sağ cebime koyarım, sola koymam ki” derdi.

Babam için en kutsal şey “ekmek” idi. “Herkes rızkını yer ve çoluk çocuğunun ekmek parası için çalışır” derdi. Mesleğinden ve işinden dolayı hiç kimseyi asla küçümsemez, ekmek parası için çalışan insanlara imrenerek bakardı.

Benim babam yürekli bir adamdı. Hem de ne yürek! Öyle Amerikan filmlerinde bize yutturulan “dandik” cesur yüreklerden falan değil. Tunç gibi, çelik gibi yüreği olan bir adamdı. Korku nedir bilmezdi. Çoluk çocuğunun rızkı için Suriye sınırındaki mayınların üzerinden kaç defa geçmiştir onu bir Allah bilir.

Bundan yıllar önce, 2 Eylül 2006’da Kilis’e gitmiştik. Mercidabık ovasında sınırın sıfır noktasındaki bir Türkmen köyü olan Çıldıroba köyünü ziyaret ettik. Beyin kanaması geçireli henüz 5 yıl olmuştu. Doktorlar geçmişteki olayları hatırlamasının beynindeki hasarı telafi edeceğini söylüyordu. Ovanın kıvrımlı yollarından geçip, gideceğimiz yere ulaştığımızda eliyle bir evi işaret etti. Kapının önünde iki kadın duruyordu. Kadınlardan birisi babamı tanıdı ve hemen koşarak yanımıza gelip “Hoş geldin Doğan amca” diyerek elini öptü.

Babam, arkadaşını sordu. Hemen telefonla arayıp çağırdılar. 10 dakika sonra arkadaşı geldi ve neredeyse 30 yıldan beri birbirini görmeyen iki arkadaş birbirine sarıldı. Yanımda küçük oğlum Yiğithan’da vardı. Hayatımızın en lezzetli ve keyifli ayranını orada içtik. Sonra babam; “hayir (incir) ağacı nerede?” diye sordu. Yılların yorgunluğu yüzüne adeta kırış kırış nakşedilmiş olan arkadaşı, eliyle dikenli tellerin öte tarafını gösterdi. Babam; “hadi oraya gidelim” babında işaret etti. İki arkadaş el ele tutuşup mayın tarlasının içinden geçip, incir ağacının dibine gittiler ve orada birer sigara içtiler. O anı hiç unutamıyorum. Fotoğraf makinası yanımdaydı ve ne mutlu ki o anı ölümsüzleştirdim.

Bir daha o köye gidemedik. Zaten babamın sağlık durumu da sonraki yıllarda hep geriledi. 2001 yılından 2016 yılına kadar geçen yıllar bizim açımızdan hep hüzünlü oldu. Dünyanın en vefakâr eşi olan “annem”, bu süre zarfında babama bir çocuk gibi baktı. Her şeyi ile ilgilendi. Yedirdi içirdi, giydirdi gezdirdi. Bizim, kendi çocuklarımızla ilgilenmediğimiz kadar onunla ilgilendi. Allah ondan binlerce defa razı olsun.

Babamıza olan sevgimiz o hastalandıktan sonra daha da derinleşti. Kendisini her ziyaretimizde, tarifi mümkün olmayan bir tebessümle yüzümüze baktı. Hasta haliyle dahi bizi yormamaya, incitmemeye özen gösterdi.

Benim babam tam bir esnaftı. Hem de esnaf oğlu esnaf…

Rahmetli dedem sıcak demirciydi. Babam da demircilik yaptı. 1967 yılında demirciliği bırakıp züccaciye işine girdi. Onunla beraber İstanbul Mercan’a tabak çanak almaya gelirdik. Cumhuriyet caddesi üzerindeki dükkânımızda porselen satardı. Sonra döviz, altın ve gümüş işine girdi. Annemle beraber gece gündüz durmadan çalışıp, kimseye muhtaç olmadan bizleri büyüttüler.

Dedim ya! Babam, esnaf oğlu esnaf… Aldığını verdiğini kuruşu kuruşuna yazar, kimsenin hakkını kimseye geçirmezdi. Ortaokula başladığımda elimden tutup, beni kuyumcu Mustafa ustanın yanına götürdü ve “eti senin kemiği benim” diyerek oradan çıktı. Ben orada sanatı, ticareti, esnaflığı ve Doğan Sağlam’ın oğlu olmanın kıymetini öğrendim.

