06 Nisan 2017-Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi 15 Temmuz Konferans Salonu
Saat 14.00 Karaman
KONGRE TEBLİĞİ
Tarih bir olaylar bütünüdür ve hiçbir şey birbirinden bağımsız değildir. Tarihten ibret alınmadığı için aynı hatalar tekerrür edip duruyor.
Mehmet Akif Ersoy: “Tarih tekerrürden ibarettir diyorlar, hiç ibret alınsaydı tekerrür eder miydi?” diyor.
Maalesef bizde gerçek tarih yazıcılığı oluşmamış. “Resmi tarih” denilen şey büyük bir yalanlar silsilesi olarak her daim tartışılmıştır.
Onun için bugün sizlere müsaadeniz olursa farklı açıdan bir “iktisadi analiz” yapacağım.
İngilizce, Fransızca ve Almanca olarak hazırlanmış yabancı kaynaklardan çeviri yaparak Türk tarihi yazamazsınız. Osmanlı arşivlerinde milyonlarca milyarlarca arşiv belgesi duruyor ama bilim insanlarımız Osmanlıca bilmediği için bu kaynaklardan özgün eserler çıkartamıyor.
Harf devrimi bu toplumun ve ülkenin 3000 yıllık sosyo-kültürel bilgi birikimini sıfırlayıp tüketti. 20. Yüzyılda alfabesini değiştiren iki millet var: Türkler kendi öz alfabesini bırakıp Latinceye dönerken, Yahudiler Latinceyi terk edip İbraniceye dönmüştür.
Küçük olaylar büyük değişimlere yol açar. Osmanlı’nın Avrupa kıtasına hızla yayılmasına minik bir farenin neden olduğunu kaç kişi bilir?
Yoksa sizlerde kendine has ekonomi politikası ve teknolojisi olmadığı için Osmanlının çöktüğüne inananlardan mısınız?
Peki 623 yıl dimdik ayakta kalan bu devlet sadece çok iyi ok-kılıç ve kalkan kullandığı için mi bu kadar fütuhata imza attı?
Osmanlı devleti müthiş bir devlet düzeni kurmuştur. Ekonomisi, kurumları, meritokrat idarecileri, vakıf, vergi ve tımar sistemi, geleceği yönelik yüksek öngörülü liyakatlı yöneticileri çağının son derece önündedir.
Bu kadar girizgahtan sonra “Nasıl bir Türkiye kuruluyor?” biraz da bu konulara girelim.
1347-1351 Kara Veba
Büyük veba salgınında Avrupa nüfusunun 1/3’ü yok oldu. Kırım üzerinden Avrupa’nın Cenova, Messina, Venedik limanlarına ulaşan veba mikrobu, Paris, Londra ve İskandinavya’ya kadar etkili oldu. 25 milyon kişi öldü.
Avrupa eski nüfusuna ancak 150 yıl sonra ulaşabildi.
1352 yılında Türkler Gelibolu’da Çimpe kalesine alarak Avrupa’ya ayak bastı ve hızla ilerlemeye başladı. Bu yayılmada hem Veba salgını hem de köle konumundaki Avrupalı köylülerin kendilerini hür köylüye dönüştüren Osmanlıya tabi olmaları çok etkili oldu.
1453 İstanbul’un fethettik. Ancak sadece 35 yıl sonra Ümit Burnu keşfedildi ve bundan 10 yıl sonra da Hindistan’a ilk deniz seferleri başladı. Kırım ve Kefe üzerinden yapılan ticaret hızla geriledi.
Fatih ve 2. Bayezid, ticaret gelirlerini canlı tutabilmek için Ceneviz ve Venedikli tüccarlara imtiyazlar verdi. Cumhuriyet rejimi yıllarca bu anlaşmalara “kapitülasyon” ismini verdi, ancak aslında karşılıklı ticaret anlaşmasından başka bir şey değildi.
1488 ÜMİT BURNU KEŞFEDİLDİ.
1497-1498 Vasgo De Gama Hindistan yolunu buldu. İPEK YOLU önem kaybetmeye başladı. Fatih-2. Beyazıt- Kanuni ve sonraki hükümdarların ticaret anlaşmaları yapmasının nedeni Anadolu üzerinden yapılan ticareti canlı tutabilmektir.
Buhar enerjisi Sanayi devriminin ateşleyicisidir.
1698 Buhar makinası (Thomas Savery) yeni bir yüzyılın başlangıcı oldu.
Sanayi devriminin başlangıcı ise 1733’te uçan mekiğin bulunmasıdır.
Pamuklu dokumadaki devrim, iplik eğirme teknolojisinden önce, dokumacılığın diğer bölümünü oluşturan dokuma teknolojisinde oldu. Bu teknolojiyi yaratan İngiliz John Kay’dır. 1733 yılında mekik atma işlemini otomatikleştirerek üretimi hızlandıran “uçan mekik” i (flying shuttle) yaratmıştır.
İşte bu andan itibaren İngiltere’nin Osmanlıya ilgisi yoğunlaşmaya başladı.
İngiltere ve Fransa’ya o yılların en önemli hammaddesi olan PAMUK lazımdı. Ancak en yakın pamuk kaynağı Osmanlı coğrafyası idi.
Osmanlı’daki PROVİZYONİZM ve TEKEL uygulaması ihracata izin vermiyordu. Bu aşamadan sonra Osmanlı’nın kuyusu kazılmaya başlandı. Modelin en önemli ilkesi olan provizyonizmin amacı, halkı memnun etmek veya susturmak gibi gündelik siyasete bağlı değildir; ekonomiyi işler vaziyette tutarak halkın yaşamasını ve tabiî halkla birlikte ordunun, bürokrasinin, sarayın vs. herkesin kıtlığa düşmeden yaşamasını sağlamaktır. Bunu yaparken, halkın adalet içinde refahı düşünülür. Ancak bu, siyasetin bir gereği olarak değil de, dinin emri olarak yapılır. Zira İslâm’a göre halk, yöneticilere Allah’ın bir emanetidir.
Provizyonizm iç pazarda mal arzını yüksek tutmak üzere ihracatı engeller, ithalâtı serbest bırakır. İç talebi karşılamadıkça bir malın ülke dışına çıkmasını engeller ve buna karşılık ithalini teşvik eder.
Osmanlı fethettiği ve kendisine kattığı toprakların ve insanların kültürünü benimseyen bir anlayışa sahiptir. PRONOİA – İKTA VE TIMAR birebir aynıdır.
Osmanlının gerilemesi 1683 II. Viyana Savaşı ile değil Sanayi devrimi ile başlamıştır.
SANAYİ DEVRİMİ VE SONRASI
Osmanlıyı bölmek için ilk girişimler Ortadoğu’da başlamıştır.
Hempher’in (Muhammed) anıları;
Hempher 1710 yılında Mısır, Irak, İstanbul ve Basra’da görevlendiriliyor. Bir yıl kadar İstanbul’da kalıyor, 1713 yılında da Basra’ya geliyor. Marangoz Abdurriza isimli birinin yanında çalışmaya başlar. Buraya 14 yaşında bir çocuk çok sık gidip gelmektedir. İsmi Muhammed bin Abdulvehhab Necdi. Görünürde Sünni olmasına rağmen Şiiler hakkında asla konuşmaz, Allah’ın kitabında mezhep denilen bir şey yok değip hadis-i şeriflere önem vermezdi.
“Ben, Necdli Abdulvehhab ile çok yakın arkadaşlık kurdum. Daima onu övüyordum. Bir gün ona; “Sen Ömer ve Ali’den daha büyüksün. Peygamber şimdi hayatta olsaydı, onları değil seni kendine halife tayin ederdi. Ben, İslamın senin elin üzerinde yenilenmesini ve yükselmesini umuyorum. İslamı cihana yayacak biricik alim sensin” dedim.
CİHAT OLAYI – MUTA NİKAHI – İÇKİ – NAMAZ – RÜYA
1738 yılında ona bir rüya uydurdum. “Dün gece Peygamberimizi rüyada gördüm. Bir kürsüde oturuyordu. Etrafında hiç tanımadığım alimler vardı. Siz girdiniz. Yüzünüz nur gibi parlıyordu. Peygamberin yanına vardığınızda Peygamber yerinden kalktı ve her iki gözünüzün arasını öptü. Ve sen benim adaşım, ilmimin varisisin, din ve dünya işlerinde benim vekilimsin dedi. Sen dedin ki, Ya Resurullah! Ben ilmimi insanlara açıklamaktan korkuyorum! Peygamber cevaben, sen en büyüksün, hiç korkma” dedi.
Muhammed bu rüyayı duyduktan sonra sevinçten uçuyordu. Birkaç defa doğru söyleyip söylemediğimi sordu. Ben de her seferinde yemin ettim.
Birkaç gün sonra VEHHABİLİK MEZHEBİNİ İLAN ETTİ.
1738 Vehhabiliğin ortaya çıkışı
1789 Fransız İhtilali
1803 Taif ve Mekke’nin Abdülaziz İbn Suud tarafından ele geçirilmesi
1804 Sırp İsyanı
1806-1812 Osmanlı Rus savaşı – 1812 Bükreş Anlaşması
1821-1829 Mora İsyanı – Yunan İsyanı
1827 Navarin’de Osmanlı donanmasının Ruslar tarafından yok edilmesi.
1830 Yunan Krallığının kurulması
1828-1829 Osmanlı Rus Savaşı – Edirne Anlaşması
1831 Kavalalı Mehmet Ali Paşa isyanı
1838 Baltalimanı ticaret anlaşması: Baltalimanı Antlaşması’nın getirdiği düzenlemelerin bir diğer bölümü ise gümrük vergilerinin düzeyine ilişkindi. 1838 öncesinde Osmanlı Devleti hem ithalat hem de ihracat üzerinden %3 oranında gümrük vergisi almaktaydı. Ayrıca, yerli ve yabancı tüccarlar, mallarını imparatorluk içinde bir bölgeden diğerine taşırlarken %8 oranında bir iç gümrük vergisi ödemek zorundaydılar. Baltalimanı Antlaşması ihracata uygulanan vergileri %12’ye çıkarıyor, ithalattan alınan vergiyi ise % 5 olarak saptıyordu. Ayrıca, yerli tüccarlar iç gümrükleri ödemeye devam ederlerken, yabancı tüccarlar bu uygulamanın dışında bırakılacaktı. Böylece yabancı tüccarlar önemli bir ayrıcalık elde etmiş oluyorlardı.
1854 – İlk borç
Osmanlının ilk dış borcu ve borçlanmasının seyri…
Osmanlı ilk dış borcunu 1854 yılında Kırım Savaşının finansmanı amacıyla aldı. Bu borcu birbirini takip eden 16 dış borç anlaşması daha izledi. 1871 yılına kadar. Bu borçlar o kadar kötü şartlarda imzalanmış borç anlaşmalarıdır ki devletin kasasına giren para miktarı toplamda 127 milyon lira olduğu halde, devletin borçlandığı miktar 239 milyon liradır. Bu durum ihraç fiyatlarının yüksekliğinden kaynaklanıyordu. Çıkartılan borç tahvillerinden birisi dışında tamamı iskontolu olarak ihraç edilmiş, iskonto rakamının bazı borçlanmalarda %65-70’lere ulaştığı olmuştur. Üstelik bu 239 milyonun anapara ve faiz taksitleri dahi o zamanki Osmanlı devlet bütçesinin %59’una eşittir. Devlet borç taksitlerini ödeyemeyince 1874 yılında tüm borç taksitlerini ertelediğini yani daha açık bir ifadeyle moratoryum ilan ettiğini açıklar. Bu durum 1879 yılına kadar devam eder. Borçların alınması karşılığında genelde çeşitli vilayetlerin aşar ve ağnam vergileri teminat gösterilir. Osmanlının en büyük hatası bütçe açıklarını kapatmak için dolaylı vergilere ağırlık verip vergi toplama yerine, daha basit bir yol olan borçlanma yöntemini tercih etmiş olmasıdır. Alınan paralar ise esas olarak cari harcamalara, bazı demiryolu projelerinin yapımı, bataklıkların kurutulması ve bölgesel sulama projeleri gibi işlerde kullanılır. Bu arada 1877-78 yıllarında Osmanlı-Rus Harbi yaşanır. Osmanlının acil para ihtiyacı vardır, ancak dış piyasalardan borç alması imkansızdır. Devletin yardımına birbirlerine kadim dost gözüyle bakan Galata Bankerleri yetişir ve savaşın finansmanını önemli ölçüde yüklenirler.
1874 – Osmanlının iflası
Namık Kemal, 1867’de hükümet tarafından gönderildiği Erzurum’a gitmek yerine Ziya Paşa ile birlikte Paris’e kaçtı. O ve arkadaşlarını Paris’te yaşayan Mısırlı prens Mustafa Fazıl Paşa davet etmiş ve maddi himayesine almıştı. Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın torunu olan ancak Sultan Abdülaziz’in bir fermanıyla Mısır yönetimindeki haklarından mahrum edilen Mustafa Fazıl Paşa, kendisini Yeni Osmanlılar Cemiyeti’nin reisi ilan etmiş ve Avrupa’ya davet ettiği örgüt üyelerinin finansörlüğünü üstlenmiş birisiydi.
1876 Abdülaziz’in tahttan indirilmesi
1876 Abdülhamit’in tahta çıkışı
1877-78 Osmanlı Rus Savaşı
1879 Rüsumu Sitte İdaresi’nin kuruluşu
Galata Bankerleri ve Rüsum-ı Sitte…
1881 Düyun-ı Umumiye
1903 BENYAMİN KELDANİ (ABDULEHAD DAVUD) İNCİL VE SALİB – ALLAH BİR MİDİR ÜÇ MÜDÜR?
1905 Abdülhamit’e suikast. 21 Temmuz 1905. Padişah II. Abdülhamit’e Yıldız camisindeki cuma selâmlığından çıkmış, arabasına ilerliyordu. Padişah II. Abdülhamit ile Şeyhülislâm Cemalettin Efendi arasındaki konuşma oldukça uzamıştı. Tam bu sırada korkunç bir patlama yaşandı ve 26 kişi ölürken 58 kişi yaralandı. Tevfik Fikret denilen alçak, “Bir Lâhza-i Ta’ahhür – Bir anlık duraklama” isimli şiirini kaleme alır.
1909 – 31 Mart vakası ve Abdülhamit’in tahttan indirilmesi
OSMANLIYI İTTİHATÇILAR PARÇALADI…
1912 Balkan Savaşları
1915 Çanakkale Savaşı – Ülkenin tüm insan birikimi yok oluyor.
1914-1918 Cihan Harbi
1923 Lozan Anlaşması
1960 – 27 Mayıs Darbesi
1961 IMF ile ilk stand-by anlaşması yapılması
1974 Kıbrıs Barış Harekatı – Emperyal Türkiye korkusu Batıyı endişelendirdi.
1974-1985 arasında ASALA başımıza bela edildi.
VEKÂLETLER SAVAŞI
1974’de FETÖ-MUHAMMED KESNİZANİ-MUHAMMED TAHİR EL KADİRİ icat edildi.
TELKİN – TAHT – TAVUS prensibi 1710’dan beri uygulanmaktadır.
Telkin sürecinde; örgüt evlerindeki profesyonel kişilerce tertip edilen özel sohbet toplantılarında tarikat mensupları Şeyh Efendi’ye karşı koşulsuz saygı duymaya kodlanır.
İkinci aşamada; Allah adına, “taht” ikramı yapılır. İşsiz güçsüz insanlara devlet kademesinde, belli bir komisyon karşılığında iş teklif edilirken, hali hazırda devlet memuru olanlara da makamda yükselecekleri vaat edilir.
Üçüncü aşamada “tavus” devreye girer. Tavus devreye girdi mi, artık büyünün, ezoterik anlatımların, kehanet ve kerametlerin yolu açılır. Müritlerin rüyalarına giren “Peygamber” mesajları! ve çağdaş hipnoz yöntemleri kullanılarak müritler adeta uyuşturulur ve kelimenin tam anlamıyla; zihinleri kontrol altına alınan ve her istenileni sorgusuzca yerine getiren birer “mankurt” sürüsüne dönüştürülür.
1980 Darbesi ( 12 Eylül)
1983 yılından sonra ise PKK yaratıldı.
Margaret Teacher 1990 yılında İskoçya’daki NATO toplantısında “Rusya çöktü, şimdi NATO’yu dağıtacak mıyız? Rusya gitti ama İslam var. YENİ DÜŞMANIMIZ İSLAMDIR” ifadesini kullanmıştır.
Buna ortam yaratmak için 1990’da Saddam Kuveyt’i işgal etti.
1991’de 1. Körfez Savaşı başladı. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da köktenci akımlar kuvvetlendi. (EL KAİDE)
11 Eylül 2001 İkiz Kulelere saldırı. ISLAMOFOBIA’yı yarattı.
2001 Afganistan’ın işgali.
2003 Irak’ın işgali
3 Kasım 2002 AKP İktidarı
2007 Cumhuriyet Mitingleri
2013 Mart IMF’nin tasfiyesi. Türkiye en büyük altın rezervine ulaşıyor. 520 TON. (Avrupa Merkez Bankası’nın rezervi 504 Ton) (YAVUZ SULTAN SELİM 260 TON)
31 Mayıs 2013 Gezi Olayları
17/25 Aralık 2013 Yargı ve EMNİYET darbesi
15 Temmuz 2016 Darbesi
Türkiye Türklere terk edilemeyecek kadar önemli bir konuma gelmiştir.
CHURCHİLL: TÜRKİYE KURUDUKÇA SULANMALI, BÜYÜDÜKÇE BUDANMALI.
Çünkü uyuyan devin uyandığını, 100 yıldır uyuşturulan Türk halkının kendine geldiğini, adım adım tüm coğrafyada üstünlük kurmaya başladığını fark ettiler.
IMF kapılarında para dilenen, Batılıların karşısında el pençe divan duran bir Türkiye artık yok. Ekonomik açıdan kimseye muhtaç olmayan, dev projeleri profesyonelce finanse edebilen bir Türkiye var.
Gezi Olaylarının çıkış sebebi IMF borçlarının sıfırlanmasıydı. Siyasi ve politik istikrasızlık yaratılarak faizler tırmandırılacak, para politikaları alt üst olacak, Türkiye tekrardan IMF’ye kurban edilecekti.
17/25 Aralık’ın çıkış sebebi Hükümet’in düşürülmek istenmesiydi. Her denileni yapacak, Avrupalılara kafa tutmayacak, kamu şirketlerinin üç kuruş beş paraya Batılılara peşkeş çekileceği bir yönetim işbaşına getirilecekti.
15 Temmuz Darbesi’nin çıkış sebebi ise Türkiye’nin kontrol edilmesi, ele geçirilmesi, parçalanması, yeni uydu devletçiklerin kurulacağı yeni bir paylaşıma imkan tanımaktı.
Darbeci askerlerin köprünün Asya yakasından trafiği kesmelerinin nedeni ise sadece İstanbul’u kapsayan özerk bir DEVLET oluşumunu gerçekleştirmekti. Şundan son derece emin olun ki, eğer 15 Temmuz başarılı olsaydı AYASOFYA’dan ÇAN SESLERİ yükselecekti. Fatih’in 1453’de fethettiği bu mübarek şehir ki ben İSLAMIN SON KALESİ diyorum, 563 yıl sonra tekrardan Hıristiyanların eline geçecekti.
Bakınız gazeteci gazeteciliğini yapmadığı için, bilim adamı ilimle uğraşmadığı için, bugün saçma sapan işleri tartışmak zorunda kalıyoruz.
EN ETKİLEYİCİ ALTYAPI YATIRIMLARI diye bir arama yapın. İçinde Avrupa’dan tek bir ülke göremeyeceksiniz. (Biggest and Best Infrastructure Projects)
Son 20 yıl içerisinde Avrupa genelindeki mega projeleri okuyacağım size;
Amerika’da CNN tarafından yapılan bir araştırma sonucunda mega projeler şunlar;
Türkiye’de ise;
TRANSASYA DEMİRYOLU HATTI İLE İPEK YOLU YENİDEN KURULDU. Türkiye, Rusya ve ÇİN’in yanında yer alan ülkeler zenginleşecek, gerisi batacak.
Çin-Kırgızistan-Özbekistan-Türkmenistan-İran-Azerbaycan-Gürcistan ve bu güzergah üzerindeki diğer tüm Doğu toplumlarının malları Trans-Asya demiryolu ile Türkiye üzerinden taşınıp Yavuz Sultan Selim Köprüsü üzerinden oluk oluk Avrupa’ya akacak. Taşıma maliyetleri ve taşıma süreleri en alt seviyeye inecek. Yük ve konteyner gemileri ile Avrupa limanlarına iki üç ayda ulaşan Uzakdoğu malları, sadece bir hafta içerisinde Avrupa’nın göbeğine taşınacak.
Büyük oranda tamamlanan koridorun, bütün halinde çalışır hale gelmesi durumunda Çin ile Türkiye arasındaki mal sevkiyat süresi 30 günden 10 güne düşecek. Yine Pekin’den deniz yolu ile 2 ayda teslim edilen ürünler, 2 haftadan kısa sürede İstanbul’da olacak. Karayolu mesafesinde de 3 bin kilometrelik azalma sağlanacak.
Marmaray, Yavuz Sultan Selim Köprüsü, Bakü-Tiflis-Kars ve Edirne demiryolu projeleri Modern İpek Yolu’nun orta koridorunu oluşturuyor.
Batılıların temel endişe ve korkusu işte bu projeden kaynaklanıyor. 1488 yılında Bartlemeo Dias’ın keşfettiği ve Doğu ülkelerinin fakirleşmesine yol açan Ümit Burnu artık önemini kaybetti. Çin’den çıkan mallar TRANS ASYA demiryolu hattı ile bir haftada AVRUPA’ya taşınacak.
Gemi konteyner taşımacılığı yapan şirketler, sigorta şirketleri, gümrük ve liman işletmeleri batacak. Avrupa’da işsizler ordusu oluşacak.
ENERJİ KORİDORU MESELESİ ve KUZEY SURİYE İLİNTİSİ
TANAP, NABUCCO, Beyaz Akım, Türk Akımı, Mavi Akım, Azerbaycan, İran, Kazakistan, Türkmenistan, Katar ve Irak’tan gelen petrol ve doğalgaz boru hatları dünya ekonomisinin tüm dengelerini alt üst etti.
EN ÖNEMLİ KONULARDAN BİR DİĞERİ İSE NÜFUS
Çöken bir Avrupa ekonomisi var. 1950 yılında dünya nüfusu 3,5 milyar iken Avrupa nüfusu 550 milyon idi (%21,7). Bugün ise dünya nüfusu 7,2 milyar, Avrupa nüfusu 742 milyon (%10,3).
Beşeri sermayenin arttırılması gerekiyor. Nüfus artış hızında Türkiye orta sıralarda ancak tehlike arz ediyor.
Avrupa’ya gelince esas sorun onlarda. Nüfusları hızla azalıyor. 27 AB ülkesinin 14 tanesinin nüfusu azalıyor, 12’si başa baş, 2 tanesi artıyor. Onlarda göçmen kabul ettiği için.
Avrupa genelinde ortalama yaş 41,5, 80 yaş ve üzeri nüfusun oranı ise yüzde 4,9 olarak hesaplandı. 2050 yılında 80 yaş üzeri nüfus %17’lere ulaşacak.
BİR DİĞER SORUN; LİDER SIKINTISI
Şu an dünyada kaldıraç etkisi yaratabilecek lider yok. Putin ve Erdoğan hariç hiçbir liderin toplumsal tanınmışlığı, itibarı ve gücü yok.
ERDOĞAN’ı kendi ülkelerine lider yapmak isteyen o kadar çok ülke var ki.
ÜLKELERİ YURT İÇİ HASILALARINA GÖRE MUKAYESE EDELİM.
AVRUPA
Avrupa’da 42 ülke var. 27’si AB üyesi. Türkiye GSH sıralamasında 8. Sırada 900 milyar dolar. 22 ülkenin toplamı ancak Türkiye ediyor.
AFRİKA
Afrika’da 54 ülke var. Toplam GSH tutarı 2,2 trilyon dolar (yani 3 Türkiye). Afrika’daki 48 ülkenin GSH’sı ancak Türkiye’nin GSH’sına denk gelebiliyor.
İŞSİZLİK ORANLARI
AB ülkelerinde işsizlik oranları
Yunanistan’da işsizlik oranı %23,
İspanya’da işsizlik oranı %18.2
Kıbrıs %14.1
İtalya ve Hırvatistan %11.9
Portekiz ve Fransa ve Litvanya %10.2
Avrupa Bölgesi ortalaması % 9,6
EURO ve DOLARIN SONU GELİYOR…
DÜNYA DOLAR REZERVİ (52 trilyon dolar-1.500.000 ton altın) SADECE MERKEZ BANKALARI 35 TRİLYON DOLAR (1,000,000 TON ALTIN)
DÜNYADAKİ ALTIN MİKTARI İSE 100,000 TON
Türkiye 124 milyar dolar ile 17.
ABD 116 milyar dolar ile 19. sırada
DÜNYA ALTIN REZERVİ SADECE MERKEZ BANKALARI 31,500 TON
Türkiye 520 TON – 12. sırada
ABD 8,133 TON – 1. Sırada (Kağıt parayı basıyor dünyanın tüm altınlarını satın alıyor)
SWIFT kodu veya BIC kodu Uluslararası para transferlerinde ve haberleşmede kullanılan bir kod sistemidir. Kodlar finans kuruluşunun ismi, bulunduğu şehire göre verilmesi esastır. Her finans kuruluşunun merkezlerine ve birimlerin yaptığı işlere göre bir veya daha fazla kodu bulunabilmektedir. Operatörlerin bilgisayar aracılığıyla girdiği kodlar ve mesajlar karşı bankaya özel bir ağ yardımıyla iletilmektedir.
MERKEZ: AMERİKA- HOLLANDA – İSVİÇRE
Uluslararası ticarette genel olarak SWIFT veya BIC ifadeleri kullanılır. Swift bu standardı sağlayan Society for Worldwide Interbank Financial Telecommunication kurumunun baş harflerinden gelir. BIC ise Bank Identifier Codes (Banka tanımlama kodları) ifadesinin kısaltılmasıdır. Swift, söz konusu bankayı belirten 8 veya 11 haneli bir koddan ibarettir. Tüm dünya bankacılık sisteminde SWIFT kodları standarttır.
INTERNATIONAL BANK ACCOUNT NUMBER (IBAN)
ABD SWIFT CODE VE IBAN sistemiyle istediği anda dünyanın tüm servetini 10 saniye içerisinde üzerine geçirebilir, dünya ekonomisini kilitleyebilir, ödemeleri durdurup istediği ülkede kaos yaratabilir, bu sayede isyan ve ayaklanma çıkartabilir.
HERŞEYİN BAŞI İHRACAT
2000’li yılların başında kerameti kendinden menkul bazı iktisatçılar çıkıp “2025 yılında doların hegamonyası bitecek, Euro dünyaya egemen olacak” şeklinde açıklamalarda bulundular. Halbuki bir parayı güçlü para yapan gerçek unsur arkasındaki “üretim gücüdür”.
Üretim olursa, ihracat yapar, ülkeye yabancı para girişi sağlarsınız. Üretim yoksa ülkeye nasıl DÖVİZ GİRER? Ya borç alacaksınız, ya da hibe ve bağış.
Ülke içindeki DÖVİZ ARZINI arttırmanın tek yolu İHRACATTIR.
NE YAPILMASI GEREKİYOR?
Devletin uzun vadeli bir stratejik plan ortaya koyması gerekiyor. Avrupa’nın en büyük ihracatçı şirketlerine yaklaşıp onları Türkiye’de üretim yapma ve onların birer Türk şirketi olabilmesi hususunda ciddi teşvikler verilmesi gerekiyor.
İKEA – İSVEÇ firması. Yıllık satışı 28 milyar Dolar. Dünya’da bir yılda 53 milyon İNCİL basılıyor, 160 milyon İKEA kataloğu basılıyor. İsveç’te kurumlar vergisi %22, KDV %25
ThyssenKrupp –ALMANYA. 43 Milyar EURO satış hasılatı.
SIEMENS – Almanya – 72 Milyar EURO satış hasılatı. Almanya’da vergi oranları: KV %29.72, KDV %19.
Hepimizin kulağına aşina olan bazı şirketleri bunların bir yıllık cirolarını birkaç örnekle bilgilerinize sunmak istiyorum;
Walmart (ABD) 482 Milyar Dolar
Volkswagen (Alman) 237 Milyar Dolar
Apple (ABD) 234 Milyar Dolar
BP (İngiliz) 233 Milyar Dolar
Samsung (Güney Kore) 177 Milyar Dolar
General Motor (ABD) 152 Milyar Dolar
Sadece Apple ve Samsung gibi iki tane örnek bile Türkiye’nin sanayileşme ve ihracat politikasını yeni baştan gözden geçirmesi ve planlaması için yeterlidir. 65 bine yaklaşan ihracatçı şirket ile yapabildiğimiz ihracatın tamamı 160 milyar dolar düzeyinde iken, Amerikan Apple firması tek başına 234 milyar dolarlık satış hasılatı ile Türkiye’nin neredeyse 2 katı performans sergilemektedir.
ORTA GELİR TUZAĞI
Türkiye’de onbinlerce ihracatçı şirket bulunuyor ve ülkemizin ihracatı maalesef 160 milyar dolar düzeyini bir türlü aşamıyor. Bu durum; klasik ve gelenekselci ihracat yapısından kaynaklanıyor. Otobanın sağ şeridinde 70 kilometre hızla giden bir araba modunda hareket ediyoruz. Halbuki şerit ve kulvar değiştirmek elzem hale gelmiştir.
ABD GERÇEĞİ
Doğum günü mumlarını kulaklarınızın içine veya vücudunuz diğer boşluklarına sokmayın.
Tuvaletin sifon suyu, içme suyu olarak güvenli değildir.
El masajı aletini uyurken veya bilinçsizken kullanmayın.
Lazer yazıcı kartuşu yenmez.
Rüzgar geçirmez plaj havlusu hortuma karşı sizi korumaz.
Bu uyku hapları, uykunuzu getirir.
Çocuk arabasını katlamadan önce çocuğu içinden çıkartın.
Duvar matkabı için): bu alet diş delmekte kullanılmaz.
Bahçe süslemekte kullanılan taş parçaları için; taş yemek, dişlerinizin kırılmasına yol açabilir.
Elbiselerinizi, hiçbir zaman üzerinizdeyken ütülemeyin.
Savunma amaçlı spreyler için; gözleri yakar.
Saç kurutma makinesini asla uyurken kullanmayın.
Koltukaltı deodorantı için; gözünüze sıkmayın
Araba güneşliği için; güneşlik açıkken aracı kullanmayın.
Deodorant kutusunun üstünden aynen tercüme: gözünüze sıkmaktan ve delicesine içinize çekmekten kaçınınız. …kasti olarak solumak durumunda ölümcül olabilir.
“dikkat, sakız çiğnerken nefes alınız”
Marketten alınan gıda ambalajındaki ibare; “1 – paketi açın. 2 – yiyin.”
Trump’ın seçilmesine bir tanımlama yaparsak en iyi Ak Parti veya Erdoğan Sendromu diyebiliriz. Bizdeki seçimlerde bazı solcular nasıl AK Partiye oy verdiği halde vermediği imajı yaratıyorsa, Amerikalı demokratlarda Trump’a oy verip şimdi sağa sola bakıyorlar; kim verdi bu oyu diye.
Amerikan halkı Clinton ve Obama döneminde kendi ülkesinde beş kuruşluk kamu yatırımı görmedi. Ülkenin kaynakları Ortadoğu başta olmak üzere dünyanın sorunlu bölgelerinde yeni sorunlar yaratmada kullanıldı.
Afganistan, Irak, Suriye, Mısır ve son olarak Türkiye’de yaptıkları hatalar ABD’yi yalnızlaştırdıkça yalnızlaştırdı.
ABD vatandaşları bırakın başka ülkelerin sokaklarında rahatça dolaşmayı, kendi ülkelerinde bile dolaşmaktan korkar hale geldiler.
İşsizlik arttı, kamu yatırımları azaldı, kamu borç stok rakamları katlanmaya başladı.
Obama’nın okuduğu okulları incelemek lazım. FETÖ imamı olduğuna inanıyorum. FETÖ okullarına 500 milyon dolar para aktarılması himmet değil midir? FETÖ’ye arsa arazi tahsisi yapmak onu korumak FETÖ üyeliği değil midir? FETÖ elebaşını teslim etmemek için bin bir tane bahane üretmek, bu yapının AFRİKA ve TÜRKİ CUMHURİYETLER ve diğer ülkelerdeki okullarında görev yapan 3000 ABD kökenli öğretmene ABD YEŞİL PASAPORTU vermek bu örgütle bir illiyet kurmak için yeterli değil midir? Bu işleri bizde yapanları biz tutukluyoruz.
Clinton’a insanlar neden oy vermedi? Çünkü OBAMA’dan bir farkı olmadığını, hiçbir şeyin değişmeyeceğini gördüler.
Amerika’nın Erdoğan’ı Roosevelt’den (1933-1945) başkası değildir. 1929 Ekonomik kriziyle yerle yeksan olan Amerika’yı o müthiş bunalımdan çekip çıkartan başkan Roosevelt’tir. Cumhuriyet’in “devletçilik” ilkesinin temeli de Roosevelt’in New Deal (Yeni Düzen) politikasıdır. Onun döneminde Amerika genelinde yapılan otoban, demiryolu, baraj ve kamu yatırımlarını, ulusal ağaçlandırma kampanyalarını bir daha hiçbir başkan yapamadı. Roosevelt’in yanında ne Truman, Eisenhover, Kennedy, Johnson, Nixon, ne Reagan, ne Bush, nede Clinton ve Obama’nın esamesi bile okunmaz.
Roosevelt iç ekonomiyi canlandırıp milyonlarca işsiz insanı iş sahibi yaptığı gibi güçlü bir Amerika yarattı. Onun yarattığı Amerika 1939-1945 yılları arasında İkinci Dünya Savaşını koordine edip Süper Güç haline dönüştürdü.
]]>KONGRE TEBLİĞİ
ALTIN
Geniş bir zaman dilimi içerisinde paranın geçirdiği evrim incelendiğinde ekonomi tarihi ile insanlık tarihi arasında sıkı bir ilişki bulunduğu hemen göze çarpmaktadır. Alışveriş işlemlerinin yapılmasına olanak tanıyan, ticareti kolaylaştıran ve sermaye birikimine imkân sağlayan parayı; salt madeni para veya salt kâğıt para seklinde düşünmek doğru bir davranış değildir. Mal mübadelesinde kullanılan ilk ödeme araçları, insan topluluklarının içinde bulunduğu ortama ve coğrafî şanlara bağlı olarak zaman içinde büyük farklılıklar göstermiştir. Örneğin, sahil kesimlerinde yaşayan insanlar istiridye kabuklarını veya kurutulmuş balıkları bu amaçla kullanırken, bazı insanlar vücutlarını örtmeye yarayan ve kendilerini soğuktan koruyan hayvan postları ile ehil hayvanları mübadele aracı olarak kullanmışlardır. Sonraları; buğday, arpa ve yulaf gibi tarım ürünleri de değişim aracı olarak kullanılmıştır. Para yerine kullanılan bu araçlar kıymetli madenlerin bulunmasına dek çok büyük çeşitlilik arz etmiş, hatta bazı toplumlarda insanlar bile değişim aracı olarak kullanılmıştır.
Kıymetli madenlerin bulunması alışveriş işlemlerinin daha rahat yapılabilmesine imkân tanıdığı gibi. toplumlararası ilişkilerin gelişmesi üzerinde de oldukça etkili olmuştur. Bu madenler içerisinde en önemlisi hiç şüphesiz altındır. Elde edilme amacı ne olursa olsun, bundan 7000 yıl önce yaşayan insanların altın hakkında hissettikleri ile günümüz insanlarının altın hakkında hissettikleri arasında çok büyük bir farklılık bulunmamaktadır. İnsanları asırlar boyu peşinden sürükleyen, savaşlara ve barışlara vesile olan: estetik görünümünden dolayı birçok kadının rüyasına giren, bazen para, bazen külçe ve bazen de mücevherat eşyası olarak şekilden şekile giren altın, bütün zamanların en kıymetli metali durumundadır. XX. yüzyılın ilk çeyreğine kadar birçok ülkede para olarak kullanılan altın, tedavül aracı olma özelliğini yitirmiş olmasına rağmen sınırlı üretiminden ve yüksek fiyatından dolayı aynı çekiciliğini günümüzde de sürdürmektedir.
Bu ve buna benzer daha birçok nedenden dolayı insanların altına olan ilgisi tarihin hemen her döneminde artarak devam etmiştir. Aşağıda tüm bu farklılıklar tarihsel bir çerçevede ele alınmakta, altını altın yapan temel özellikler karşılaştırmalı olarak anlatılmaktadır.
Geçmişten Günümüze Altın
Parlak sarı rengi ile insanları adeta büyüleyen, aşındırıcı dış koşullardan etkilenmeyen, rahatlıkla işlenebilen, kolayca dövülüp çekilebilen altın, ticari değerini ve kimliğini tarihin hemen her döneminde koruyabilen kıymetli madenlerin başında gelmektedir. Diğer madenlerden ayrı olarak kendine has birçok özelliği olan bu kıymetli maden, tasarruf, süs ve değişim aracı olarak binlerce yıldan beri kullanılmaktadır. Üretimindeki sınırlılık, arzının fiyat artışları oranında aniden artırılamaması ve yerine geçebilecek alternatif bir madenin henüz bulunamamış olması, altının neden kıymetli olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Yazılı tarih dönemi boyunca altın ile insanlık tarihi içice örülüdür. Bazı toplumlarca güç sembolü, bazı toplumlarca değişim ve servet biriktirme aracı olarak kabul edilen altın, doğada tabii halde bulunmasından ve kolayca işlenebilmesinden dolayı insanoğlu tarafından 7000 yıldan beri kullanılmaktadır.
Dünyanın en eski altın üreticileri Mısırlılardır. M.Ö. 5000 yıllarında bakır ile doğal bir alaşım halinde bulunan altını toprak altından çıkarmaya başlayan Mısırlılar, M.Ö. 3900 yıllarında geliştirdikleri ısıtma teknikleri sayesinde elde ettikleri altını eritmeyi ve işlenebilecek hale getirmeyi başarmışlardır. Altından mücevherat eşyası yapan ilk kavmin Asurlular olduğu söylenmekteyse de, Bulgaristan’da Varna şehri civarında bulunan ve M.Ö. 5000 yıllarında yapıldığı anlaşılan altın eşyalar ile arkeologların Uz, Truva ve Miken gibi eski yerleşim yerlerinde buldukları takı ve heykelcikler, kuyumculuğun henüz neolitik çağda doğduğunu ortaya koymaktadır.
M.Ö. 3100 yıllarında standart altın külçelerinin basımına ve ödeme aracı olarak kullanılmasına başlanmış, M.Ö. 2000 yıllarında Mısırlıların saf altını elde etmeyi başarmalarından sonra Anadolu ve Arap yarımadasına sıçrayan altın madenciliği, daha sonraları Etiopya üzerinden Afrika’nın iç kesimlerine yayılmıştır.
Henüz paranın icat edilmediği dönemlerde üzerinde marka ve damgalar bulunan bazı külçe ve levhalar paranın ilk öncülüğünü yapmıştır. M.Ö. VII. yüzyılda bazı tüccarlar ve İyon şehirlerince çıkartılan altın ve gümüş alaşımı (elektrum) paralar ticari işlemlerde sıkça kullanılmış: ancak, altın madenlerini ellerinde tutan ve işleten Lidya, İran ve Makedonya medeniyetleri dışında altın para basımı pek gerçekleşmemiştir. Bunu izleyen dönemde Romalılar en önemli altın üreticisi devlet durumuna gelmiş, imparatorluklarının parlak dönemlerinde dünya altın üretiminin üçte ikisini tek başlarına gerçekleştirmişlerdir. Roma İmparatorluğu’nun parçalanması ile birlikte dünya altın üretimi uzun süreli bir duraklamaya girmiş, altın üretim bölgeleri ortaçağ boyunca önceleri Bizans İmparatorluğunun daha sonra da Osmanlı İmparatorluğu’nun eline geçmiştir.
Altın ve gümüş gibi üstün özellikli madenlerin bulunmasıyla birlikte bu metaller mübadele aracı olarak kullanılmaya başlanmıştır. Değişim aracı olarak kullanılan bu madenlerin toz, çubuk ve külçe gibi değişik formlarda olmalarından dolayı önceleri büyük zorluklarla karşılaşılmış ve ticari işlemlerde kolaylık sağlamak amacıyla bu madenlerin ölçülebilir ve tartılabilir hâle getirilmesine ihtiyaç duyulmuştur.
Bu durum karşısında insanlar terazi ve mihenk taşını bulmuş ancak bu araçları her yerde ve her zaman bulmak mümkün olmadığından, mübadele aracı olarak kullanılan madenlerin elle veya gözle kontrol edilebilmesine imkân tanıyan daha farklı kontrol sistemlerine ihtiyaç duyulmuştur. Zamanla, bu kıymetli madenleri birbirlerinden tamamen farklı külçe pozisyonlarından çıkarmak amacıyla önceleri çekiçle, daha sonraları ise cendere ve presler vasıtasıyla yassı ve yuvarlak paralar basma yoluna gidilmiştir. Bu suretle tartılarak veya ölçülerek kullanılabilen mübadele araçları, basılı ve standart hale getirilmiş, ancak bu seferde her isteyenin istediği tarzda para basabilmesinden dolayı birtakım hile ve usulsüzlükler ortaya çıkmıştır. Bunun üzerine parayı bastıran kişinin sorumluluğunu göstermek amacıyla paraların üzerine çeşitli şekillerdeki işaret ve damgalar basılmıştır. Fakat güçlükler bu şekilde de giderilememiş, damga ve yazı yönünden birbirinden farklı binlerce çeşit para ortaya çıkmış, nihayet para basma yetkisi o ülkeyi veya topluluğu temsil eden hükümdarlara bırakılmıştır.
Üzerinde ayar ve ağırlığının garantisi anlamında damga bulunan ilk paranın ne zaman ve kim tarafından çıkarıldığı kesin olarak bilinmemektedir. Bundan XIX asır önce yaşayan Lexicographe Pollux ilk resmi parayı basanın Argos kralı Pheidon mu yoksa Lidya kralı Gyges mi olduğu hususunda kesin bir karara varamadığını kaydetmektedir. Son araştırmalar ilk paranın M.Ö VII. yüzyılda Lidyalılar tarafından Anadolu’da basıldığını ve bu paranın 3/4 oranında altın, 1/4 oranında da gümüş ihtiva eden elektrumdan imal edildiğini ortaya koymaktadır. M.Ö. IV. ve III. yüzyıllarda Yunanlılar tarafından estetik değeri oldukça yüksek altın paralar basılmıştır.