Kabataş Erkek Lisesi’nde yatılı olarak okumaya başladığımda, üç yıl boyunca her Pazartesi sabahı okula beni kendisi götürdü.

Benim babam vefakâr bir adamdı. Hiç bir iyiliği asla karşılıksız bırakmaz, işi bitti diye dostluklarını sonlandırmazdı. “Her gittiğiniz yerde bir eviniz, bir kapınız olsun” diyerek bizi tembihlerdi.

Babamın eli gibi, gönlüde bol idi. Yedirmeyi içirmeyi sever, evimizden asla misafir eksik olmazdı. “Allah her insanı rızkıyla gönderir” ve “Allah deldiği boğazı aç bırakmaz!” cümlesini sıkça kullanırdı.

Bu lafları öyle “laf olsun torba dolsun” diye söylemez, altını üstünü doldururdu. Rahmetli Uğur amcamla beraber Gaziantep’te iş yaptıkları bir kuyumcunun evine gittiklerinde, ev sahibinin kendilerini yemeğe buyur ettiğini, karınları aç olduğu halde “karnımız tok” diyerek bu teklifi nezaketen geri çevirdiklerini, adamın israrcı olmaması yüzünden o evden aç bi aç ayrıldıklarını anlattı ve bana sıkı sıkıya şu tembihatta bulundu; “Evine misafir olarak kim gelirse gelsin, “karnım tok” diye yemin etse dahi israrcı ol ve mutlaka sofrana oturtup yemeğini yedir”. Babamın misafirlerine karşı niçin ısrarcı olduğunu böylelikle öğrenmiştim.

Benim babam vicdan sahibi bir adamdı. Sultanhamam’dan Kapalıçarşı’ya doğru giderken, sırtında yük taşıyan hambal gördüğü anda arabayı durdurtur, “Onlar, ekmek parasını sırtına yük vurarak kazanıyor, hambal gördüğün anda durup onlara yol vereceksin” derdi.

Benim babam, çok dürüst bir adamdı. Hem de dürüstlerin en dürüstü.

Babam “dağ” gibi bir adamdı. Hem de ne dağ…

Ne Uludağ ne Erciyes ne Ağrı ne Süphan ne Everest…

Bu dağların hepsinden daha büyük, hepsinden daha cesametliydi.

“Nereden biliyorsun?” diye sormayın. Biliyorum işte!

Babamı yatakta hareketsiz görünce, o dağların tümü üstüme çöktü. Ağırlığından biliyorum…

Ezildim, yıkıldım, bittim…

Şey Sadi Şirazi, “Bostan ve Gülistan” isimli eserinde babasızlığı ne güzel anlatmış;

“Babasız kalan çocuğun başına gölge sal, onu himayene al, yüzünün tozunu silip ayağındaki dikeni çıkar.

Neden bu kadar zavallı, düşünmedin mi? Kökü olmayan ağaç, hiç taze olur mu?

Boynu bükük bir yetim gördüğünde, karşısına geçip de çocuğunu öpüp okşama. Ağlayınca, kim çeker nazını yetimin? Yahut öfkelendiği zaman kim yatıştırır?

Dikkat et! Ağlamasın yetim; zira ağlamaya başlarsa, arş da titremeye başlar. Esirgeyerek sil gözyaşını, şefkatle al yüzünün tozunu. Baktın ki başında gölgesi yok, gölgende besle onu.

Vaktiyle babamın kucağına yaslandığım zaman benim de başımda taç vardı. Hele bedenime bir sinek konmaya görsün, kaç kişinin gönlü bundan perişan olurdu.

Ya şimdi? Düşmana esir düşecek olsam, dostlarımdan hiçbiri bana yar olmayacak. Bir ben bilirim yetim çocukların halini. Çünkü çocukluğumda ben de babamı kaybetmiş idim.”

Sakın beni kınamayın dostlar…

Bugün; yalnız, yapayalnızım. Gözlerimden yaşlar süzülüyor.

Onun hareketsiz vücuduna dokunduğumda dilimden sadece “Vay babam vay, vay babam vay!” kelimelerinin döküldüğünü hatırlıyorum.

Yüreğim, dağlar büyüklüğünde bir korun içine atılmış gibi yanıyor. Acımı tarif edemiyorum. “Nasıl bir acı?” derseniz, bilmiyorum “acı” işte.