Madeni paralar insanlık tarihinin yaklaşık 3000 yıllık evresini tüm açıklığıyla gözler önüne seren nadir vesikalardır. Yüzyıllar boyunca toprak altında kalmalarına rağmen pek az deforme olan madeni paralar, eski medeniyetlerin ve kavimlerin yaşam biçimlerini, kültür düzeylerini ve tarihlerini tüm çıplaklığı ile ortaya koymaktadırlar. Madeni paralar, binlerce yıllık insanlık tarihine tarafsız şekilde ışık tutan kaybolmaz belgelerdir. Toprak altından çıkartılan eski paralar sayesinde Neron, Sezar, Kleopatra ve Napolyon gibi tarihe mal olmuş binlerce şahsiyetin portreleri, halk kitlelerinin inançları, sanatkârların yetenekleri, kişilerin ve toplumların psikolojisi incelenebilmektedir.
Antik değeri olan bazı paraların üzerinde balık, at, kuş, geyik, ejderha, yılan, çiçek ve başak gibi figürlere rastlanırken, bazı paraların üzerinde günümüzde varlığı dahi bilinmeyen hayvan ve bitki resimleri göze çarpabilmektedir. Mitolojik olayların, savaş kahramanlarının ya da düşüncenin madde üzerine işlendiği altın, gümüş ve bakır paralara hemen her toplumda rastlamak mümkündür. Şimdiye kadar yapılan incelemelerde tespit edildiği kadarıyla en eski paralar Anadolu’da ve bilhassa Milet, Phocee ve Efes gibi birbirine çok yakın şehirlerde basılmış ve genelde elektrumdan imal edilmiştir. Bunlarda resim ya yoktur yada çok acemice basılmıştır. Zaman geçtikçe sosyal, siyasi, iktisadi ve mitolojik olayların etkisi altında kalınarak hayvan ve hayvan başları da para üstüne basılmaya başlanmış, sihirbazlıklar, doğaüstü güçler ve koyu dinsel inanışların egemen olduğu devirlerde tabiat üstü olaylara ve bu arada yırtıcı ve ehil hayvanlara da yer verilmiş, başaklar ve üzüm salkımları bereket sembolü olarak kullanılmıştır. Eski paraların birçoğunda şehirleri temsil eden kaleler, evler ve kapılar yer almaktadır. Güreşlerin, yarışların, avların büyük bir titizlik ile resmedildiği bazı madeni paralara bakarak geçmiş toplumların kitle psikolojisi incelenmektedir. Örneğin, özellikle Yunan ve Roma paralarında gerek giyimleri, gerekse saç süslemeleri bakımından kadınlara büyük önem verilmektedir.
Kullanım Alanları
Altının en önemli kullanım alanı hiç şüphesiz mücevherat yapımıdır. Estetik değerinin yanı sıra yatırım aracı olarak da kullanılan altın, bu nedenden dolayı birçok ülkede hem yatırım hem de tasarruf amacıyla alınıp satılmaktadır. Kolay şekil değiştiren altın diğer metallerle kolayca birleşebilmekte, mübadele, yatırım ve servet biriktirme aracı olarak tüm dünyada binlerce yıldan beri kullanılmaktadır, Elektrik ve termal geçirgenliği oldukça yüksek olan bu metalin, yüksek teknolojili savunma sistemlerindeki ve endüstrideki kullanımı giderek yaygınlık kazanmaktadır. Elektronik chip ve devre yapımında, endüstriyel kontrol araçlarında, çürümeye dirençli kimyasal işlem ekipmanlarında ve aşındırıcı özellikleri olan kimyasal maddelerle doldurulacak boru ve kapların iç yüzeylerinin kaplanmasında da kullanılmaktadır.
Üstün direnci ve uzun ömrü sayesinde bilgisayarlarda, röle bağlantılarında ve entegre devrelerin eleman bağlantılarında yoğun olarak kullanılan altının bir diğer önemli kullanım alanı da elektrikli araç gereçlerdir. Bazı sanayi işlemlerinde, uçak motorlarında, yüksek ısı geçirgenliği gerektiren tellerde kullanılan altın, kızılötesi radrasyon ışınlarını geçirmektedir.
Kuyumculuk ve süs eşyası üretimindeki vazgeçilmez yerini hemen her dönem koruyan bu kıymetli metal ağız dokusuna rahatlıkla uyum sağladığı ve mukozada herhangi bir rahatsızlık yaratmadığı için diş yapımında ve eklem romatizması gibi bazı hastalıkların tedavisinde aktif olarak kullanılmaktadır. Elektro biriktirme ya da kaplama yöntemiyle elde edilen ince altın filmleri büyük binaların pencerelerinde güneş ışığını yansıtırken, uzay araçlarında atmosferdeki yüksek ısının araç içine girmesine engel olmaktadır. Altın, tüm bunlardan başka; askeri jet türbin motorlarında, yüksek performanslı roket motorlarında, madeni para ve madalyon basımında, porselen ve cam yemek eşyası süslemesinde, binaların iç ve dış dekorasyonunda, kitap süslemeciliğinde, kalem, çakmak ve saat gibi kadın ve erkek aksesuarlarının yapımında da kullanılmaktadır.
Fiziksel Özellikleri
1B grubu soy metallerinden olan altının bulunuşu milattan önce 3000 yılına dayanır. Kübik kristal yapıya sahip altının erime noktası 1064,43 derece, kaynama noktası 2807,0 derecedir. Özgül ağırlığı 19,4 gr/cm3’dür. Bileşiklerinde 1 ve 3 değerlikli olabilir. +1 değerlikli altın bileşikleri genellikle katı, +3 değerlikli altın bileşikleri ise daha çok sıvı haldedir. En önemli üçlü alaşımları arasında Au-Ag-Cu alaşımı gelir. Altının sahip olduğu sarı renk dışında, genel olarak yeşil, kırmızı ve beyaz altın diye adlandırılan renklerde karşımıza çıkmasının nedeni, yukarıda belirtilen elementlerle oluşturduğu alaşımlarıdır. Örneğin, alaşımları altının ayarına ve alaşım oluşturduğu diğer elementin oranına bağlı olarak Altın-Gümüş-Bakır alaşımları yeşil, sarı ve kırmızı renkler; Altın-Nikel- Bakır alaşımları ise beyaz renk alabilir. Korozyon direnci, sülfürlenmeye karşı ve oksitlenmeye karşı direnç, diğer metallerle kolay alaşım yapabilme, yüksek elektrik iletkenliği ve ısı iletkenliği altının özellikleri arasında sayılabilir. Altın oksijenle, kükürtle yada kuru halojenlerle tepkimeye girmez. Ancak, su buharıyla yüklü halojenlerden özellikle de 3:1 hacim oranındaki hidroklorik ve nitrik asit karışımlarından (kral suyu) etkilenir. Doğada oldukça az ama neredeyse katışıksız halde bulunan, havadan ve sudan etkilenmeyen, bu yüzden kararıp paslanmayan ve kolay işlenebilen altın dövülmeye çok elverişlidir. Yaklaşık 10 gram ağırlığındaki bir altın kütlesi 11 m² kadar bir alanı kaplayacak genişlikte levha haline gelinceye kadar dövülebilir.
Altını Altın Yapan Özellikler
Yedi bin yıldan beri din, dil, kültür, gelenek, sanat, siyaset ve politika gibi konularda sürekli olarak anlaşmazlık içinde bulunan insanların birleştikleri tek görüş; altının değeridir. Altına gösterilen ilginin nedeni ve altının değerinin neden kaynaklandığı birçok insanın zihnini meşgul etmektedir. Bu kıymetli madeni diğer metaller karşısında üstün duruma getiren temel özellikleri aşağıdaki şekilde sıralayabilmek mümkündür;
Yukarıda da belirtildiği gibi insanlık tarihi boyunca geniş bir kullanıma sahne olan altın, neolitik çağdan beri estetik değeri oldukça yüksek çeşitli objelerin ve mücevherat eşyalarının yapımında kullanılmıştır. XX. yüzyılın ortalarından itibaren parasal fonksiyonunu daha da güçlendiren altın, dünya ülkelerinin birçoğu tarafından uygulanan yeni bir ekonomik sisteme adını vermiş, gerek özel yatırımcıların gerekse Merkez Bankalarının güven duyduğu önemli bir metal durumuna gelmiştir.
Bretton Woods Anlaşması
Savaş öncesi dönemde uluslararası mali konularda işbirliği örneklerine çok az rastlanıldığı halde, savaş sonrası dönemde sıkı bir işbirliği göze çarpmaktadır. Dünya ticaretini serbest hâle getirecek, çok yanlı denkleşmeye imkân tanıyacak ve savaşta yıkılan ekonomilerin onarımını kolaylaştıracak yeni bir uluslararası ticari ve mali sistemin kurulmasına duyulan aşırı istekten dolayı 1944 yılında ABD’de Bretton Woods denilen yerde 44 ülkenin katılımıyla bir toplantı düzenlenmiştir. Toplantıya katılan ülkelerin tamamı; 1929 Depresyonu’nun doğurduğu sefaletten kurtulmayı, yüksek bir çalışma düzeyine ulaşmayı ve rekabetçi devalüasyonlara son verecek yeni bir sabit kur sistemine kavuşmayı arzulamışlardır.
Sistemin İşleyişi
Bretton Woods veya diğer ismiyle IMF sistemi, ayarlanabilir sabit kur modeline dayanmaktadır. Bu sisteme göre ABD dışındaki tüm IMF üyeleri ulusal paralarının değerini Amerikan Doları cinsinden tanımlamışlardı. Bu sistemde Amerikan Doları diğer ülke paralarından ayrı olarak başka bir ülkenin parasına değil, 35 dolarlık sabit fiyat üzerinden bir ons altına bağlanmıştı. Her ulusal paranın bir dolar paritesi olduğu ve dolar da sabit fiyattan altına bağlı olduğu için, ulusal paraların dolaylı olarak bir de altın paritesi bulunmaktaydı. Sistemde ABD, yabancı merkez bankalarının arz edecekleri dolarlar karşılığında yukarıda belirtilen sabit fiyat üzerinden altın satma taahhüdü altına girmişti.
Bretton Woods sisteminde, ulusal paraların dolar etrafındaki dalgalanma marjı alt ve üst yönde % l ile sınırlandırılmıştı. Üye ülkelerin Merkez Bankaları, ulusal para değerlerinin bu sınırlar dışına çıkmasını engellemek için, döviz piyasasına Amerikan Doları ile müdahale edebiliyorlardı. Sistem, dış ödeme dengesizliklerini gidermek için üye ülkelere paritelerde değişiklik yapma olanağı tanıyordu. Bu sistem temelde sabit bir kur sistemi olduğundan, kur değişikliklerine yol açacak türdeki devalüasyon ve revalüasyon gibi hareketlere, başvurulacak son çare olarak bakılıyordu. Fon yasalarına göre, % 10’dan daha yüksek oranda devalüasyon yapmak için IMF’nin iznini almak gerekiyordu.
Uluslararası ödemelerde kullanılan paraların karşılığı olarak tutulması gereken altın miktarı, altın/anahtar para oranına göre belirlenmekteydi. Bretton Woods’da oluşturulan ve uluslararası ödemelerde kullanılan anahtar paranın (doların) altına bağlı olmasının en önemli nedeni hiç şüphesiz insanların altına hâlâ güven duymalarıydı. Konunun politik yanı ele alındığında durumun daha da değişik olduğu gözlenmektedir. Savaş sonrasında dünyanın en büyük ekonomisi olarak ortaya çıkan ABD, savaştan galip ve güçlü çıktığı için Bretton Woods görüşmelerinde kendi fikirlerinin kabul edilmesi için elinden geleni yapmıştır. Amerika’nın, “Kambiyo Sistemi”ni içeren White Planı’nı kabul ettirmek istemesinin esas nedeni; sahip olduğu büyük altın stoklarıydı. İngiliz planının hazırlayıcısı olan Keynes ise, uzun vadede altının piyasadan çekilmesini ve onun yerine “bankor” denilen paranın kullanılmasını istiyor ve uluslararası ticarette kliring sisteminin uygulanmasını öneriyordu. Bu sistemin kabulü halinde altın fiyatları ucuzlayacak ve Amerika’nın elinde savaş sonrasında biriken dev altın stoklarının hiçbir değeri kalmayacaktı. ABD’nin siyasi ve politik ağırlığını koyarak kabul ettirdiği White Planı, altın ve altına dayalı para sistemini tekrardan gündeme getirmiştir. 1958’lere kadar aksamadan işleyen Altın Kambiyo Sistemi, bu tarihten itibaren sendelemeye başlamıştır. Yukarıda belirtildiği gibi Bretton Woods sistemi temelde “ayarlanabilir sabit kur sistemi”dir. Bu modelde ülkeler, para değerlerini Amerikan Doları cinsinden tanımlamış (parite) ve para değerlerinin bu parite etrafında % l oranında dalgalanmasına izin vermişlerdir. Buna göre bir paranın piyasada alabileceği en yüksek değere “üst destekleme noktası”, en düşük değere de “alt destekleme noktası” denilmiştir. Döviz kurları bu iki sınır arasında, piyasadaki arz ve talebe göre herhangi bir değer alabilmekteydi.
Sistemin mantığı kurların sabit tutulmasını gerektirmekle birlikte bu durum kurların hiçbir şekilde değiştirilmeyeceği anlamına da gelmemekteydi. Herhangi bir ülkeye ait ulusal paranın, uzun zamandan beri alt veya üst destekleme noktalarına yakın düzeyde seyretmesi, kurun bu fiyat düzeyinde tutunmasına imkân bulunmadığı anlamına gelmekteydi. Bu durum, üst destekleme noktasında Merkez Bankası’nın piyasaya sürekli olarak döviz arz etmesi, alt destekleme noktasında ise sürekli olarak döviz talep etmesi gibi bir imkânsızlığı beraberinde getirmektedir. İşte bu nedenden dolayı “ayarlanabilir sabit kur sistemi” olarak adlandırılan bu sistemde hükümetler, ulusal paralarının değerini zaman zaman yeniden belirleme yoluna gitmişlerdir.
Bretton Woods Sisteminde ABD’nin Rolü
Bretton Woods sistemi ile Amerikan Doları diğer bütün ülke paralarının bağlandığı bir değer standardı olduğu gibi, tüm ülkelerin kabul ettiği bir rezerv aracı durumuna da gelmiştir. Bundan başka ABD Doları, Amerika ve Amerika dışındaki diğer ülke Merkez Bankalarınca ulusal paralarının dış değerini sabit tutmak veya korumak amacıyla döviz alım satımlarında kullandıkları bir müdahale parası durumuna da gelmişti. Tüm bu özellikler ABD Doları’na bir nevi anahtar para (Key currency) statüsü kazandırmıştı. Doların IMF sistemi yada diğer bir değişle Bretton Woods sistemi içerisindeki bu ayrıcalıklı yeri, Amerikan ekonomisinin dünyadaki gücünden kaynaklanıyordu. Dolar arzının dünya ticaretinin ihtiyaçları doğrultusunda kolayca artırılabilmesi ve herkesçe güven duyulan bir para olması, ABD dolarının uluslararası ödeme aracı olarak kabul edilmesinin en önemli sebeplerindendir.
Yabancı merkez bankaları, resmi dolar rezervlerini Amerikan Federal Reserve Bank’a arz ederek diledikleri an altına çevirebildiklerinden, Amerikan Doları’na “altın kadar iyi hatta altından daha iyi bir para” gözüyle bakıyorlardı. Çünkü, Merkez Bankaları bu dolarları New York sermaye piyasasında kısa süreli hazine bonolarına yatırarak önemli-bir faiz geliri elde edebiliyorlardı. Oysa merkez bankalarının kasalarında bulunan altın resmi fiyatının sabit olmasından dolayı herhangi bir gelir getirmiyordu.
ABD Açısından Sistemin Avantajları
Doların anahtar para olması Amerika’ya bazı avantajlar sağladığı gibi bazı külfetler ele getirmiştir. Sağlanan yararlar, Amerika’nın anahtar paraya sahip olmasından kaynaklanıyordu. Daha önceden de belirtildiği gibi. Amerikan Doları hem ABD’nin ulusal parası olarak kullanılıyor, hem de uluslararası ödemelere aracılık ediyordu. Durum böyle olunca ABD kendi Merkez Bankası’nın çıkardığı kâğıt paralarla ithalatını finanse etmek gibi önemli bir ayrıcalığa sahip oluyor, Amerika dışındaki diğer ülkeler ise mal ve hizmet ihraç edip dolar temin etmedikleri sürece ithalat yapamıyorlardı. Doların bu statüsünden dolayı Amerika’nın sağladığı kazanca “seignorage” kazançları adı verilmiş ve bu statü ABD’ye uluslararası siyasal ilişkilerde çok önemli bir üstünlük sağlamıştır.
ABD Açısından Sistemin Sakıncaları
IMF sisteminin ABD’ye yüklediği külfetlere gelince, ABD; dış denge durumuna herkesten daha fazla dikkat etmek ve ödemeler bilançosunda açık doğuracak politikalardan kaçınmak zorundaydı. Çünkü dış açıklar doların değerini düşüreceği gibi, bu paraya duyulan güveni de sarsabilirdi. Ayrıca Amerika, kendi ulusal parası olan doları tek başına bağımsız olarak devalüe etme hakkına da sahip değildi, çünkü dolar hiçbir ülkenin parasına bağlı değildi. Bundan başka ABD, yabancı merkez bankalarının arz edecekleri dolarları altına çevirmek yükümlülüğü altında bulunduğundan, dışarıdaki dolar rezervlerinin aşırı ölçüde genişleyerek altın stoklarını eritmesine engel olmak için gerekli tedbirleri almak zorundaydı. Diğer yandan New York’un büyük bir mali merkez oluşunun da bazı sakıncaları bulunmaktaydı. Yabancı ülkelerin ve şirketlerin bu piyasadan borçlanmaları para arzını ve faiz hadlerini beklenmedik şekilde etkileyebileceği gibi, dışarıya ihraç olunan fonlar da dış ödemeler bilançosu üzerindeki baskıyı artırabiliyordu.
Bretton Woods Sisteminde Dönemler
Bretton Woods sisteminin işleyişinde farklı özelliklere sahip çeşitli dönemler bulunmaktadır. Dolar kıtlığı, dolar bolluğu ve buhran dönemi gibi birbirinden tamamen farklı özellikler gösteren bu dönemleri kısaca açıklamak, sistemin işleyişini anlamamıza yardımcı olacaktır.
Bretton Woods sisteminin kurulduğu 1944 yılından 1950lerin basma kadar dünyada şiddetli bir “dolar kıtlığı” çekilmiştir. Bu dönemde Batı Avrupa ülkeleri ve Japonya savaşta yıkılan ekonomilerini onarmak için yoğun bir çabaya girişmiş ve kendilerine gerekli olan malları ellerindeki altın rezervleri karşılığında ABD’den temin etmeye başlamışlardı. O yılların tek mal ve sermaye ihracatçısı olan Amerika Birleşik Devletleri’de çoğunluğu hibe şeklindeki Marshall yardımlarıyla bu ülkelerin kalkınmalarına önemli ölçüde destek oluyordu. 1950’lerin başında sistemin işleyişi açısından çok önemli bir olay meydana gelmiş ve Amerika’nın dış ödemeler bilançosu ilk defa açık vermiştir. O yıllarda hiç kimsenin dikkatini çekmeyen, hatta dünya likidite arzını artırdığı için faydalı dahi görünen bu durum ileride doğacak sorunlara temel teşkil etmiştir.
1958 yılına gelindiğinde, Amerika’nın giderek artan ve süreklilik kazanan dış açıklarına bağlı olarak dünyada aşırı bir “dolar bolluğu” kendini göstermiştir. ABD Dolarının aşırı değerlenmiş bir para durumuna gelmesi, doların devalüasyonunu gerektirdiği halde, gerek doların yüklendiği anahtar para statüsü, gerekse Amerika’nın tek başına devalüasyon yapma yetkisine sahip olmaması böyle bir olayı engellemiştir.
Batı Avrupa ülkeleri ve Japonya 1960’larda kalkınmalarını tamamlayıp önemli birer ekonomik güç haline gelince, biriktirdikleri dolar rezervlerini Amerika’ya arz ederek altına çevirmeye ve savaşla eriyen altın stoklarını yeniden oluşturmaya başlamışlardır. Bu sırada Fransa Devlet Başkanı General de Gaulle ABD dolarına karşı adeta savaş ilân etmiş ve Bretton Woods sisteminin ABD’ye sağladığı ayrıcalıklara itiraz ederek, altın fiyatlarının iki veya üç kat artırılmasını, Bretton Woods sisteminin terk edilmesini ve tekrardan altın para standardına dönülmesi gerektiğini savunmuştur.
Tüm bu olaylar neticesinde uluslararası mali alanda beklenen buhran ilk kez 1960 yılında altına hücumla başlamıştır. ABD’nin giderek eriyen altın stokları karşısında uluslararası spekülatörler doların er veya geç devalüe edileceğini tahmin ettiklerinden. Londra altın borsasından yoğun şekilde altın satın almaya başlamışlardır. Aşırı talep karşısında serbest piyasadaki altın fiyatlarını resmi fiyat olan 35 dolar düzeyinde tutabilmek için Amerika, İngiltere, Belçika, Almanya, Fransa, İtalya. Hollanda ve İsviçre 1960 yılında Londra Altın Fonu’nu (Gold Pool) kurmuş ve resmi altın rezervlerini kullanarak İngiliz Merkez Bankasının piyasaya müdahalelerine destek olmuşlardır. O yıllarda bu fonun kurulmasındaki en önemli amaç spekülatörlerin altın talebini kırmaktı.
Bu sırada ABD, dış ödeme açıklarını kapamak için bazı önlemler almış ve Avrupalı şirketlerin düşük faizle New York borsasından borçlanmalarını önlemek için 1960 yılında faiz oranlanın eşitleme vergisini yürürlüğe koymuştur. Bundan başka, ödemeler bilançosunu düzeltmek ve ülkeye yabancı sermaye çekmek amacıyla kısa süreli faiz oranları düşürülürken, ekonomiye canlılık kazandırmak amacıyla uzun süreli faiz oranları yükseltilmiştir. Yabancıların biriktirdikleri rezervleri dolar olarak tutup altına çevirmelerini engellemek amacıyla yabancı merkez bankalarına ellerindeki dolar rezervleri karşılığında “Roosa Bonoları” adı verilen orta vadeli tahviller satma yoluna gidilmiş, fakat bu önlemlerin hiçbirisi soruna esaslı bir çözüm getirmemiştir.
Daha sonraları, sağlanan dış kredilere rağmen 1964 yılından beri sarsıntı geçiren İngiliz Sterlini 18 Kasım 1967 tarihinde devalüe edilmiş, bunun üzerine 1968 yılı başlarında spekülatörler yeniden altın almaya başlamışlardır. Altın fonu aracılığı ile piyasaya önemli miktarda altın arz eden Merkez Bankaları (özellikle ABD Merkez Bankası) 17 Mart 1968 tarihinde serbest piyasadaki altın fiyatlarını “desteklememe” kararı almışlardır. Böylelikle altın fonu dağıldığı gibi, altın fiyatlarında birisi serbest piyasadaki arz ve talebe göre belirlenen yüksek fiyat, diğeri de merkez bankaları arasındaki işlemlerde geçerli olan resmi fiyat (1 Ons=35$) olmak üzere ikili fiyat sistemi benimsenmiştir. İkili piyasanın oluşmasıyla birlikte akının parasal fonksiyonunda önemli bir gerileme meydana gelmiştir.
İngiliz Sterlini’nin devalüe edilmesinden sonra Fransız Frankı’da baskı altına girmiş ve 1969 Ağustos’unda frank devalüe edilmiştir. Almanya ise, tarihinde ilk defa Mark’ı dalgalanmaya bırakmış ve bir miktar değer kazanmasına izin verdikten sonra resmi kurunu yeniden belirlemiştir.
1958’lere kadar aksamadan işleyen altın kambiyo sistemi, bu yıllardan sonra sendelemeye ve ağır aksak yürümeye başlamıştır. Anahtar paraya sahip olan ABD’nin ödemeler dengesi açıklarını emisyonla kapatması dünyada bir dolar bolluğu yaratmış, ABD’de görülen enflasyonun tüm dünyaya yayılması anahtar paraya olan güveni sarsmış, Amerika’nın doları devalüe etmekten kaçınması ve ekonomileri gittikçe kuvvetlenen Batı ülkelerinin Mark, Sterlin, Yen gibi güçlü paralara sahip olması dolardan kaçışı hızlandırmıştır. Elinde dolar olan kişiler bu dolarları ya yukarıda sıralanan sağlam paralara yada altın ve gümüş gibi kıymetli madenlere çevirmeye başlamışlardır. 1960’ların sonlarında sürekli istikrarsızlıklar uluslararası mali piyasaların başlıca özelliği haline gelmiştir. Almanya ve Japonya gibi ödemeler bilançosu fazla veren ülkeler ABD’nin istemesine rağmen ulusal paralarını revalüe etmeye yanaşmamış, dış ödeme fazlalarını önemli bir ekonomik ve siyasal güç olarak kullanmışlardır.
Başkan Nixon, Batılı ülkeleri ve Japonya’yı revalüasyona zorlamak amacıyla 15 Ağustos 1971 tarihinde bir dizi önlemler almıştır. Doların altın konvertibilitesine son veren bu kararlardan en önemlileri;
Altın kambiyo sisteminin çökmesine neden olan ülkelerin başında, Amerika’nın haksız kazanç sağladığını ileri süren ve elinde biriken tüm dolarları altına çevirmek için bu ülkeye veren Fransa gelmektedir. Dolardan kaçışı engellemek için kurulan “Altın Birliği” ve “ikili fiyat sistemi” gibi tedbirlerin de herhangi bir fayda sağlayamaması üzerine ABD Merkez Bankası, %25 oranında altın karşılığı bulundurma uygulamasına son vermiş ve dolar/altın ilişkisini ortadan kaldırmıştır.
Tüm bu gelişmeler üzerine Washington’da Smithsonian Institute’de toplanan “Onlar Grubu” doların devalüasyonuna razı olmuş ve 18 Aralık 1971 tarihli Smithsonian kur ayarlamaları ile dolar %9 oranında devalüe edilmiştir. Altının resmi ons fiyatı 35 dolardan 38 dolara çıkartılmış ve altın penceresinin kapatılması onaylanarak doların altın konvertibilitesi sürekli olarak kaldırılmıştır. Bu anlaşma ile ayrıca, ulusal paraların dolar paritesi etrafındaki dalgalanma marjı %1’den %2.25’e çıkartılmış, ABD’nin daha önceden koymuş olduğu gümrük vergilerinin tamamı kaldırılmıştır. Uluslararası para sisteminde çok küçük değişiklikler yaratan bu düzenlemeler neticesinde ulusal paralar daha yüksek kurlardan dolara bağlanmış, dalgalanma marjlarının genişlemesine paralel olarak sisteme esneklik kazandırılmıştır.
Doların ikinci devalüasyonuna rağmen ABD’nin dış ödeme açıklarının artmaya devam etmesi üzerine, 1973 Şubatında ABD Doları bir kez daha spekülatif baskı altına girmiş ve Batılı sanayileşmiş ülkeler doların devalüasyonuna bir defa daha razı olmuşlardır. Böylece dolar ikinci kez ortalama olarak yüzde 5 oranında devalüe edilmiş ve altının resmi ons fiyatı 38 dolardan 42,5 dolara yükselmiştir. Bu ikinci devalüasyonda dolardan kaçışı durduramamış, 1973 Mart’ında Avrupa döviz borsaları iki hafta süreyle kapatılmıştır. 16 Mart 1973 tarihinde borsalar yeniden açılmış ve Avrupa Topluluğu ülkeleri aldıkları ortak kararla, ulusal paralarını sabit kurlarla birbirlerine bağladıklarını ve dolar karsısında ayrı ayrı serbest bıraktıklarını tüm dünyaya duyurmuşlardır. Böylece 1944’de kurulan ve dünya ekonomisine 29 yıl süreyle damgasını vuran Bretton Woods sistemi 1973 Mart’ında fiilen sona ermiştir.
Bretton Woods Sonrası Dönem
Bretton Woods sistemine taraf olan ülkelerin 18 Mart 1968 tarihinde, serbest piyasadaki altın fiyatlarını desteklememe kararı almaları üzerine, 1971 yılının ortalarına kadar önemli bir artış kaydetmeyen altın fiyatları bu tarihten itibaren yavaş ama istikrarlı bir çıkış trendine girmiştir. Yatırımcı ve spekülatörlerin altına yönelmeleri gerçek anlamda 1972-80 yılları arasında söz konusu olmuş ve 1972’de 40-45 dolar civarında seyreden ons fiyatı 1980 yılında 858 dolara kadar yükselmiştir. Bu yıllar arasında insanların altına yönelmeleri ve altına yatırım yapmaları acaba neden kaynaklanmıştır? Bu nedenlerin başında hiç şüphesiz dünya ülkelerinin birçoğunda var olan yüksek enflasyon gelmektedir. Tasarruf sahipleri enflasyonun olumsuz etkilerinden korunabilmek amacıyla, paralarını 1974 yılının başlarından itibaren istikrarlı bir artış kaydeden altına yatırmaya başlamışlardır. Petrol fiyatlarının artmasıyla birlikte gelirleri artan Arap ülkeleri de borsalara yönelince, altın talebinde kelimenin tam anlamıyla patlama gözlenmiştir. Altının günden güne yükselmesi bu işe ilgi duymayan kişileri dahi altın almaya yöneltmiş, piyasaların derinliği artmıştır.
Vadeli piyasaların varlığı ve işleyişi her şeyden önce “beklentiler” üzerine kurulmuştur. Herhangi bir malın piyasa fiyatının yükseleceğini hisseden kişiler vadeli piyasalarda alıma geçerken, düşeceğini hisseden kişiler de satışa geçmektedir. Beklentilerin hakim olmadığı, kişilerin ne yapmaya tam olarak karar veremedikleri günlerde ise bu piyasalarda sessizlik hakim olmaktadır. Piyasaların beklentilerle dolu olduğu 70’li yılların ortalarında, yeni bir alternatif yatırım aracı olarak ortaya çıkan vadeli altın işlemleri, işte bu nedenden dolayı çok kısa zamanda kişiler tarafından genel bir kabul görmüştür. Bu tür piyasaların ortaya çıkması ile birlikte, altın fiyatının yakın gelecekte yükseleceğini tahmin eden kişiler vadeli olarak altın alabilme imkânına kavuşurken, düşeceğini tahmin eden kişiler de vadeli olarak altın satabilme imkânına sahip olmuşlardır.
Özellikle 70’li yılların ortalarından itibaren hareketlilik kazanan, altın borsalarının, vadeli altın işlemlerine başlamasını sadece Bretton Woods sistemine veya sadece yüksek enflasyona bağlamak doğru değildir. Bretton Woods sisteminin altın fiyatlarını baskı altında tuttuğu, enflasyonun ve enflasyon beklentilerinin arttığı dönemlerde altın fiyatlarının yükselişe geçtiği bilinmektedir. Vadeli altın işlemlerinin ortaya çıkması ve insanların bu tür bir işlemi kısa zamanda benimsemeleri esas itibarıyla böyle bir sisteme duyulan aşırı istekten kaynaklanmaktadır. Maden üreticisi şirketlerden altın talep eden son kullanıcılara, ulusal veya uluslararası yatırımcılardan spekülatörlere kadar hemen herkesin vadeli altın kontratlarına sık sık ihtiyaç duyduğu bilinmektedir.
Altın Ticaretinde Dönemler
Altın standardının uygulandığı XIX. yüzyıl sonları ile XX. yüzyıl başlarında tedavül aracı olarak kullanılan altın, I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte bu özelliğini kaybetmiştir. Hükümetler, altın standardını birer ikişer terk etmeye başlarken, gerek ülkeler arasındaki altın hareketlerini, gerekse özel şahısların altın alımlarını kanunlarla sınırlamaya başlamışlardır. Altın ticaretini engellemeye yönelik bu tür kararlar II. Dünya Savaşı sonrasında da aynı şekilde devam etmiştir. Özellikle 1974 sonrasında altın talebinde görülen patlamanın esas nedeni, altın ticaretinin neredeyse yarım asır boyunca rahatlıkla icra edilememesi ve hükümetler tarafından engellenmesidir. IMF sisteminin işleyişini sağlamak amacıyla altın almaları yasaklanan binlerce insan, altın fiyatlarının serbest bırakılması ve altın alımıyla ilgili yasaklamaların kalkmasından sonra borsalara adeta hücum etmiştir.
1974 yılma kadar yalnızca spot altın işlemlerinin yapılabildiği borsalarda, altın fiyatlarının serbest bırakılmasıyla birlikte yeni alışveriş türleri ortaya çıkmaya başlamıştır. Altın fiyatlarının tırmanışa geçmesi, “açığa altın satan” veya “açığa mal alan” insanları karşı karşıya getirmiş, bu tür işlemlere ihtiyaç duyulduğunu gören borsa yöneticileri de vadeli altın işlemlerinin yapılabilmesine imkân tanıyan yeni düzenlemeler yapmaya başlamışlardır.
Vadeli Altın Piyasalarının Ortaya Çıkışı
Vadeli altın kontratlarının tanıtımı ilk olarak 1972 yılında Kanada’nın Winnipeg borsasınca yapılmıştır. Bu borsada 70’li yıllar boyunca 100 ve 400 onsluk vadeli altın kontratlarının alını satımı yapılmış, kendine göre oldukça başarılı olan Winnipeg borsasının işlem hacmi Amerikan borsalarının olgunlaşmasıyla birlikte giderek azalmaya başlamıştır. 1981 yılında kontrat hacminin 100 onstan 20 onsa indirildiği Winnipeg borsasında, 20 onsluk altın kontratları pek ilgi görmemiş ve bu borsa tarafından yürütülen vadeli altın işlemlerinin tümüne Nisan 1988’de son verilmiştir.
Vadeli (future) altın işlemleri gerçek anlamda Amerikan altın borsalarının devreye girmesiyle birlikte önem kazanmaya başlamıştır. 31 Ocak 1934 tarihinde ABD Başkanı Franklin Roosevelt tarafından, ekonomik buhran sonucunda ortaya çıkan banka paniğini azaltmak için Amerikan vatandaşlarının mücevherat ve koleksiyon amacıyla talep ettikleri eski altın paralar dışında altın satın almaları ve ellerinde külçe altın bulundurmaları yasaklanmıştır.
Bu yasaklamaların tümü 40 yıllık bir aradan sonra Başkan Gerald Ford tarafından 1974 yılında kaldırılmıştır. ABD vatandaşlarına konulan bu kısıtlamanın kaldırılmasıyla birlikte vadeli altın kontratlarının rahatlıkla alınıp satılabilmesine imkân tanınmıştır.
ABD’de vadeli altın kontratlarının tanıtımı ilk kez 31 Aralık 1974 tarihinde New York Commodity Exchange (COMEX), Chicago Board of Trade (CBOT), Chicago Mercantile Exchange (CME) ve Mid-America Commodity Exchange (MidAm) borsalarınca yapılmıştır. Comex ve CME kontratlarının büyük ilgi gördüğü ABD borsalarında CBOT ve MidAm kontratları pek ilgi görmemiş, sonunda Comex vadeli altın kontratı, altın ticaretini profesyonelce gerçekleştiren kişilerce en fazla tercih edilen vadeli altın kontratı durumuna gelmiştir. New York borsasının diğer borsalar karşısında önem kazanmasının en büyük nedeni; önemli bir ticaret merkezi olan bu şehrin hayli yüksek olan nüfusudur. New York’da destek işlemleri oluşturmanın Şikago’ya göre daha ucuz olmasından dolayı, New York’da bulunan bankalar ve Bullion Houselar ile profesyonel altın tüccarlarının neredeyse tamamı yöresel altın kontratlarını tercih etmeye başlamış, böylelikle Comex’in önemi diğer borsalar karşısında giderek artmıştır.
Ancak şu da var ki; vadeli altın kontratlarının önemli bir bölümünü tek başına gerçekleştiren Comex, işleyiş bakımından pek düzenli değildir. Vadeli kontratlara ait takas işlemleri sırasında yaşanan bazı olaylar, dünyanın en açık ve en düzenli altın borsası olarak bilinen New York borsasının imajını sarsmıştır. Comex’de sorun olduğu dönemlerde Şikago borsasının işlem hacminde büyük artışlar görülmüş, ancak son yıllarda bütün sorunların çözüldüğünü ileri süren Comex yöneticilerinin ısrarlı telkinleri sonucunda Şikago borsasının payı yeniden New York borsasına doğru kaymaya başlamıştır.
Vadeli altın işlemlerinin Amerika’da başarıyla yürütülmesi sonucunda, bu konuya ilgi duyan yabancı ülke borsalarının birçoğu ya kendi bünyelerinde ya da ABD borsaları ile bağlantılı olarak kendilerine has özellikleri olan vadeli altın kontratlarının tanıtımını birer birer yapmaya başlamışlardır. Bu borsaların başında: Singapore International Monetary Exchange, Hong Kong Futures Exchange, Sydney Futures Exchange, Tokyo Gold Exchange ve London Gold Futures Exchange gelmektedir. Tokyo borsasının dışında, yeni kurulan borsaların hiçbiri 1990 yılına kadar etkin bir işlem hacmi sergileyememiştir. Hatta, vadeli altın kontratlarının tanıtımı sırasında oldukça iddialı davranan Londra borsası, işlem hacminin düşük olmasından dolayı vadeli altın işlemlerini durdurmak zorunda kalmıştır.
Günümüzde spot altın işlemleri 24 saat boyunca yapılabilmektedir. Londra ve İsviçre borsaları kapanırken ABD ve Japon borsaları açılmakta neticede bu borsalar birkaç saat arayla birbiri peşi sıra açılıp kapanmaktadır. Vadeli altın işlemlerine gelince, bu işlemler günümüzde sadece ABD ve Japon borsalarınca yapılmaktadır. Vadeli işlemlerin, Avrupa ülkelerini de içine alacak şekilde tüm dünyada 24 saat boyunca yapılabilmesi, vadeli altın kontratlarının sergilediği işlem hacmini önemli ölçüde artıracaktır.
Dünya Altın Talebi
Sınırlı üretim hacmine karşılık, sayılamayacak kadar çok kullanım alanına sahip olan altın, birbirinden farklı birçok bölge ve ülkede farklı sebeplerden dolayı talep edilmektedir. Altın üretiminde olduğu gibi altın talebinde de düzensiz bir coğrafi dağılım söz konusudur. Altının nerelerde ve hangi amaçlarla kullanıldığı günümüzde birçok kişi tarafından bilinmemektedir. Takı ve tasarruf aracı olmasının yanısıra diş yapımından elektronik endüstrisine kadar yüzlerce hatta binlerce yerde kullanılan altın, yavaş yavaş önemli bir sanayi hammaddesi olmaya başlamıştır. Sınırlı üretimine ve giderek artış kaydeden tüketim hacmine rağmen şu an için düşük olarak nitelendirilen altın fiyatının uzun vadede yükselişe geçmesi olasılıklar dahilindedir.
Altın madenlerinin birçoğunda cevher verimliliğinin giderek azalmasına, ve 80’li yılların başından itibaren dünya ülkelerinin tümünü etkisi altına alan yüksek enflasyona bağlı olarak artış kaydeden altın üretim maliyetleri, altın üreten ülkeler açısından maden üretmenin tüm çekiciliğini ortadan kaldırmaktadır.
Türkiye’de Altın ve Mücevherat Sektörü
1567 Sayılı Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu ve 1918 Sayılı Kaçakçılıkla Mücadele Kanunu Türk altın sektörünün yıllarca gayri resmi çalışmasına ve yeter derecede gelişmemesine neden olmuştur. Altınla bu kadar içli dışlı olan bir coğrafyada külte altın alım satımının yıllarca engellenmesi ve bu işin ticaretini yapanların çok ağır cezalara maruz kalmaları Türk kuyumculuk endüstrisinin neredeyse 80 yıl boyunca dünyadan izole faaliyet göstermesine neden olmuştur. Her iki yasa 1930’lu yıllarda bir zorunluluktan dolayı ihdas edilmiş ve II. Dünya Savaşı yıllarında da işlevini fazlasıyla yerine getirmiş ancak 1960-70 ve 80’li yıllarda gerek Türk ekonomisinin gerekse Türk altın sektörünün sırtında ciddi bir yük olmaya başlamıştı. Olmayan dövizin yurtdışına kaçmasından ve zaten Türkiye’ye giren altının resmi olarak girmesinden endişe ediliyordu. Bu endişeye 1983 yılında partisini iktidara taşıyan Turgut Özal son verdi. 1567 ve 1918 sayılı yasalar yerine 32 sayılı karara bıraktı ve ekonomik suçlardan dolayı insanların hapiste yatmasına son verildi.
Bugün Türk kuyumculuk ve altın sektörü gerçek anlamda bir dünya devi olmaya başlamışsa bunun en büyük müsebbibi hiç şüphesiz Turgut Özal hükümetinin almış olduğu akılcı ekonomik kararlardır.
Altın madenciliği
Ülkemizde insanların sıkça dile getirdiği bir temenni vardır. Keşke ülkemizde petrol veya altın madenleri olsa da onları yeraltından çıkarıp satsak, o zaman dünyanın en zengin ülkesi oluruz. Ancak şu bir gerçektir ki ülkelerinde her iki zenginliğe bir arada sahip olan bazı ülkelerin durumu hiç de iç acıcı değildir. Altın madenciliği uzaktan göründüğü gibi çok cazip bir iş kolu olmadığı gibi gerek çalışanlar, gerek yöre halkı ve gerekse ortaya çıkardığı sosyal yaralardan dolayı oldukça yıpratıcı bir zenginliktir. Altın yurtdışında borsalarda külçe halinde durup, sadece sizin onu almanızı bekliyor. Altının onsu ne kadar 1350 dolar, sigorta ve nakliyesini ilave et öğleden sonra 1365 dolara Türkiye’de. Diğer türlü yerin altındaki madeni çıkart, temizle, arıt, külçeye dönüştür, piyasaya sür bayağı bir zaman ve harcama gerektiriyor. Maliyet ne kadar? Diyelim ki son teknolojiye sahipsiniz ve maliyetiniz de ons başına 600-700 dolar. Değer mi? Biz Türkiye de Güney Afrika’da ki Rand sahası veya Canada’da ki Quebec arazisi gibi çok büyük altın rezevlerine sahip değiliz ki. Bazı yerlerde lokal ve toplam rezervi 5-10 ton, bilemediniz 20-30 tonluk maden sahaları var. Bu sahaların yatırım maliyeti oldukça yüksek, rezervler ise oldukça sınırlı. Aslında dünya yüzeyinde hiç kimsenin bilmediği veya dikkat çekmediği bir altın kaynağı var ki insanlar elini uzatsa zaten ona her an dokunuyor. Hem de hiç bitmeyecek bir kaynak. Okyanuslar ve denizler. Deniz suyunda ciddi miktarda çözelti halinde altın var. Pek tabi bunu ayrıştırabilir ve altın elde edebiliriz, ama üretim maliyeti ons başına 1350 dolar olmaz da 5850 dolar olur. Ancak bundan 10-15 sene sonra şartlar değişirse, o zaman ihtiyacımız olan altını gözümüz kapalı Türkiye’deki yataklardan da çıkartırız, deniz suyundan da elde ederiz. Güney Afrika, Kanada, Amerika, Rusya, Özbekistan gibi yerlerdeki verimli altın sahalarında altın rezervleri bitme noktasına yaklaştıkça daha verimsiz ve daha yüksek maliyetli rezerv sahaları devreye girmeye başlar ve verimsiz dediğimiz Türkiye’deki yataklar cazip hale gelir, onlarda bitince elimizi içinde çözelti halinde altın barındıran deniz ve okyanus sularına atarız. Bu aşamada altın madenciliği konusunu fazla önemsemek doğru bir davranış olmayacaktır.