Üzerinize kaynar su dökülse ya da bir mangal dolusu kömür! İşte onun gibi bir şey.

Ancak bildiğim tek bir şey var o da hıçkıra hıçkıra ağlayamadığım…

Herhangi bir anı veya hatıra, gözlerimden yaşlar akmasına sebep oluyor ama ağlayamıyorum.

Benim babam “iyi” bir insandı, hem de insanların en iyisi. Ramazan öncesinde mutlaka Kilis’e gider, önceden belirlediği ailelerin her türlü ihtiyacını listeler ve evlerine teker teker göndertirdi.

Benim babam örf ve adetlere çok dikkat eden bir adamdı. “Büyüklerin karşısında asla ayak ayak üstüne atılmayacağını”, “Büyükler çay içerken küçüklerin ancak su içebileceğini” tavır ve davranışlarıyla bize hep hissettirirdi.

Alnındaki çizgilerde, örsün üzerine vurulan sayısız çekiç darbesinin izi vardı, ama haramdan eser yoktu. Yüklendi mi dağları yerinden oynatırdı. Sadece diliyle değil, gözü ve parmaklarıyla da konuşur, kendisini dinletmeyi bilirdi.

Benim babam, boş adam değildi. Boş olma ne mümkün, dünyalar kadar dolu bir adamdı.

Benim babam, ömrü hayatı boyunca alıp sattığı tonlarca altından daha has, daha halis, daha temiz bir adamdı. İşte öyle olduğu için bugün “bu kubbede hoş bir sada bıraktı”.

Benim babam, şükretmesini bilen bir adamdı. Ağzından “şükür” ve “sabır” kelimelerini asla eksik etmez; “Sabırla koruk helva olur oğlum” derdi. “Her şerde bir hayır vardır, herhangi bir olumsuzluk durumunda asla kahretme” diye beni hep uyarır ve “Allah şükretmesini bilmeyene, verecekse de vermez” derdi.

Benim babam, ne ortaokul, ne lise, ne de üniversite okumuştu. Ancak fakültelerde yıllar boyu dirsek çürütenlerden daha fazla iktisadı bilirdi. “Süt içmek için inek beslemeye gerek yok. Sütün kilosu bakkalda 2 lira, lazım olursa git oradan al” sözüyle; ticaret hayatında boşa kürek çekmemeyi ve boş işlerle uğraşmamayı bir dakikada özetlerdi.  Babamın sık sık söylediği; “Piyasalarda düşmez kalkmaz bir Allah” sözünü Klasik iktisatçılar duymuş olsalardı; “Bırakınız yapsınlar, bırakınız yapsınlar” sözü yerine herhalde babamın bu cümlesini terennüm ederlerdi.

Kapalıçarşı’da sarraflık yaptığımız dönemlerde, bir ara faizler yükselmeye başlamış halk altın satıp bankaya yatırmaya başlamıştı. İnsanlar adeta akın akın altın bozduruyordu. “Nereden çıkıyor bu kadar altın?” diye sorduğumda, hiç unutamadığım şu cümleyi sarf etti; “Oğlum, Türk halkının çürük yumurtasını satın almaya bile devletin gücü yetmez! Sakın halkı küçümseme.

Benim babam, hayatta hiç bir şeyin kolayca elde edilemeyeceğini, “Hayatta en kolay şey yemek yemek, onu da yutkunmadan yapamazsın” cümlesiyle kafanıza mıh gibi çakardı.

Benim babam, çocuklarına bakınca gözlerinin içi ışıldar, “oğlum, kızım” diye seslenince babalığını dolu dolu hissettirirdi. Başarılarımızdan gurur duyar, bizleri başkalarına emsal gösterirdi. Aklını ve bedenini kullanmayan “aptallardan” ve “baba parası yiyenlerden” hiç haz etmezdi.

Babamın sevmediği ve nefret ettiği tek bir insan grubu varsa o da; “gücü kuvveti yerinde olduğu halde çalışmayıp, baba parası yiyenlerdi”. İşte bu nedenle Kapalıçarşı’nın Fesciler Kapısı üzerindeki Hadis-i Şerif’i herkesin gözünün içine sokar ve “bak orada, ‘Allah, ticaret yapanı sever’ yazıyor” diye gösterirdi.