Geçmişte benzer gelişmeler Osmanlı döneminde de yaşanmıştı. Osmanlının birçok yerde darphane ve madenleri vardı. Balkanlarda Sidrekapsi, Banaluka, Bosna ve Kratova, Anadolu’da Gümüşhane bunlardan bazılarıdır. 15-16. yüzyıllarda bu madenlerden gümüş çıkartılıyor ve gümüş para kesiliyordu ve hiçbir sorun yoktu, çünkü maliyetler zaten o günün şartlarında bilinen ve kabul edilen seviyelerde idi. 1600’lü yıllarda İspanyollar Amerika’dan oluk oluk altın ve gümüş getirip değerli maden bolluğuna sebebiyet verince, dünya gümüş fiyatları hızla düşmüş ve Osmanlının gümüş madenleri bir anda tüm cazibesini kaybetmişti. Ne zamana kadar? 1700’lü yılların ikinci yarısında Amerikan gümüşünün Avrupa’ya akışı kesilene kadar. Sonrasında bu madenler tekrardan işletilmeye başlandı. Yani bir madenin varlığından çok, madenin rantabl çalışmasına imkan tanıyacak fiyat düzeyinin varlığı daha fazla önem taşımaktadır.
Türk kuyumculuğu ve altın ithalatının seyri
Dünya mücevher piyasalarında rekabet etmek istiyor muyuz? O zaman her şeyin en ucuzuna bakacağız. Sermaye ucuz olacak, hammadde ucuz olacak, işçilik ucuz olacak, ama kalite en yüksek seviyede olacak. Gerisi hikâye. Türkiye’de altın ithalatı hep istikrarlı bir seyir izledi. 80’li yıllarda senede 130 ton külçe altın ithal ediliyordu, 90’lı yıllarda 170 tonlara, 2000’li yıllarda 200-250 tonlu rakamlara ulaştık. Hem de neye rağmen? Altın fiyatları sürekli yükselmesine rağmen. 80’li yıllarda fiyatlar 200-300 dolar bandındayken, bugün 1000 dolarlı rakamlarda. Aslında altın talebinin sürekli artmasının bir nedeni de bu.
Altın talebinin fiyatlarla bağlantısı
Altın fiyatları ile altın talebi arasındaki ilişki normal arz-talep kuralına biraz aykırı hareket edebiliyor. Yani bu ne demek? Normalde herhangi bir malın fiyatı yükseldiğinde, talebi düşmeye başlar. Ancak altında bu ilişki biraz ters yönlüdür. Çünkü altın temel olarak bir yatırım ve güvence aracıdır. Yatırım amacıyla altın talep eden insanlar, altın fiyatları düştüğünde taleplerini arttırmaz, aksine azaltır. Altın fiyatları yükseldiğinde ise talebini azaltacağı yerde daha fazla talep etmeye başlar. Normal arz-talep kanunu ancak altın fiyatlarının aşırı derecede yükseldiği noktada devreye girer. Yani altın fiyatları aşırı derecede yükseldiğinde insanlar artık altın fiyatlarının geri geleceğini düşünerek taleplerini azaltmaya başlarlar, yada tersi durumda altın fiyatları düşerken taleplerini mümkün olduğu kadar en alt seviyede tutup, aşırı derecede düştüğüne inandıkları takdirde taleplerini arttırmaya başlarlar.
Dünyada Altın Madeni Üretimi ve Maliyet Rakamları
Bu haliyle altın talebini domates biber gibi normal bir tüketim malı talebiyle karıştırmamak gerekiyor. Şimdi herkes tartışıyor, altın fiyatları daha nereye kadar gidecek? Bugün yeryüzüne çıkartılmış olan altın miktarının yaklaşık olarak 155,500 ton olduğu ve bunun %64’lük kısmının 1950 sonrasında çıkartıldığı tahmin ediliyor. Her sene yeryüzüne çıkartılan altın miktarı ise yaklaşık 2500-3000 ton. Türkiye bu miktarın yaklaşık %10’unu tek başına ithal ediyor ve başta mücevherat sektörü olmak üzere kendi içinde değerlendiriyor. Bu miktarın önemli bir kısmını da işlenmiş mücevherat olarak ihraç ediliyor. Şimdi maliyetlere bakalım. Dünyada her sene 2500-3000 ton altın yeryüzüne çıkartılıyor ama altını yeryüzüne çıkarma maliyeti de her sene artıyor. Çünkü altın insanoğlundan gittikçe uzaklaşmaya ve kaçmaya başlıyor, yani gittikçe daha derinlerden çıkartılıyor. Bu da doğal olarak üretim maliyetlerine yansıyor. Bundan 10 yıl önce altın üretim maliyeti ons başına 240-250 dolar seviyesindeydi bugün ise 700-800 dolar.
Altın Üreticisi Ülkeler
Dünya altın üreticilerinin başında Güney Afrika (%12), Avustralya (%10), Amerika (%10), Latin Amerika ülkeleri (%10), Güney Afrika dışındaki diğer Afrika ülkeleri (%10), Çin (%9), Peru (%9) ve Rusya (%9) gelmektedir. Burada dikkat çekici nokta Güney Afrika, Avustralya ve Amerika’nın üretim içindeki payları giderek azalırken, diğerlerinin ki artıyor. Nedeni madenin gittikçe derinlere inmesi.
Türkiye’nin bölgedeki rolü ve geleceği
İki yıl önce Amerika ve İngiltere ekonomisiyle ilgili olarak bir haber ajanslara düştü ve her iki ülke ekonomisinin Osmanlı Devletinin 1874 yılındaki iflası gibi moratoryum tehlikesi ile karşı karşıya olduğu açıklandı. Bütçe açıklarının sürekli hale gelmesinin bu ülke ekonomilerini içinden çıkılamaz hale getirdiği ifade edildi. 11 Eylül 2001 saldırısı aslında dünyada geri dönüşü olmayan bir fizyon süreci başlattı. Artık ne dünya eski dünya, ne de Amerika eski Amerika. Kendimizi bir an için komplo teorilerinden uzaklaştıralım ve ortadaki resme dikkatle bakalım. Uzaydan gelen göktaşlarını dahi kolaylıkla düşüren Amerika, İkiz Kulelere ve hatta Pentagon’a yapılan saldırılarda elini dahi kıpırdatamayarak 1945’den beri tüm dünyaya lanse ettiği Amerika’nın yenilmezliğine büyük bir gölge düşürmüştür. Bin Ladin aslında İkiz Kuleleri vurmadı, Pentagon’a da saldırmadı. Vurulan ve yıkılan Amerikan Rüyası’nın bizzatihi kendisidir. Bugün yeni bir dünya düzeni kuruluyor. Amerika’nın liderliği artık sona ermiştir. Sessiz sedasız Rus birliğini tekrardan kuran, tüm enerji kaynaklarının üstüne oturan yeni Rus Çarı Putin’i Amerikan ve dünya medyası yeni yeni keşfetmeye başladı. Bir tarafta borç sarmalına giren ABD ve İngiltere, diğer tarafta ekonomik ve siyasal açıdan gittikçe güçlenen Rusya.
Uzun vadeli projeksiyonlarımızı yaparken aslında şu soruya da yanıt bulmamız gerekiyor. Yeni dünya düzeninde Türkiye’nin rolü ne olacak ve Türkiye bu düzenin neresinde yer alacak? Bence tam ortasında olacak. ABD başkanının temcit pilavı haline getirdiği yeni dünya düzeni ise yeni kıtada değil eski kıtasının tam üstünde kurulacak. “Dolar out, Türk Lirası ve Ruble in” desek acaba fazla mı ileri gitmiş oluruz? Bunu da zaman gösterecek.
Petrolün fiyatı 100 dolara dayandı. Altın fiyatları ne olacak? Herkes bunu konuşuyor. Şunu unutmamamız gerekiyor: tüm dünyada enerji fiyatlarının oldukça yükseldiği bir ortamda altın fiyatlarının düşmesi kısa vadede beklenmemeli. Yüksek fiyatlara alışmamız gerekiyor.
Yükselen piyasalar
Sektör açısından Türk kuyumculuk sektörünü ele alırsak bence bilinen pazarlar yerine Rusya Federasyonu, Çin ve Hindistan gibi yükselen pazarlara yönelmemiz gerekiyor.
]]>
KONGRE TEBLİĞİ
OSMANLI MALİ YAŞAMINA GENEL BİR BAKIŞ
Bizlere oldukça uzakmış gibi gelen bazı tarihler biraz incelendiğinde aslında modern dünya tarihinin uzunca bir geçmişe sahip olmadığı açıkça ortaya çıkar. Osmanlı toplumu ile Batı toplumu arasında başlangıçta çok büyük ve belirgin bir gelişmişlik farklılığı olmadığını hatta birçok konuda Osmanlının daha bilgili ve üstün olduğunu sıkça işitiriz. Ancak ne olmuşsa olmuş iki toplum arasındaki fark bir tarihten sonra Batı’nın lehine hızla açılmaya başlamıştır. Peki bu açılım tarihi acaba hangi zamana denk gelmektedir? Rönesans ve reform hareketlerinin başladığı Yeniçağ’a mı, Batı’da feodalitenin ortadan kalkıp merkezi ulusal devletlerin ortaya çıktığı 17. yüzyıla mı, merkantilizmin egemen olduğu ve ticari kapitalizmin tüm gücüyle dünya piyasalarını etki altına aldığı dönemlere mi, yoksa sanayi devriminin başladığı 19. yüzyıl başlarına mı? Peki yukarıda belirtilen dört döneme konu reform hareketleri, feodal yapıların ortadan kalkıp merkezi ulusal devletlerin kurulması, ticari kapitalizm ve sanayileşme gibi kavramlar acaba o yıllarda Batı toplumunun hemen her coğrafyasında aynı derecede etkisini hissettirebildi mi? Bu durumu çok iyi analiz etmek gerekir. Örneğin Batı’da bazı makinelerde buhar enerjisi ilk defa 1698’de İngiliz mühendis Thomas Savery (1650–1715) tarafından maden ocaklarında biriken suyun dışarı atılması amacıyla kullanılmıştı. 1786’da 50 beygir gücündeki bir makine ilk defa olarak un fabrikasında, sonrasında iplik, dokuma ve demir fabrikaları ile maden ocaklarında kullanılmaya başlandı. Ama bu yeniliğin bırakın Avrupa’nın diğer bölgelerinde kullanılmasını İngiltere’nin kendi içinde dahi yaygınlaşması oldukça uzun seneler gerektirdi. İlk buharlı gemi 1807’de, ilk buharlı makine 1835’de devreye girdi. (Yani ilk bulunuşundan yaklaşık 100-130 yıl sonra). Gemi yapımında perçin kullanımı bulundu ama bunun gemi yapımcılarınca genel kabul görüp uygulama sahası bulması içinde yine uzun seneler geçmesi gerekti. Johannes Gutenberg (1398–1468), hareketli parçalar yardımıyla ilk kitap basım yöntemini 1453’de bulup, 1455’de Gutenberg Kutsal Kitabı denen “Mazarin Kutsal Kitabı”nı Latince olarak bastı ama kendisi tarafından bulunan bu makinenin yaygınlaşması onun ölümünden yaklaşık 40 yıl sonra ancak 15. yüzyılın sonlarında mümkün olabildi. Bir konunun iyice irdelenmesi gerekmektedir; Batı dünyasının herhangi bir noktasında bir buluş veya yenilik yaşandığında, insanlar tüm dikkatini bu noktaya yöneltip o yeniliğin hemen uygulanması cihetine gitmemişlerdir. İbrahim Müteferrika İstanbul’da ilk defa olarak bir Türk matbaası kurmak için fetvâ ve izin aldığında tarihler 1729’u gösteriyordu[1]. Bir Alman’ın bulduğu baskı makinesinin Avrupa’nın diğer bölgelerine ulaşması 40-50 sene sürerken, Doğu’ya ulaşması ise ancak 275 senede mümkün olabilmişti. Yeniliklerin kabul edilmesi noktasında Osmanlı ve Doğu toplumlarında var olan tutuculuğun belki kat be kat fazlası Batı toplumları içinde geçerliydi. Mehmet Genç tarafından kaleme alınan “Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Ekonomi” isimli eserde genişçe anlatılan provizyonizm, fiskalizm ve gelenekçilik kavramlarının son ikisi şüphesiz evrensel nitelik taşımaktadır. Yani devlet gelirlerinin olabildiğince arttırılması gerektiğini ileri süren fiskalist yaklaşım ile geleneklerin sürdürülmesi gerektiğini ileri süren gelenekçi yaklaşım hemen her ülkede egemendi. Gelenekler konusu Doğu ve Batı toplumları için başlangıçta tartışılması bile mümkün olmayan şeylerin başında geliyordu. “Doğru olan geleneklere uymaktır” düşüncesi Doğu toplumları için geçerli bir yaklaşım tarzı olarak kalırken, Batı’da Rönesans ile birlikte “değişmemenin yanlış olduğu” fikri yaygınlaşmaya başlamıştır. Ancak geleneklerde değişme olabileceğine yönelik bu yaklaşımın dahi Batı toplumlarının bazılarınca kabul edilebilmesi ya Fransız Devrimi yada Sanayi Devrimi gibi bazı köklü değişimlerin yaşanması neticesinde mümkün olabilmiştir.
Sadece Doğu ülkelerinde değil Batı ülkelerinde de bölgesel farklılıklar had safhadaydı. Londra, Berlin ve Viyana gibi Avrupa’nın belli başlı merkezleri Yeniçağ’ı yaşarken, bu şehirlerden çok değil 50 kilometre ötedeki kasaba ve köyler Ortaçağ’dan daha geri bir yaşam düzeyine sahipti. Daha yakın bir tarihlere gelelim. Örneğin 1780 yılı bizim için ne anlam ifade ediyor? Fransız Devrimi’nin patlak vermesine daha 9 sene var. O tarihlerde Avrupa’daki sıradağların büyüklükleri ve yükseklikleri aşağı yukarı bilinmekle beraber Asya ve Afrika’dakiler kesinlikle bilinmiyordu. Çin ve Hindistan dışındaki nehirlerin akış yönleri ise herkes için bir sırdı. Bir iki bölge dışında (ki pek çok kıtada kıyıdan ancak birkaç mil içeri girilebilmişti) dünya haritası bilinmeyen beyaz yerlerle doluydu. 19. yüzyıl başlarında Roma ovasının turistik basma resimlerinde birkaç harabenin, bir iki sığırın bulunduğu, sıtmanın kol gezdiği ıssız yerler betimlenmiştir. Tabii o tarihlerde Avrupa’da bile sabanın girdiği toprakların çoğu hâlâ kıraç, çalılık, bataklık, engebeli otlak yada ormanlıktı. Bir bütün olarak ele alındığında Avrupalılar bugünkünden belirgin şekilde daha kısa ve hafifti. Bunun en büyük nedeni de gıda ve besin yetersizliği idi. Ligurya sahilindeki bir kantonda askere alınanların beden ölçüleriyle ilgili bir istatistikte 1792-1799 yıllarında askere alınanların %72’si 1,50 metreden daha kısaydı.
Köylüler ise haftanın büyük bölümünü lordun toprağında zorunlu çalışmayla yada buna benzer yükümlülüklerle geçiren bir serf durumundaydı. Rusya’da ve Polonya’nın bazı yerlerinde köylüler, topraktan ayrı satılan ve köleden hiçbir farkı olmayan birer mal durumundaydı. 1801’de Gazette de Moscou’da verilen bir satılık ilanı bu durumu açıkça gözler önüne serer; “Terbiyeli ve görünüşleri iyi üç arabacı, yanında her ikisi de farklı el işlerinde becerikli ve güzel görünüşlü 18 ve 15 yaşlarında iki kız. Aynı evden biri 21 yaşında okumayı yazmayı, müzik aleti çalmayı bilen araba kullanan, diğeri bay ve bayanların saçlarını yapmakta usta, aynı zamanda piyano ve org çalan iki berber.”
Avrupa’da tarım birkaç gelişmiş bölge dışında teknik açıdan hâlâ hem geleneksel hem de şaşırtıcı biçimde verimsizdi. Ürünleri çavdar, buğday, arpa, yulaf gibi geleneksel ürünlerdi. Avrupa’nın beslenmesi bölgeseldi ve başka iklimlerin ürünleri (şeker dışında) lüks mal sayılıyordu. 1790’larda dönemin en ileri ülkesi olan İngiltere’de ortalama yıllık şeker tüketimi kişi başına 7 kilogram olmasına rağmen, ortalama çay tüketimi ayda 50 gram kadardı.
Endüstri devrim 1780’lerde İngiltere’de başlamış ve 1840’larda ağır endüstriyel ürünlerin (demiryollarının) yapımıyla bitmiştir. Devrimin ateşlenme dönemi olarak bir tarihlendirme yapmak gerekirse o da 1780-1800 arasındaki 20 yıllık dönemdir. Yani aşağı yukarı Fransız Devrimi ile çağdaştır. Pamuklu sanayinde makineleşmenin doğasını belirleyen teknik sorun iplik eğirme ile dokuma arasındaki verim dengesizliği idi. 1730’larda bulunan ve 1760’larda yaygınlaşan uçan mekik sayesinde hız kazanan el tezgahı, dokumacılara yeterli miktarda iplik üretemiyordu. 1780’lerde makineli dokuma tezgahı icat edilmiş olmasına rağmen, imalatta büyük ölçekli makineleşme ancak Napolyon Savaşları’ndan sonra mümkün olabilmiştir. İngiltere’de 1870 yılına gelinceye dek bir resmi ilköğretim sistemi, 1902’ye gelinceye kadar da bir resmi ortaöğretim sistemi oluşturulmamıştı.
Almanya’da Krupps ilk buharlı makineyi 1835’de kullanmaya başlamış ve Ruhr’un büyük kömür havzalarında ilk kuyular 1837’de açılmıştı. Kömür yakılan ilk fırın 1836’da Çeklerin büyük demir merkezi Vitkovice’de, ilk haddehane 1839-40’da Lombardiya’da devreye girmişti. Yeniliklerin ve buluşların çoğu da aslında bir takım ödüllere sahip olmak amacıyla yapılıyordu. Buharlı gemi 1807-1813’de, ağaç talaşından adi kontra 1807’de, vida yolu açma makinesi 1809’da, takma diş 1822’de, yalıtılmış tel 1827-31’de toplu tabanca 1835’de, daktilo ve dikiş makinesi 1843-46’da keşfedilmişti.
Bu icat ve keşifler aslında endüstriyel devrimin ani bir şekilde yaşandığını ancak uygulama sahası bulmasının bayağı zaman gerektirdiğini ortaya koymaktadır. 1800’lü yılların başına kadar aslında Osmanlı toplumu ile Batı toplumu arasında çok bariz bir farklılık bulunmamaktaydı. Yaşam kalitesi açısından birçok Avrupa toplumundan daha iyi durumda olan Osmanlı Devleti, her ne olduysa 30-40 yıllık bir zaman süresi içinde Avrupa’nın oldukça gerisine düştü. Bu dönemde Avrupa ile Osmanlı arasındaki esas kopuş özde mülkiyet noktasında yaşanmıştır. Sermaye ve kapital birikimini gerçekleştiremeyen ve mülkiyet hakkına sahip olmayan Osmanlı toplumu Batı’nın hür ve özgürlükçü düşünce yapısı içinde şekillenen yatırımcı, girişimci, sanayici ve işadamı sınıflarını maalesef oluşturamamıştır. Bu sınıfların yokluğuna ek olarak Osmanlı devlet yapısında var olan sıkı merkeziyetçi yapı ve devleti her şeyin üstünde gören geleneksel anlayış Osmanlı’da sanayileşme sürecinin başlamasına olanak tanımamıştır.
1838 yılında İngiltere ile imzalanan Baltalimanı Ticaret Anlaşması Türk iktisat tarihi açısından önemli bir kilometre taşı niteliğindedir. İngiltere ile yapılan ticaret anlaşması önü alınamayan bir sürecin başlangıcı olmuş, 25 Kasım 1838’de Fransa, 1839’da Hansa şehirleri (Lubleck, Bremen, Hamburg) ve Sardunya, 1840’da İsveç, Norveç, İspanya, Hollanda, Belçika ve Zollverein Hükümetleri (Prusya, Bavyera, Saksonya, Wurtemburg, Baden, Hasen Elektörlüğü ve Grand Dukalığı, Thuringen, Nassau Birliği, Serbest Frankfurt Şehri), 1841’de Danimarka, 1843’de Portekiz ve son olarak 1846’da Rusya ile ticaret anlaşmaları imzalanmıştır. Bu anlaşmalar aslında Osmanlının asırlar boyu uyguladığı ekonomi politikasında köklü bir değişiklik anlamına geliyordu. Osmanlı hazinesinin gelir kaybı provizyonist uygulamalardan anti-provizyonist uygulamalara geçişle birlikte hızlanmış, hammaddelerin çok ucuza dışarıya ihraç edilmesine ve henüz gelişmemiş durumda olan sanayinin tamamen çökmesine, iç ve dış ticaretin yabancıların eline geçmesine neden olmuştur.
1838 Baltalimanı Ticaret Anlaşmaları serisi detayları aşağıda izah edilecek olan Osmanlı’nın geleneksel, kapalı, provizyonist ve fiskalist iktisadi düzenini sona erdirmiş Osmanlıyı liberal çağ ile bütünleştirmişti. Ancak bu liberal yapı tek ayak üzerinde duran Osmanlı ekonomisini kısa sürede yere serdi. Bir anda açık pazar durumuna gelen Osmanlı ekonomisinin yurtdışından alacağı çok şey vardı, ancak üzüm, incir ve pamuk gibi üç beş parça geleneksel tarım ürünü dışında satacak fazla bir şeyi yoktu.
Öncelikle İngiliz ve Fransızlarla sonraları irili ufaklı birçok ülkeyle imzalanan ticaret anlaşmaları, ithalat sırasında alınan gümrük vergilerinin %12’den %3’e indirilmesine, ihraç vergi ve formalitelerinin büyük ölçüde kaldırılmasına, özellikle yabancı tüccarın ülke dahilinde serbestçe dolaşmasına ve istedikleri malları rahatlıkla alıp satabilmelerine olanak sağlamıştı. Bu anlaşmalar sonrasında ihracat üç misli artarken ithalat iki misli artmış, bu durum ülke içindeki altın ve gümüş stokunun ülkeden kaçmasına neden olmuş, 1845 yılına gelindiğinde özellikle İstanbul ve diğer liman kentlerinde ödeme güçlükleri başlamıştı. Altın ve gümüş para eksikliğini azaltmak amacıyla düşünülen çözüm ise ülke ekonomisinin yıllarca başını ağrıtacak yeni bir sorun yaratmış, kaime[2] adı verilen ve yıllık % 8 faiz getirisi sağlayan kağıt paralar piyasaya sürülmüştü.
Devletin gittikçe artan finansman ihtiyacının hazine gelirleri ve iç borçlanma suretiyle karşılanamayacağı anlaşılınca Osmanlı mali otoriteleri dış borç aramanın yollarını aramaya başladılar. Önceleri Osmanlı’nın dış borç talebini reddeden Fransa ve İngiltere, Kırım Savaşı’nda kendilerinin yanında yer alan Osmanlı Devleti’ne bazı teminatlar karşılığında borç vermeye yeşil ışık yaktılar. 1854 Kırım Savaşı dolayısıyla alınan ilk borcu birbiri peşi sıra diğer borçlar takip etmiş, 1854-1874 arası dönemde toplam 15 dış borç sözleşmesi imzalanmış ve 238,773,272 liralık borçlanmaya karşılık Osmanlı Hazinesi’ne net 127,120,220 lira para girmişti. Bu rakam borç tutarının yaklaşık % 53’üne karşılık geliyordu ve bankalara verilen komisyonlarda bu 127 milyonun içindeydi. Borçlanma koşulları hiç uygun olmadığı halde, bu borçların verimli alanlara yönlendirilmeyip daha çok cari harcamalara, bütçe açıklarının kapatılmasına ve kağıt paranın tedavülden çekilmesine yönelik işlerde kullanılması devleti mali açıdan iflasın eşiğine getirdi. 15 yıl içinde 19 maliye bakanı değişmiş, dış borç almaksızın devletin ayakta kalamayacağı düşüncesinden hareketle gerçek bir mali reform yapılamamış, devletin servet ve kaynakları iyi kullanılmamış, vergi sistemi ve yönetimi konusunda kalıcı düzenlemeler yapılamamıştı.
1854-1874 döneminde borçlanılan 238,773,272 lira tutarındaki Osmanlı borçlarının yıllık anapara ve faiz ödemeleri toplamı 13,200,000 liraya yakın olmasına rağmen, 1874-75 senesi bütçe gelirlerinin tamamı 25,104,928 lira idi.[3]
Osmanlı’nın dışa açılma ve liberalizm girişimi özellikle üretime ve ihracata dayalı sanayi dallarının var olmamasından dolayı hüsranla sonuçlanmış, Baltalimanı Ticaret Anlaşması’nın imzalandığı 1838 yılından Osmanlı’nın Kırım Savaşı’na iteklendiği 1854 yılına kadar geçen 16 sene zarfında Osmanlı elindeki kaynakların tamamını son damlasına kadar tüketmişti. 1854’de ilk dış borcuyla tanışmış ve sadece 20 yıl zarfında 1874’de iflas bayrağını çekmişti. Bu arada 1873 yılında Avrupa borsalarında patlak veren ekonomik kriz Osmanlı’ya biraz zaman kazandırmış, ancak 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında imzalanan Berlin Konferansı Batılıların sömürgeciliğe yönelik tüm arzu ve isteklerini gözler önüne serip Osmanlı topraklarının lime lime parçalanmasına yol açarken, Berlin Anlaşması’nın Osmanlı dış borçlarıyla ilgili maddesinin Osmanlı Devleti’ni gelecekte tam bir sömürge devleti haline dönüştüreceğini anlayan Sultan II. Abdülhamit devlet gelirlerinin bir kısmını 1879 senesinde Galata Bankerleri’nin oluşturduğu Rüsûm-ı Sitte İdaresi’ne 10 yıllığına tahsis etmiş ve 1881 yılında kurulacak Düyûn-ı Umûmiyye İdaresi’nin[4] temellerini atmıştır.
Avrupa siyasi tarihi incelendiği sırada karşımıza sık sık çıkan “Rönesans” veya diğer bir ifade ile “yenilenme” veya “reform çağı” gibi kavramlar aslında Batı toplumunun geçmişte yaşadığı çağ dışılık, barbarlık, cehalet ve bilim dışılıktan uzaklaşma evresidir. Ortaçağ, milyonlarca insanın veba, dizanteri, çiçek, frengi gibi hastalıklardan öldüğü, engizisyon sırasında inançlarından dolayı insanların canlı canlı ateşe atıldığı, var olan feodal yapılardan dolayı köylünün esirden öte insan yerine bile konulmadığı, kralın kendi feodal beylerine lafının geçmediği bir dönemdir. O sıralarda Avrupa kıtasının hemen 2000 kilometre ötesinde farklı bir dünya vardır. Bu dünyada rönesanstan çok önceleri fizik, kimya, matematik, astronomi, hukuk, felsefe ve sair ilim dallarıyla Avrupa’nın oldukça önünde güçlü ve canlı ekonomilere sahip devletler bulunmaktadır. Avrupalı tarihçilerin merkezi devlet olarak nitelendirdiği ve tamamı 17. yüzyılda kurulmuş olan İngiltere, Hollanda ve Fransa gibi ülkeler daha henüz devlet bile olamamış iken, Doğu dünyasında çoğu iki üç bin yıllık devletler hemen her kurumuyla dimdik ayakta duruyordu. Çinlileri, İranlıları, Hititleri, Asurluları ve Türkleri yok sayıp bunların tamamını Barbar olarak nitelendiren Avrupalı tarih yazıcıları, bu devletlerin tarihin ilk ve en uzun süreli merkezi devletleri olduğunun farkında bile değillerdir. Avrupalılar, iki üç bin yıllık geçmişe sahip devletlerin binbir kavmi bir arada nasıl tuttuğunu, Asya’nın bir ucundan diğer ucuna milyonlarca kilometrelik bir coğrafyada devlet otoritesini nasıl kurduğunu, binlerce yıl nasıl ayakta kaldığını, hukuk, din, maliye, kamu yatırımları gibi bir devleti devlet yapan unsurları nasıl yerine getirdiğini, yönetici ve bürokratları nasıl seçip yetiştirdiğini bilmeden kendi akıllarınca devlet ve medeniyet tanımı yapmışlardır.
Avrupa’yı Avrupa yapan gelişmeler aslında son 300 yıl içinde yaşanmıştır. Sahip oldukları gemilerle önlerine çıkan ilk sahile kapak atıp sömürgecilik bayrağını diken ve sırf bu nedenle dünyanın büyük devletleri arasında sayılan Hollanda, İspanya, Portekiz ve Belçika gibi devletlerin neredeyse hep aynı süreçten geçmiştir. Sonraları bu sömürgecilik kervanına İngiltere ve Fransa, en son aşamada ise İtalya ve Almanya’da katılmıştı. Aslında eğer dünya ekonomisi son 300 yıl içerisinde çok ciddi bir devrim yaşamışsa bunun en büyük nedeni deniz taşımacılığı konusunda meydana gelen yenilikler ve gelişmelerdir. Burada saydığımız bütün devletler sahip oldukları donanmaları sayesinde okyanusları aşmış, uzak kıtalara ulaşmış, oralarda ticaret şubeleri ve sömürgeler edinmişlerdir. Sömürgeciliği sadece sömürmek amacıyla kullanan İspanya, Portekiz, Hollanda gibi devletlerin bu konudaki egemenlikleri fazla uzun sürmemiş, sahip oldukları sömürgeleri birer ikişer İngilizlere, Fransızlara ve Almanlara kaptırmışlardır. Bunlar içerisinde şüphesiz İngiltere ve Fransa’nın özel bir konumu vardır. Bu devletler sömürgeleri elde etmekle yetinmemiş, buralardan elde ettikleri ucuz hammaddeleri kendi ülkelerinde mamül mal haline dönüştürüp sömürgelerine ve dünyanın diğer ülkelerine satmışlardır. Tabii onlara bu olanağı sağlayanda sanayi devriminin bizzat kendisiydi. Sanayi devrimi ilk defa İngiltere’de sonrasında Fransa’da kendini göstermiş, yeni üretim teknikleri geliştirmek suretiyle sanayide makine kullanımını başlatan bu ülkeler uzunca bir süre dünya ekonomisinin tartışılmaz lideri olmuşlardır.
Peki bu arada Doğu’da neler oluyordu? Mesela Osmanlı ne durumdaydı? Avrupa ülkelerini sömürge sahibi ülke konumuna getirip pozisyonunu güçlendiren denizcilik konusu Osmanlı’da çok mu geriydi? Tabi ki hayır. Osmanlı sahip olduğu deniz gücüyle Kuzey Afrika, Kızıldeniz, Ege Adaları, Mısır ve Rodos gibi ülke ve adaları kısa zamanda ele geçirmiş, kendine bağlı eyaletler arasına sokmuştu. Avrupalıların değimiyle sömürge sahibi ülke durumuna gelmişti. Hatta ülkeler fetheden bu donanma yeri geldiğinde o dönem Avrupa’sının önemli devletleriyle deniz savaşlarına girişip bunları perişan bile etmişti. Yani Osmanlı denizcilik konusunda geri değil aksine oldukça ileri durumdaydı. Asıl eksiklik Osmanlı deniz donanmasının Akdeniz ve Kızıldeniz gibi oldukça sakin denizlere uygun şekilde planlanmış olmasından kaynaklanıyordu. Onun içindir ki Hint Okyanusu’nda Portekizlilere karşı yapılan savaşta Piri Reis gibi bir kaptan bile başarı gösterememiş ve bundan dolayı kafasını kaybetmiştir. Osmanlı açık denizlere uygun gemi inşasına başlamış olsaydı, hiç şüphesiz ekonomik ve siyasi açıdan daha farklı bir noktada olabilirdi.
Hemen her ülkede kendini farklı şekilde hissettiren merkantilist öğretinin uygulaması toplumdan topluma değişiklik göstermiştir. Kanuni Sultan Süleyman’ın Fransa Kralı’na verdiği imtiyazları kapitülasyon olarak nitelendiren kişiler aslında Osmanlı ekonomik yapısı ile Avrupa ekonomik yapısı arasındaki ince çizgiyi fark etmemektedirler. Osmanlı sultanından imtiyaz talep eden aslında Fransa Kralı değil onun arkasında durup Osmanlı’dan imtiyaz talep etmesini söyleyen işadamlarıydı. Fransalı işadamlarının para kazanmak için kesinlikle ama kesinlikle mal satması gerekiyordu, çünkü merkantilist öğreti onlara bunu emrediyordu. Osmanlı merkantilizmi bilmiyordu farkında da değildi. 1488 yılında Ümit Burnu[5] keşfedilmiş, Akdeniz havzası eski önemini kaybetmişti. Ümit Burnu’nun keşfedilmesiyle birlikte Çin’den Hindistan’a, Afganistan’dan İran’a, Türkiye’den Venedik’e kadar uzanan bir coğrafyada, Doğu toplumlarının en önemli ekonomik aktivitesini oluşturan İpek Yolu tüm önemini kaybetmişti. Dünyanın en önemli ekonomik buhranı aslında ne “1929 Dünya Buhranı”dır ne de “1979 Petrol Krizi[6]”. Ümit Burnu’nun keşfi, Doğu toplumlarını kaderleriyle başbaşa bırakan, canlı ticaret yollarını bir anda kuş uçmaz kervan geçmez şekle sokan, Çin’den Venedik ve Cenova’ya kadar birçok şehrin ticari önemini kaybetmesine neden olan, milyonlarca insanı işsiz güçsüz bırakıp, şehirlerin boşalmasına, devletlerin yıkılmasına neden olan tarihin en önemli olaylarından biridir. Yani yine günümüzün sihirli sözcüklerinden biriyle bu krize yönelik bir nitelendirme yaparsak o zamanki dünyanın yaşadığı ilk “küresel” yada daha çarpıcı bir ifadeyle ilk “global” krizi “1488 Ümit Burnu Krizi”dir.
Ümit Burnu’nun bulunmasıyla birlikte Akdeniz’in sakin sularında ticaret yapan denizci toplumlar bir daha hiçbir zaman eski önemlerine kavuşamamış, bunların neredeyse tamamı okyanuslara açılma cesaretini kendilerinde bulamamışlardır. Açık denizlere uygun gemilere sahip olan Hollandalılar, İspanyollar ve Portekizliler ise zaten başka da yapacak bir işleri olmadığından gemilerine binip Hindistan sahillerine birer ikişer yanaşmaya ve bu topraklardan dünyanın uzak köşelerine binlerce yıldır mal çeken Arap tüccarların yerini almaya başlamışlardı. Bu arada Osmanlı İstanbul’a yerleşeli henüz 35 yıl olmuştu. Venedik ve Cenevizlilere Fatih tarafından ilk imtiyazlar verilmiş, II. Bayezid ise bu imtiyazların süresini uzatmıştı. Kanuni tarafından 1535’te Fransa kralı I. François ile yapılan dostluk ve ticaret antlaşmasıyla Fransızlara ticari imtiyazlar verilirken, önceki padişahlar döneminde Venediklilere tanınan imtiyazlara 1540’da son verildi. Benzer imtiyazlar 1579’da İngilizlere ve 1612’de Hollandalılara verildi.
Şimdi Osmanlı sultanlarının yabancı ülkelere verdiği ticari imtiyazları farklı bir bakış açısıyla yeniden değerlendirelim. Yıl 1488, Ümit Burnu yolu keşfediliyor ve daha önce Akdeniz’den mal taşıyan ticari gemiler artık Hint Okyanusu’na direkt olarak gitmeye başlıyorlar. İpek Yolu ciddi bir durgunluk yaşamaya başlıyor. Önce yavaş yavaş daha sonra hızlı bir gerileme sürecine giriliyor. Yol üzerindeki her kervansaray, her köy, her kasaba, her vilayet, hatta her ülke bu krizden nasibini alıyor. Kervan ticareti dolayısıyla ciddi vergi gelirleri toplayan ülkelerin ödemeler dengesi açık vermeye başlıyor. Bu durum Osmanlı ekonomisini de direkt olarak etkiliyor. Devletin en kısa zamanda bazı tedbirler alması ve devlete gelir sağlayıcı bazı girişimlerde bulunması gerekmektedir. Fatih döneminde Doğu’nun tüm mallarını Batı ülkelerine taşıyan ve ödedikleri ithalat vergileriyle devlete çok ciddi paralar kazandıran Venediklilerin desteklenmeleri ve bazı imtiyazlarla teşvik edilmeleri çok doğaldı. Ancak 1540’da imtiyazları kaldırıldı. Çünkü Akdeniz ticareti bitince onlarda bitmiş eski önemlerinden eser kalmamıştı. Müflis tüccarla ilişkinin bir şekilde bitirilmesi gerekiyordu. Osmanlının paraya ihtiyacı vardı ama bu coğrafyada paralı devlet kalmamıştı. Paranın açık denizlerle doğrudan ticaret yapan ve yıldızları parlayan yeni Avrupa devletlerinin elinde olduğunu biliyorlardı. Onun için 1535’de Fransızlara, 1579’da İngilizlere ve 1612’de Hollandalılara ticari imtiyazlar verildi. Osmanlının mal alacak parası zaten yoktu. Tüketim oldukça sınırlıydı. Bu devletler tarafından Osmanlı limanlarına getirilen mallar, bedeli limanda altın ve gümüş parayla peşin ödenmek kaydıyla vergilendiriliyordu. Bu malların önemli bir kısmı da Doğu ülkelerine ters yönlü bir ticarete konu oluyordu. Yani Osmanlı Ümit Burnu Krizi’nin olumsuz etkilerini kısmen azaltmak için yeni bir ekonomi politikası uygulamaya başlamış ve limanlarda tahsil ettiği ithalat vergileriyle var olan dış ticaret açığını kapatma yoluna gitmiştir. Şimdi bu bakış açısıyla bakıldığında Osmanlı sultanlarının yabancı ülkelere tanıdığı imtiyazlar acaba kapitülasyon mudur yoksa döviz kazandırıcı bir işlem midir?
Avrupa’da merkantilist politikalar izleyen devletler, dış ticareti ulusal serveti artırmanın ve işsizliği azaltmanın bir aracı olarak görmüş ve bu nedenle ihracatı artırmaya, ithalatı sınırlamaya çalışmışlardı. Ayrıca merkantilist devletler dış ticaretin kendi ülkelerinin filolarıyla yapılmasını zorunlu kılıyorlardı. Osmanlı devleti ise erken dönemlerden itibaren ticareti özendirmek amacıyla Avrupa ülkelerinin gemilerine ve tüccarlarına ayrıcalıklar tanımaya başlamıştı. 14. ve 15. yüzyıllarda bu ayrıcalıklar Doğu Akdeniz ticaretini ellerinde tutan Venediklilere ve onlarla rekabet eden Ragusa (Dubrovnik), Cenova ve Floransa gibi İtalyan kent devletlerinin vatandaşlarına verilmişti. Merkezi devlet için transit ticaretinin sağladığı gümrük gelirleri büyük önem taşımaktaydı. Öte yandan Osmanlı Devleti yalnızca mali ve iktisadi nedenlerle değil, Avrupa’nın güçlü devletleriyle siyasal dostluklar kurmak amacıyla da ticari ayrıcalık kartını kullandı. 16. yüzyılda Fransa, İngiltere ve daha sonraları Hollanda, Avusturya, Prusya ve diğer ülkelere ayrıcalıklar verilmesinin bir nedeni de bu idi.
Kapitülasyonların Osmanlı liman kentlerinde yaşayan ve müstemin adı verilen Avrupalı tüccarlara sağladığı ayrıcalıklar içinde en önemlileri, imparatorluk dahilinde ticaret ve yolculuk yapabilmek, mallarını bir yöreden diğerine aktarabilmek, kendi ülkelerinin bayrağını taşıyan gemileri kullanabilmek gibi haklardı. 17. ve 18. yüzyıllarda kapitülasyonlarla tanınan haklar genişlemeye başlayınca, Avrupalı tacirlere Osmanlı ülkesinde kendi mahkemelerini kurma ve ticari anlaşmazlıklarını kendi mahkemelere götürme gibi devletin egemenliği ile çelişen yeni haklar da verilmeye başlandı.
Peki Osmanlı’nın nasıl bir ekonomi politikası vardı ve merkantil dünyanın tüm aktörlerine karşı nasıl direnebildi? Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan 17. yüzyılın sonlarına kadar geçen yaklaşık 400 yıllık süre genişleme dönemidir. Bu süre boyunca Osmanlı Devleti, küçük veya geçici sayılabilecek birkaç istisna dışında, hiçbir önemli yenilgi yaşamamıştır. Osmanlı Devleti 1354 yılında ayak bastığı Avrupa kıtasında, 300 yıldan fazla süre boyunca oldukça kararlı bir şekilde genişlemiştir. Tabii Türklerin Avrupa’ya ayak bastığı yıllarında iyi irdelenmesi gerekmektedir. 1347–1351 yılları arasında Avrupa‘da büyük yıkıma yol açan veba salgını yaşanmaktadır. Asya‘nın güney batısında başlayarak 1340’lı yılların sonlarında Avrupa‘ya ulaşan veba salgını Avrupa nüfusunun bölge bölge %30 ile %60 arasında düşmesine yol açmıştı. Bu kadar yüksek ölüm oranının yaşandığı ve Avrupa’nın kendi derdine düştüğü yaklaşık 100 yıllık dönem Osmanlı akıncılarının karşılarında çok fazla mukavemet görmeden hızlı Avrupa içlerine ilerlemesine olanak sağlamıştı.
Ancak bu hızlı ilerleyişe karşılık 19. yüzyıldan itibaren “hasta adam” ilan edilen bu yapının dağılması pek de kolay olmamıştır[7]. Dünyaya hakim olma konusunda önemli mesafeler almış olan Avrupa karşısında Osmanlı Devleti açıklanması kolay görünmeyen bir direnç göstererek, I. Dünya Savaşı’na kadar ayakta kalmayı başarmıştır.
Çok geniş toprakları denetimi altında bulunduran Osmanlı Devleti, bu topraklar üzerindeki tarımsal ve hayvansal üretimi acaba nasıl vergilendiriyordu? Osmanlı İmparatorluğu’nda toprakların çoğunluğu devlet mülkiyeti altındaydı. Üç kıtada çok geniş alanları kapsayan imparatorlukta tımar sisteminin yanısıra, farklı toprak mülkiyet biçimlerine ve bunlara bağlı farklı üretim ilişkilerine de rastlanıyordu.