Yunus Emre’nin; “Geçti ömrüm bir ah ile, içi dolu eyvah ile” sözünü kullanır ve “Dünya gençten gence, aman çocuklarınızı iyi yetiştirin” diye bizlere tavsiyede bulunurdu.

Ve şu cümleyi sıkça kullanırdı; “Cahil ile etme sohbet, çıkar kaza ya elinden ya dilinden.”

Bir gün bana, bir çocuğun babası üzerindeki haklarını anlattı. Ben; “Çocuğun babada ne hakkı olacak ki?” diye sorduğum da; “Oğlum, çocuğun babasında üç hakkı vardır. İlk olarak çocuğun annesini iyi yerden alacaksın, soylu soplu olacak, ileride anasından utanmayacak. İkinci olarak ismini güzel koyacaksın, isminden utanmayacak. Son olarak iyi bir eğitim almasını sağlayacaksın ki ayakları üzerinde durabilsin ve kimseye muhtaç olmasın.” dedi.

Şeyh Sadi Şirâzi’nin “Bostan ve Gülistan” isimli kitabından misaller verir, girişeceğimiz hemen her işte; “Kese yoldan gitme düz yoldan git, üstüne lazım olmadık işe karışma, düşünmeden taşınmadan bir iş yapma” diye tavsiyede bulunurdu.

140 karakterle konuşmayı bilmez, on düşünür bir konuşur, lafı gediğine koymasını iyi bilirdi. Babam, interneti görmedi, dijital çağın keyfini hiç süremedi. Hasta halinde bile işimizi, gücümüzü, halimizi, hatırımızı sorup durdu. Hayır dualarını bizlerden hiç eksik etmedi. Kendisini ne zaman ziyarete gitsek, meyveden fıstığa, çaydan kahveye kadar hemen her şeyi önümüze serdi.

O, Demirci Abdi’nin oğlu olarak 1936 yılında bu dünyaya geldi. 2. Dünya Savaşı’nın kıtlık yıllarını yaşadı. Evdeki arpanın öncelikle eşeğe yedirilip, eşek pisliğinden toplanan arpa artıklarının da ekmeğe dönüştürüldüğü günleri gördü. Parasızlıktan ancak üç beş gün okula gidebildi, ancak çocuklarını okutmayı başarıp, bizleri iyi birer evlat olarak yetiştirdi.

Onunla yaşadıklarımızdan dolayı mutlu, yaşayamadıklarımızdan dolayı çok ama çok üzgünüm. Şimdi şu yazdıklarıma bakıyorum da; babam, bizlere neler öğretmiş değil mi?

Allah kendisinden, binlerce defa razı olsun…

Bir baba gittiğinde, sadece baba değil; bir dost, bir koca, bir arkadaş, bir sırdaş, bir öğretmen, bir usta, bir duvar, bir yan gider, gider de gidermiş !..

Babam, soğuk ve karlı bir İstanbul gününde geride acılı bir eş, dört evlat, sekiz torun ve toruncuklar, dost ve arkadaşlar bırakarak bu dünyadan göçüp gitti. Cenazesi kendisine yaraşır şekilde gerçekleşti. Kara kışa rağmen sevenleri ve dostları onu yalnız bırakmadı. Allah, sevdiği kulunu işte bu şekilde mükâfatlandırırmış, öyle de oldu.

O, hiçbir zaman sevilmeyen, çekinilen, korku duyulan bir insan olmadı. Kapısı hep açık oldu. Hiç kimseye kahretmedi. Ağzından asla beddua çıkmadı.

O, babalığını bize tam anlamıyla yaptı. Fakat biz ona evlatlık görevimizi tam olarak yapabildik mi? İşte ondan pek emin değilim.

Mekânı Cennet olsun, nur içinde yatsın. Allah, Peygamber Efendimize komşu olmayı ona nasip etsin.

Dr. Mehmet Hakan Sağlam

Bunada Bakın

SİZLER; MUSTAFA KEMAL’İN DEĞİL ASKERLERİ, İTİNİN PİSLİĞİ BİLE OLAMAZSINIZ…

(Article 258 – 05.09.2019) Son dönemde Türkiye’de yaşanan bazı olaylar toplumun giderek kutuplaştığını ve bu …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Hacker Blog Hack Haber