Rumeli’de Hıristiyanlardan yeni fethedilen topraklar ile Müslümanlara ait olan ancak özel mülkiyetin henüz yerleşmediği bölgelerde devlet kendi üstün haklarını kabul ettirerek tımar düzenini çok rahat kurabiliyordu. Bu araziler doğrudan devlet malı niteliğini taşımaktaydı. Buna karşılık, Anadolu Beylikleri döneminde Anadolu Selçuklu Devleti’nin eski toprakları üzerinde özel mülkiyet ortaya çıkmıştı. Osmanlı yönetimi İslâm hukukuna göre bu özel mülkiyeti kabul etmek zorunda kaldı. Merkezi devletle yerel unsurlar arasındaki mücadele, bu topraklar üzerinde iki ayrı mülkiyet hakkının tanınmasıyla sonuçlandı. Özel mülk sahibinin haklarına malikâne, devletin haklarına divani, sözkonusu topraklara da malikâne-divani adı verildi.
Toprakta özel mülkiyet biçimine en çok merkezi devletin kendi yönetim biçimini tam anlamıyla oluşturamadığı eyaletlerde rastlanıyordu. Doğu Anadolu’da Kürt aşiretlerinin yaygın olarak bulunduğu sancakların bir bölümünde, Bağdad ve Basra vilayetlerinde, Mısır’da, Rodos, Kıbrıs ve Girit gibi daha geç fethedilen adalarda, devlet var olan yapılara fazla dokunmamayı tercih etmiştir. Bu topraklarda devlet eyalet bazında saptanan yıllık vergileri toplamakla yetinmiş, toprakta yaratılan artığa ise özel mülk sahiplerinin kendisi el koymaya devam etmiştir. Mevat olarak adlandırılan boş topraklarda da üretimi özendirmek için devlet benzeri bir yönteme başvurmuştu. Bu toprakları üretime açanlara veya devrin değimiyle şenlendirenlere İslâm hukukuna uygun olarak temlikname adlı bir belge verilir ve toprakta özel mülkiyet hakları tanınırdı. Bu mülk sahiplerinin devlete toprak kirası ödeme yükümlülükleri yoktu.
Osmanlı toplumundaki özel mülk sahipleri her zaman devlet müdahalesi ve mülklerine devlet tarafından el konulması tehlikesiyle karşı karşıya idiler. İşte bu durum mallarına sahip çıkma arzusunda olan kişileri yeni alternatifler aramaya yöneltti. Mülk sahipleri kendilerine uygun çözümü İslâm hukukunda buldular ve sahip oldukları malları kendi kurdukları vakıflara vakfetmek suretiyle gelecek nesillere intikal etmesine olanak sağladılar.
Toprakta özel mülkiyetin tam tersi bir durum, devlete ait olan ve doğrudan doğruya devlet tarafından işletilen miri haslarda ortaya çıkıyordu. Miri haslar, fethedilen alanlarda tımarlar oluşturulduktan sonra merkezi devlete kalan topraklarda kurulmuş olan ve gelirleri doğrudan doğruya merkezi hazineye giden yerlerdi. Bu nedenle miri hasların konumu, hem sipahilerin yönettiği tımarlardan, hem de gelirleri yüksek devlet memurlarına bırakılan ve tımar düzeninin bir parçası olan has ve zeametlerden çok farklıydı. Miri hasları merkezi devletin atadığı ve maaş verdiği emin isimli memurlar yönetirdi.
İster Doğu’da ister Batı’da yerleşik tarıma dayalı tüm toplumlarda egemen kesimlerce hep aynı soruya yanıt aranmış ve o dönemin en önemli üretim kaynağı olan tarım ve hayvancılığın ne şekilde vergilendirileceği araştırılmıştır. O dönemin şartlarında tarımsal artığın ürün olarak toplanması, pazara taşınarak paraya çevrilmesi ve sonra maaş olarak askerlere dağıtılması oldukça zordu. Tımar düzeninin tarihsel kökenlerini Batı Asya’da ve özellikle İran’daki toprak rejimlerinde, Selçuklular’ın ikta sisteminde ve Bizans’ın pronoiasında aramak gerekir[8].
Tarımsal artığa el konulmasına yönelik Batı’daki uygulama Osmanlı tımar sisteminden çok farklı değildir. Avrupa’daki kral ve yöneticilerde kendilerine savaş zamanlarında gereken ordu ve asker ihtiyacını karşılamak için sahip oldukları bazı toprakları kendi feodal beylerine tahsis etme yoluna gitmiştir. Osmanlı’nın tımar uygulaması ile Batı’nın feodal toprak düzeni arasında göze çarpan en önemli farklılık, tımar düzeninde köylünün hür ve özgür olması, feodal düzende ise serf ve köle konumunda olmasıydı.
Tımar sisteminin yürürlükte olduğu bölgelerde devlet, vergi geliri sağlayabilecek tüm mal ve insan kaynaklarının sayımını yapar ve bunları tahrir defterlerine kaydederdi. Yalnızca tarımsal topraklar değil, kentlerdeki imalathaneler, pazar yerleri, limanlar, değirmenler ve gümrük kapıları da bu defterlere işlenirdi. Daha sonra da bu kaynaklar sağlayacakları yıllık gelirin miktarına göre dirlik adı verilen irili ufaklı birimlere ayrılırlardı. En fazla gelir sağlayan dirliklere has, orta boydakilere zeamet ve sayıca ezici çoğunluğu oluşturan küçük dirliklere de tımar adı verilirdi. Has ve zeametlerin gelirleri padişahın kendisine veya maaşlarına karşılık olmak üzere yüksek devlet memurlarına ayrılırdı. Tımarlar ise bir beratla birlikte sipahilere dağıtılırdı. Sipahilerden ve büyük dirlik sahiplerinden beklenen, kendi dirliklerinde üretime yönelik ticari faaliyetlerin düzenli bir biçimde yapılmasını sağlamak ve tahrir defterlerine işlenen vergi gelirlerini toplamaktı. Ayrıca dirlik sahipleri bu gelirlerin bir bölümünü kendi geçimleri için ayırdıktan sonra hem savaş sırasında orduya sipahi olarak katılmak, hem de dirliğin büyüklüğüne göre öngörülen sayıda cebelü adı verilen silahlı ve zırhlı askerin orduya katılmasını sağlamakla yükümlüydüler.
Mültezimler ve diğer sermaye sahipleri açısından çiftlikleri çekici kılan bir diğer neden de 16. yüzyılda Akdeniz havzasında artan tarım ürünü fiyatlarından dolayı zirai ürün ticaretinin kârlı bir hâle dönüşmüş olmasıydı. Böylece mültezimler devlet adına topladıkları öşür yada tefecilik yoluyla ele geçirdikleri tarımsal ürünleri giderek artan fiyatlarla tüccarlara satabiliyorlardı. Tüccarlar ise yerel pazarlardan topladıkları tarımsal malların bir bölümünü kentlere gönderirken, bir bölümünü de Doğu Akdeniz havzasından mal toplayıp bu ürünleri daha yüksek fiyatla Avrupa’nın diğer bölgelerine taşıyan Batılı tüccarlara devrediyorlardı.
Osmanlı Devleti’nin erken dönemlerinden itibaren kullanılan iltizam yönteminde devlet, belirli bir vergi kaynağını açık artırma yoluyla 1-3 yıllık süreler için mültezim adı verilen özel kişilere devrediyor yada satıyordu. Tımar düzeni dışında kalan bu vergi kaynakları mukataa olarak adlandırılıyordu. Mukataalar coğrafi sınırları belli, miktarları maliye tarafından saptanmış vergi kaynağı yada kaynakları anlamına geliyordu. Örneğin, herhangi bir kentin esnaf loncaları veya dış ticaret gümrüğü bir mukataa olarak tanımlanabildiği gibi, bir yörenin çeşitli türdeki vergileri veya birden fazla yörenin bir tek vergi türü bir mukataa oluşturabiliyordu. Devletin idari yetersizlikleri nedeniyle, mukataaların büyük bir bölümünün geliri iltizam yoluyla toplanırdı. Ayrıca Bağdad ve Basra vilayetleri gibi tımar düzeninin oluşmadığı yerlerde de vergi gelirleri iltizam yoluyla toplanırdı. Ancak mukataaların sınırlı bir bölümü devletin emin adı verilen memurları tarafından emaneten yönetilmekteydi.
Aslında Osmanlı mali sisteminin önemli bir eksikliğini de gözardı etmemekte yarar vardır. Fetihlerle birlikte ele geçirilen topraklarda yapılan ilk işin tahrir işlemi olduğu daha öncede belirtilmişti. Tahrir işlemi esnasında o bölgenin menkul ve gayrimenkul varlığının tamamı kayıt altına alınıyordu. Zirai öneme sahip araziler, bağlar, bahçeler, dutluklar, zeytin ağaçları, arı kovanları, nüfusun cinsiyet, yaş, din, dil olarak detaylı sayımı bunlardan bazılarıydı. Bu topraklardan elde edilen tarımsal artığa el konulması noktasında iki işi bir arada çözümlemek isteyen Osmanlı Devleti, bir yandan vergiyi en ucuz ve en kolay şekilde toplayabilmek diğer yandan da kendisine gerekli olan askeri gücü hazineye herhangi bir yük yaratmaksızın finanse edebilmek amacıyla tımar sistemini benimsemişti. Devlet gelirlerinin liman ve gümrükler hariç neredeyse tamamının tarımsal nitelikte olup bu şekilde tımar düzeni içerisinde dolaylı bir vergilendirmeye konu olması Osmanlı’nın yerleşik bir maliye teşkilatı kurmasını engellemişti. Devletin kendisi de aslında işin kolayına kaçmış, “ben kimseye, kimse de bana bulaşmasın” mantığıyla daha iyi şartlarla vergilendirebileceği vergi kaynaklarından asırlar boyu mahrum kalmıştı. Osmanlı vergi kaynaklarının ne kadar sağlam ve yüksek gelire sahip olduğunun anlaşılması için aradan ancak üç asır geçmesi ve 1879’da Rüsûm-ı Sitte İdaresi’nin kurulup vergi tahsilat rakamlarının ortaya çıkması gerekmişti[10].
Bu arada Osmanlı Devleti açısından büyük felaketlerle sonuçlanacak yeni bir dönem başlıyordu. 1683’de IV. Mehmet döneminde II. Viyana Kuşatması başlatılmış, Osmanlı’nın yenilgisi ile sonuçlanan bu kuşatma ve savaş gerileme sürecinin başlangıcı şeklinde yorumlanmıştı. Osmanlı’yı Avrupa’dan söküp atmak amacıyla Kutsal İttifak oluşturulmuştu. 1683’de Habsburg ordusu Estergon Kalesi‘ni ele geçirdi. 1684’de Vişgrad, Ayamavri ve Dalmaçya‘daki bir çok kale Venedikliler’in eline geçti. 1685’de Uyvar Kalesi kaybedildi. 1686’da Venedikliler Navarin Kalesi’ni işgal etti ve aynı yıl Budin kalesi Habsburglar’ın eline geçince Macaristan‘daki Osmanlı hâkimiyeti sona erdi. 1687’de Osmanlı ordusunun Mohaç Savaşı‘nda yenilmesi Valpo ve Posega gibi 15 kalenin düşman eline geçmesine neden oldu. Aynı yıl Atina Venediklilerin eline geçti, Habsburg ordusu Eğri kalesini fethetti. 1688’de İstolni Belgrad kalesi elden çıktı ve Belgrad‘ı kuşatan Habsburg ordusu kaleyi ele geçirdi. 1690’da Kanije kalesi düşman eline geçti. 1696’da Rus ordusu harap haldeki Azak Kalesi’ne saldırdı ve ele geçirdi. 1697’de Osmanlı ordusu Zenta Savaşı‘nda Savoylu Prens Eugene‘in kuvvetlerine yenildi. 1698’de İngiltere ve Hollanda‘nın arabuluculuğunda Avrupa‘da savaşan devletlerin Macaristan‘ın Karlofça kasabasında toplanıp anlaşması uygun görüldü ve 1699’da Karlofça Anlaşması imzalandı.
Bu kadar olumsuzluğun üst üste yaşandığı Osmanlı Devleti’nde moralsizlik had safhada idi. Devlet bir yandan vergi kaynaklarının durumunu iyileştirmek, diğer yandan da savaşlar dolayısıyla yaşadığı nakit sıkıntısına çare bulabilmek amacıyla hazineye gelir temin eden mukataaları peşin parayla ve adına muaccele denen bir bedel karşılığında isteyenlere kayd-ı hayat şartıyla satmaya karar verdi. Ocak 1695’de yayımlanan bir fermanla malikane sistemi uygulama konuldu.
Bu sistemde vergiler iltizam usûlünde olduğu gibi yine müzayede ile satılıyordu ancak normal iltizam sisteminde müzayede hazineye ödenecek yıllık vergi miktarı üzerinde gerçekleşirken, bu yeni sistemde yıllık miktar hazine tarafından belirleniyor ve bu miktarın müzayede ile arttırılması veya düşürülmesi söz konusu olamıyordu.
Mukataanın getireceği yıllık kârı ömür boyu elde etme karşılığında ödenecek muaccele bedelinin miktarı, hazinenin tespit ettiği ve genellikle yıllık net kârın zamana göre 2 ilâ 8 katı arasında değişen alt sınıra inmemek şartıyla alıcıların rekabeti sonucunda belirleniyordu. Defterdarlığa bağlı bir büroda uzunca bir süre halka açık tutulan defter üzerinde en yüksek teklifi yapan kişiye satış yapılırdı. Satış bedeli olan muacceleyi hazineye yatıran alıcıya ölünceye kadar işleteceği malikâne ile ilgili olarak tüm hak ve yükümlüklerini açıkça belirten bir berat verilirdi. Mukataa sahibi detayları kanunla belirlenen bu kurallara riayet etmek kaydıyla mukataasını istediği şekilde idare edebilir, arzu ederse bir başkasına satabilirdi. Muaccele yöntemi mültezimler bakımından iltizam yöntemine göre güvenceli ve cazip bir sistemdi. İltizam usûlünde bir mukataayı prensip olarak aynı adamın uzunca süre elinde tutması mümkün değildi. Herhangi bir anda herhangi bir kişinin daha yüksek teklif vermesi durumunda sözkonusu mukataa o kişinin elinden alınır daha yüksek teklif önerene verilirdi.
1683 yılında Avusturya’ya karşı düzenlenen II. Viyana Kuşatması ile başlayıp sonrasında 1699 Karlofça Anlaşması’na kadar devam eden savaşlar dizisi malikane sisteminin ortaya çıkmasına sebep olmuştu. 1768-1774 yılları arasında yaşanan Osmanlı-Rus Savaşı ise yine devletin yaşadığı ekonomik sıkıntılara bağlı olarak yeni bir sistemin gerekliliğini ortaya koydu. Osmanlı Devleti’nin yenilgisiyle sonuçlanan bu savaş sonucunda Ukrayna‘nın güneyi, Kuzey Kafkaslar ve Kırım Yarımadası Rusya‘nın eline geçmişti. 1699 Karlofça Anlaşması Osmanlı Devleti’nin ciddi toprak kayıplarına yol açmıştı. 1768-1774 Osmanlı Rus Savaşı sonucunda imzalanan Küçük Kaynarca Anlaşması ise toprak kaybının yanısıra ilk defa olarak Osmanlı Devleti’nin bir başka devlete (Rusya) savaş tazminatı ödemesiyle sonuçlanmıştı. 12 sene devam eden uzun bir savaşım döneminden sonra çeşitli ekonomik sıkıntılarla mücadele eden Osmanlı mali çevreleri krizden çıkışın yolu olarak malikâne sisteminin bir ileri aşamasını gündeme getirmiş ve esham sistemi olarak belirlenen bu yöntem 1775-1860 yılları arasında uygulama alanı bulmuştur. Esham sistemi “mukataa” olarak bilinen vergi kalemlerinden bazılarına ait yıllık gelirlerin faiz olarak isimlendirilen belirli bölümleri 2500 kuruşluk sehimler halinde dilimlenerek özel şahıslara “muaccele” adı verilen bir peşin bedel karşılığında kayd-ı hayat şartı ile satılıyordu.
Kadın veya erkek, müslüman veya gayrimüslim, asker veya reaya her Osmanlı vatandaşı sehim alabilirdi. Muaccele bedelinin %5 ile %10’u kadar dellâliye ve kalem harçlarını hazineye yatıran kişiler, kendi adlarına düzenlenen beratı alıp sehmine kayd-ı hayat şartı ile sahip olurdu. Beratını alan her kişi, muaccelenin %10’u kadar kasr-ı yed resmini hazineye yatırmak şartıyla sehmini başkasına satabilirdi. Sahibi ölen sehim mahlûl (sahipsiz) sayılır ve hazineye ait olurdu. Mirasçılara herhangi bir ödeme yapılmazdı; zira sistemin mantığına göre hazine aldığı muacceleyi ödediği yıllık faizlerle itfa etmiş sayıldığı için ayrıca bir anapara ödenmesi sözkonusu olamazdı.
Malikâneler, vergi mükelleflerini yönetme sorumluluğu gerektirdiği için sadece askeri zümre mensuplarına veriliyordu. Padişah kızları dışında kadınlara verilmediği gibi çok nadir istisnalar hariç gayrimüslimlere de verilmezdi.
Osmanlı Devleti 19. yüzyılın başından itibaren yine sıkıntılı bir döneme girdi. 1804’de Sırp İsyanı, 1806-1812 yılları arasında Osmanlı-Rus Savaşı yaşandı ve bu savaşın sonucunda 28 Eylül 1812’de Bükreş Antlaşması imzalandı. Kısa bir durgunluk döneminden sonra 1821-1829 yılları arasında Yunan İsyanı yaşandı ve kanlı mücadelelerden sonra dönemin büyük güçlerinin desteğiyle Osmanlı egemenliğine karşı başlayan ayaklanma Yunan Krallığı’nın kurulmasıyla sonuçlandı. Günümüzdeki modern Yunanistan, 1821‘de Osmanlı Devleti‘nin İngiltere, Fransa ve Rusya karşısında aldığı yenilgiler sonucu, İstanbul‘un idaresinden koparılan Mora Yarımadası ve Atina‘dan ibaret küçük bir bölgede “Yunan Krallığı” adı altında kuruldu. İlk Yunan Kralı Bavyeralı aristokrat aileden gelen Otto isminde bir Alman idi. 1828-1829 yıllarında yaşanan Osmanlı-Rus Savaşı ve sonrasında imzalanan Edirne Antlaşması ise Osmanlı’nın Küçük Kaynarca Antlaşması‘ndan sonra imzaladığı en ağır antlaşmalardan biridir. Edirne Antlaşması ile Osmanlı Devleti, Yunanistan Devleti’nin kurulmasını kabul ediyor, Eflak, Boğdan ve Sırbistan‘a imtiyazlar tanıyor, Rus ticaret gemilerine boğazlardan geçiş hakkı veriyor, Rusya‘ya savaş tazminatı ödemeyi kabul ediyordu. Osmanlı Devleti Çerkesya üzerindeki tüm haklarından vazgeçtiği gibi Kuban ve Bzıb ırmakları arasındaki Karadeniz kıyı kontrolünü de Rusya’ya devrediyordu. Edirne Antlaşması’ndan beş ay sonra, 3 Şubat 1830 tarihinde İngiltere, Fransa ve Rusya arasında imzalanan yeni bir “Londra Protokolü” ile bağımsız Yunanistan Devleti’nin kurulduğu ilan edildi ve Osmanlı Devleti 24 Nisan 1830‘da Yunanistan‘ın bağımsızlığını kabul etmek zorunda kaldı.
1 Temmuz 1839‘da II. Mahmut’un ölümü üzerine Abdülmecit tahta çıktı. Bu sırada Osmanlı Devleti büyük bir buhran yaşıyordu. Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa, Osmanlı ordularını birkaç yerde yenilgiye uğratmıştı. İngiltere ve Fransa bazı reformlar yapılması karşılığında Osmanlı’ya yardım edeceklerini açıklamıştı. O sırada Dışişleri Bakanı olan Mustafa Reşit Paşa devletin bu güç durumunu Padişah’a anlatıp bazı reformlar yapılması hususunda onu ikna etti. Tanzimat Fermanı 3 Kasım 1839’da büyük bir törenle bizzat Mustafa Reşit Paşa tarafından okundu. Bu fermanla bundan böyle mahkeme kararı olmadıkça gizli veya aleni hiçbir kimsenin idam edilmemesi, hiçbir kimsenin ırz ve namusuna dokunulmaması, herkesin malını serbestçe tasarruf edebilmesi, kimsenin malının müsadere edilmemesi, tüm vatandaşların aynı haklardan istifade etmelerine olanak tanındı ve ayrıca hükümdarın bundan böyle bir mahkeme hükmü olmadan kimseyi öldürtmeyeceği ve zehirletmeyeceği, kimsenin malını elinden almayacağı, halkın zararına olan iltizam usulünü kaldıracağı resmî olarak güvence altına alındı.
İşte esham sistemi ciddi sıkıntıların yaşandığı bir dönemde devletin oldukça artan nakit finansman ihtiyacının giderilmesi amacıyla yaratıldı. Sistemi etkileyen en önemli faktör, Tanzimat’ın ilânı ile birlikte büyük çapta kredi ihtiyacının gündeme gelmiş olmasıydı. Daha önce malikâne sisteminden esham uygulamasına geçilmesine yol açan zaruretlerin benzeri şimdi de esham sistemini zorlamaya başlamıştı. Faizlerin çok daha düşük olduğu dış ülkelerden borçlanma yolları denenmiş ancak yukarıda izah edilen nedenlerden dolayı başarılı olunamamıştı. Tanzimat maliye otoriteleri esham sistemini kayd-ı hayat şartından kopararak orta vadeli ve daha ucuz bir borçlanma yöntemi bulmaya çalıştı. Eshamın kayd-ı hayat şartından kopması demek, sahibi ölen sehimlerin hazineye değil mirasçılara intikal etmesi, yani anaparanın özel mülkiyet sınırları içinde tutulması demekti. Zaten Tanzimat Fermanı’da buna olanak tanıyordu. Ağustos 1840’ta piyasaya sürülen evrak-ı nakdiye isimli yeni sehimlerin satışı başarılı oldu. “Esham kavâimi, kaime-i mutebere, evrak-ı nakdiye” gibi isimler verilen bu ilk deneme ile eshamın niteliği artık değişmeye başlamış oluyordu. Ancak daha öncede açıklandığı gibi miktarı hızla artan evrak-ı nakdiye piyasada hızlı bir şekilde değer kaybetmeye başladı ve bir Osmanlı altını evrak-ı nakdiye ile 500 kuruşa kadar yükseldi. Ancak mülkiyet ve miras garantisi olduğu için hazine bu yöntem sayesinde giderek daha düşük faizlerle borçlanma imkânını buldu. İlk olarak %12 ile piyasaya sürülen evrak-ı nakdiyelerin faiz getirisi önce % 10’a, daha sonra % 8’e indirildi. Bu hızlı genişleme ile birlikte değeri de düşen kaime piyasada önemli bir istikrarsızlık kaynağı haline gelmeye başladı.
Nihayet 1849’da kayd-ı hayat şartını, esham satın alanın kız veya erkek çocuklarına yansıtan ve “evlâdiyet surûtu” diye nitelenen esham türü piyasaya çıkarıldı. Bu yeni türde eshamı ilk alan kişi ve ondan ileride satın alacak olan ikinci şahıs öldükleri zaman, sehimler hazineye geri dönmeyecek ve çocuklarına eşit paylarla intikal edecekti. Ancak bu ikinci kuşak da ölünce sehim mahlûl sayılıp hazineye intikal edecekti.
1854 yılında ise Osmanlı mali otoriteleri dış borçlanma yoluyla finansman ihtiyacının karşılanması yoluna gidip 1874 yılına kadar 15 dış borç anlaşmasına imza atmışlardır. Sonrası ise 1879’da Rüsûm-ı Sitte’nin, 1881’de Düyûn-ı Umûmiyye İdaresi’nin kuruluşu ile sonuçlanmıştır.
1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Hükümet para ihtiyacını İstanbul’daki yerli bankerler ve bankalardan sağlamış, bu borçlanmalara karşılık kendilerine en önemli devlet gelirlerini teminat olarak göstermişti. Avrupa bankalarının Türkiye’ye sırt çevirdiği dönemde Osmanlı Bankası ve yerli alacaklıların Hükümet’e kredi açması bir vefa borcu niteliğinde öncelikle bu borcun kapatılmasını gerekli kılmıştı. Rüsûm-ı Sitte’nin kurulmasına yönelik ilk öneri 1879 yılı sonlarında Galata Bankerleri ve Osmanlı Bankası’nın öncülüğünde Hükümet’e getirildi. Teklif, Osmanlı Devleti’ne ait bazı gelir kaynaklarının, 1879-80 yılındaki senelik geliri gözönüne alınarak bu kişilere kiralanması yönündeydi. Hükümet bu teklifi kabul etti ve 22 Kasım 1879’da başkentin sermayedar grubu ile hükümet arasında bir sözleşme imzalandı. Kiracılar; Bank-ı Osmani-i Şahane’nin müdürleri H. Forster, Emile Deveaux ve Von Haas ile Galata Bankerleri’nden Georges Zarifi, Salomon Fernandez, Bernard Tubini, Eustache Eugenidi, Theodore Mavrokordato, A. Vlasto, A. Barker, Paul Stefanovich Schilizzi, Leonidas Zarifi, Georges Coronio, Ulysse Negroponti ve Z. Stefanoviç idi. Bu sözleşme ile Osmanlı Devleti, tuz, ipek, içki, balık avı, tütün ve damga vergilerini alacaklı sıfatıyla yukarıdaki kişilere geçici bir süreliğine ihale ediyordu. Bu kişiler verginin toplanmasını üstlenecek, ihale bedeli kadar tutarı alacaklarına mahsup edecek, fazla olan kısmını ise Hükümet’e teslim edeceklerdi. Çok profesyonelce hazırlanan bu sözleşme, sonradan Avrupalı tahvil alacaklıları ile imzalanacak olan sözleşmenin (Muharrem Kararnamesi) bir nevi özünü teşkil edecekti.
Düyûn-ı Umûmiyye-i Osmaniyye İdâresi’nin ilk şekli olan Vâridât-ı Sitte İdâresi Osmanlı Bankası’nın önderliğinde kurulmuştu. Hükümet’in bu suretle ihale ettiği geliri altı tane olduğundan, tarafların bu gelirleri idâre etmek için oluşturdukları İdâre’ye “Rüsûm-ı Sitte İdâresi” denilmiştir. Rüsûm-ı Sitte İdâresi, iyi idâre edildiği takdirde Osmanlı Devlet gelirlerinin inanılmayacak derecede arttığını ispat etti. Rüsûm-ı Sitte’ye tabi ürünlerin piyasası canlandı, üreticiler yeni tarım alanları açmaya başladı. Avrupa’dan ipek tohumu ithal edilerek hastalıklı ipek böceği tohumlarının kullanılması önlendi ve Bursa civarında ipekçilik kısa zamanda gelişmeye başladı.
13 Ocak 1880’de R. Hamilton’ın yönetiminde faaliyete geçen Rüsûm-ı Sitte İdâresi, çoğunluğu daha önceden imtiyazlı gelirlerin tahsilatıyla görevli idârelerde çalışmış beş binden fazla deneyimli memurla kısa sürede tüm imparatorluk sathına yerleşti. Rüsûm-ı Sitte İdâresi’nin kuruluşu Avrupalı alacaklıları ilk başlarda tedirgin etti. Hükümet, 10 Kasım 1879 uzlaşına göre; pul, ispirto ve bazı bölgelerin av ve ipek vergisi ile tütün tekellerini, bu vergi kalemlerinin 1 Mart 1879’dan 1 Mart 1880’e kadar olan gelirlerini dikkate alarak %10 fazlasıyla alacaklılara ihale etmişti. Yıllık 1,620,000 lira olarak tahmin edilen gelirlere ait rakamların ilk altı ayda hızla artması Avrupa’da şaşkınlıkla karşılandı ve Osmanlı tahvil sahiplerini ümitlendirdi.
Avrupalı alacaklıları Rüsûm-ı Sitte İdaresi’nin kuruluşundan rahatsız olmaları ve bu durumu hükümetleri nezdinde protesto etmeleri üzerine II. Abdülhamit, Avrupalı alacaklılara da çağrıda bulunarak Osmanlı borçlarının ödenmesi hususunda görüşmeler yapmayı önerdi. 1881 yılının sonlarında Avrupalı alacaklı vekillerinin katılımıyla İstanbul’da düzenlenen toplantılar sonucunda Rüsûm-ı Sitte İdaresi tüm aktif/pasifi ve çalışanlarıyla birlikte Düyûn-ı Umumiyye İdaresi’ne devredildi.
1882 yılı başından itibaren organizasyon çalışmalarına başlayan Düyûn-ı Umûmiyye İdâresi, Rüsûm-ı Sitte İdâresi’nin deneyim ve becerilerinden faydalandığı gibi Osmanlı Bankası aracılığıyla Galata Bankerleri ile de sıkı bir işbirliği yapma yoluna gitti. Gerçekte Rüsûm-ı Sitte İdâresi’ni kuran Galata Bankerleri, kendilerine 1879’da tahsis edilmiş olan altı gelir kaynağını çok önceden beri mültezim sıfatıyla zaten Devlet’ten ihale yoluyla alıp topladıkları için, mükelleflerin durumunu yakından takip edecek çok etkin bir yönetim mekanizması kurmuşlardı. Bu İdare’nin başındaki M. Lang işin teknik açıdan uzmanı konumundaydı. Galata Bankerleri, bu altı rüsûmun senelerce mültezimliğini yaptıkları için vergilerin kimlerden, ne şekilde ve nasıl toplanacağı hususunda müthiş bir bilgi birikimine sahiptiler. Rüsûm-ı Sitte’nin Düyûn-ı Umûmiyye çatısı altında faaliyet göstermesi Galata Bankerleri açısından olumsuz bir durum yaratmıyordu. Hatta Galata Bankerleri aslında bu yapı değişikliğinden memnuniyet duyuyordu. Nedenine gelince, Rüsûm-ı Sitte’nin tarafı olan Galata Bankerleri neticede Osmanlı vatandaşıydı. Devletin herhangi bir nedenle Rüsûm-ı Sitte anlaşmasını feshetmesi durumunda Galata Bankerleri’nin çok da itiraz edecek bir durumları yoktu. Padişahın, sadrazamın veya maliye nazırının iki dudağı arasından çıkacak tek bir cümle bir anda her şeyi alt üst edebilirdi. Rüsûm-ı Sitte yerine Düyûn-ı Umûmiyye İdâresi gibi daha resmi ve daha ciddi bir kurumun varlığı onların alacaklarını da güvence altına sokacaktı. Yabancı ülkelerin müdahalesinden çekinen II. Abdülhamid’in, Düyûn-ı Umûmiyye İdâresi’ne karşı herhangi bir olumsuzluğa müsaade etmeyeceğini de çok iyi biliyorlardı.
Bu yapı ile Osmanlı Devleti’nde o güne kadar Batı’da örneği olmayan yeni bir uygulamaya geçiliyordu. Devlet, gelirlerinin bir kısmını yabancı alacaklılara tahsis etmeyi kabul ediyor ve kurulacak alacaklılar örgütüne bu gelirleri toplayıp borçların tasfiye edilmesi hususunda ödeme yetkisi veriyordu.
Muharrem Kararnamesi diye bilinen ve 20 Aralık 1881’de imzalanan anlaşma ile borçlar konsolide edilmiş ve borç koşulları değişikliğe uğramıştı. Bu sözleşme ile ana borçlar ve faizler düşürülüp birleştirilmiş, 190 milyon sterlin tutarındaki anapara borç toplamından 94 milyon sterlin, 62 milyon sterlin tutarındaki faiz toplamından ise 52 milyon sterlin indirim yapılarak neticede 252 milyon sterlin tutarındaki genel borç toplamı 106 milyon sterline düşürülmüştü. Ancak, konsolidasyon karşılığı yabancı alacaklılar Osmanlı malî yönetimi üzerinde sıkı bir denetim kurmuştu. Bu sözleşme ile Birleştirilmiş Osmanlı Borçları A, B, C, D Tertibi olarak dört gruba ayrıldı. Aslında Düyûn-ı Umûmiyye, Rüsûm-ı Sitte İdâresi’nin çok daha kurumsallaşmış bir şekliydi. Doğal olarak bu tür bir yönetimin varlığı Osmanlı Devleti’nin egemenlik hakkıyla bağdaşmıyordu. Düyûn-ı Umûmiyye ile yabancılar Osmanlı malî örgütünün yanısıra ayrı bir örgüt kurarak vergilerin doğrudan doğruya kendi elemanlarınca toplanması yetkisini elde ediyorlardı. 1909-1910 yıllarında Düyûn-ı Umûmiyye’nin İstanbul ve vilâyetlerde bulunan memur sayısı beş bini buluyordu. Bunların yalnız 50 kadarı yabancıydı. Geriye kalanlar Osmanlı uyruğundan olup % 8’i gayrimüslim idi. Beş bin memurun 3,927’si vilâyetlerde görevli olup, bunların 1,491’ini piyade ve atlı kolcular oluşturuyordu. 1912 yılına gelindiğinde Düyün-ı Umûmiyye’nin çalıştırdığı memur sayısı 8,931’e yükseldi. Aynı yıl Osmanlı Maliyesi’nde çalışan memur sayısı ise 5,472 idi. Yine aynı tarihlerde Düyûn-ı Umûmiyye’nin topladığı vergi gelirleri, o günkü devlet gelirlerinin üçte birine tekabül ediyordu.
Düyûn-ı Umûmiyye’nin İdâre Meclisi, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Avusturya-Macaristan gibi alacaklı ülkelerin beş temsilcisi ve Osmanlı Bankası ile Galata Bankerleri’nin iki temsilcisi olmak üzere toplam yedi kişiden oluşuyordu. Babıâli, Meclis’in her yıl hazırlayacağı bütçeyi onaylayacak, yıl sonlarında bir bilanço hazırlanacaktı. Osmanlı üst yönetimiyle bağlantıyı sağlamak üzere İdare bünyesinde bir Düyûn-ı Umûmiyye Komiseri görev yapıyordu. Kabaca sekiz gelir kaleminin yönetimi ve tahsili Düyûn-ı Umûmiyye’ye bırakılmıştı. Bunlar; tuz, tütün, ispirtolu içkiler gibi tekel maddeleri hasılatı ile balık avı ve damga vergileri; gümrük resimleri fazlası; temettü (kazanç) vergisi artışları; Bulgaristan vergisi; Kıbrıs vergisi; Şarkî Rumeli vergisi; tömbeki hasılatının bir kısmı; Sırbistan, Karadağ, Bulgaristan ve Yunanistan’a ait Düyûn-ı Umûmiyye hisseleri idi.
Galata Bankerleri ve Rüsum-ı Sitte…
Düyun-ı Umumiyye İdaresinin kuruluşu…
İdarenin ilk altı aylık tahsilat rakamları beklentilerin çok üzerinde çıkıp da Galata Bankerlerinin memnuniyeti gazetelere yansıyınca, Osmanlı Devleti ile masaya oturmaktan imtina eden Avrupalı alacaklılar kendi devletleri vasıtasıyla Osmanlıya baskı yapmaya başladılar. Nasıl olurda kendilerinin 230 milyon liralık alacakları dururken 8,750,000 lira alacakları olan Galata bankerlerine ödeme konusunda öncelik tanınırdı. Osmanlı bu konuda tavrını net olarak ortaya koymuştu. Borç meselesi Osmanlı devleti ile ancak ve ancak şahıslar arasında çözümlenecektir. Netice de Osmanlı Devleti ile yabancı alacaklılar (ki bunlar şahıslar ve bankalardır) 1 Eylül 1881 tarihinde İstanbul’da görüşmeye başlarlar. İngiliz, Fransız, alman, İtalyan, Hollanda, Avusturya, Macaristan alacaklı vekilleri ile toplam olarak 24 toplantı düzenlenir ve 20 Aralık 1881 tarihinde nihai anlaşma metni imzalanır.
Tarihimize Muharrem Kararnamesi adıyla geçen bu anlaşma metni ile Düyun-ı Umumiyye İdaresi kurulur. Galata Bankerleri tarafından kurulan Rüsum-ı Sitte İdaresi tasfiye edilerek Düyun-ı Umumiyye İdaresi ile birleştirilir. İdareye tahsis edilen gelir kalemlerine tuz, Rumeli Şarki Vilayeti ve Kıbrıs geliri ile Gümrük Geliri fazlaları da ilave edilir. Muharrem Kararnamesi ile Osmanlı devletinin 252 milyon sterlin tutarındaki dış borç rakamı ciddi bir indirimle 106 milyon sterline (111 milyon Osmanlı lirası) düşürülür. İdare vergi toplama konusunda çok başarılı oldu ve idarenin faaliyete geçtiği 1882 yılından 1914 yılına kadar geçen 32 yılda 190 milyon liralık dış borç geri ödemesi yapıldı. Ancak bu kadar ödemeye rağmen Osmanlının dış borç rakamında herhangi bir değişiklik olmuyordu, çünkü yapılan bu ödemelerin tamamı dış borçların yıllık anapara ve faiz ödemelerine karşılık geliyordu. 1914-1915 mali yılı bütçesinde devletin tüm vergi gelirleri 34 milyon altın liraydı ve bu paranın 14 milyonu Düyun-ı Umumiyenin hissesine düşüyordu. 1914-1918 Savaş yıllarında Düyun-ı Umumiyenin yabancı idarecileri sınırdışı edilir ve ödemeler durdurulur. 1918’de Sevr Anlaşması Düyun-ı Umumiye’yi devletler üstü duruma getirmeye çalışır. Bu şartlar altında borcun kapatılması neredeyse imkansız gibidir.
Anadolu’da kurtuluş mücadelesi…
Derken başta İstanbul olmak üzere Anadolu’nun bir çok yeri işgal edilir. Anadolu’da Mustafa Kemal’in öncülüğünde kurtuluş mücadelesi başlatılır.
Kurtuluş mücadelesi sırasında Düyun-ı Umumiye ile Mustafa Kemal yandaşları arasındaki ilişkiyi gösteren önemli bir belge Başbakanlık Osmanlı Arşivindedir. 1920 yılına ait bu belgede Kemalilerin (Kemalistlerin) Bursa ve Trabzon’daki Düyun-ı Umumiye İdarelerini basarak kasadaki paralara el koydukları, bu durumun engellenmesi istenmektedir. Osmanlı hükümeti ise bu isteğe “maalesef sözümüz İstanbul dışına geçmiyor” şeklinde yanıt vermiştir.
“İstanbul’un yaptığı tüm anlaşmalar, verdiği tüm imtiyazlar geçersizdir”.
Konumunu 1922 Eylül ve Ekim aylarındaki askeri ve siyasi başarılarla kuvvetlendiren Ankara hükümeti 16 Ekim 1922’de bir tebliğ yayınlayarak, devlet tarafından konulmuş vergiler hakkında görüşmelerde bulunmaya ve anlaşma yapmaya sadece Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin yetkili olduğunu, Ankara Hükümeti’nin onayı alınmaksızın İstanbul’daki Hükümet’in imzaladığı veya imzalayacağı anlaşma, sözleşme, alınmış ve alınacak tüm resmi kararların, verdiği veya vereceği imtiyazların tamamıyla boş ve hiç olmamış gibi kabul edileceğini, ayrıca Milli Hükümet’in katılımı olmaksızın İstanbul’daki Hükümet’in teklifi üzerine yapılan borçlanmaların ve bunlara mahsuben imtiyazlı malî müesseselerce herhangi bir İdâre’ye yapılacak ödemelerin tanınmayacağını açıklar.
Lozan Görüşmelerinde Osmanlı borçlarının ne şekilde dağılacağı tespit edilir, ancak ödeme şekli belirlenmez…
Lausanne Anlaşması, Osmanlı borçlarının ne şekilde dağıtılacağını tespit etmiş, fakat bu borçların ne şekilde ödeneceği hususunu doğrudan doğruya Hükümet ile alacaklılar arasında yapılacak görüşmelere bırakmıştı. İsmet İnönü, borçların indirilmesini talep etmiş, Lausanne’a taraf olan devletler ise özel şahıs alacaklarına müdahale etmek istemediklerini beyan etmişlerdi. Fransız alacaklılarla görüşmek üzere Mayıs 1923’de Paris’e giden Hasan Saka ise, önemli fikir ayrılıklarından dolayı müzakarelere başlamamıştı.
Lozan’da Türkiye’nin hissesine düşen borçlar…
Lausanne ile kapitülasyonlar ve Düyûn-ı Umûmiyye İdâresi kaldırıldı. Dış borçlar Osmanlı topraklarında oluşan yeni devletler arasında paylaştırıldı. Bu paylaşım barış görüşmelerinin en çetin konularından biriydi. Uzun görüşmeler sonunda, Osmanlı Devleti’nden ayrılıp Avusturya-Macaristan, Bulgaristan, Sırbistan ve Yunanistan’a katılan topraklara düşen borç hisselerinin ödenmesi sorumluluğu sayıları 16’yı bulan bu ülkelere bırakıldı. Bu oran % 24 idi. Türkiye’ye ise % 76 oranında bir borç yükü kalıyordu. Paylaşımdan sonra, Türkiye’nin payına düşen 107 milyon liralık borç tutarının yıllık mürettebatı (faiz ve anapara ödemesi) 7,5 milyonu aşıyordu. Alacaklılar, altın olarak verdikleri borcun faiz ve amortismanlarının altınla ödenmesini istiyorlardı. Oysa, savaş ertesi Türk Lirası’nın değeri, altına oranla büyük ölçüde düşmüştü. Borçların altınla ödenmesi olanaksızdı. Lausanne’da bir çözüm bulunamadı ve sorunun çözümü Düyûn-ı Umûmiyye ile varılacak anlaşmaya bırakıldı.
Yabancı Alacaklılarla yapılan 1923-1925-1926-1927-1932 görüşmeleri…
Türk temsilciler ile Fransız alacaklılar arasındaki Lozan sonrasındaki ilk görüşme Ağustos 1925’de gerçekleşti ancak itfa ödemeleri konusundaki derin görüş farklılıkları yüzünden bundan da bir sonuç çıkmadı. Bir sonraki toplantı Nisan 1926’da Paris’de yapıldı ancak bu görüşmede sonuçsuz kaldı. Sonuçta Nisan 1927’de tekrardan başlayan görüşmelerde sorunlar tek tek halledildi ve 13 Haziran 1928 tarihinde bir mutabakat zabtı imzalandı. Sözkonusu belge 1 Aralık 1928 tarihinde TBMM’nce tasdîk edildi.
1928 anlaşması Borçlarda birinci indirim…
Varılan uzlaşmaya göre 107,5 milyon lira olan Osmanlı borçları 68,200,000 liraya indiriliyor ve 25 yıl içinde ödenip tasfiye edilmesi karara bağlanıyordu. Borçların düzenli bir biçimde ödenmesi için gümrük resimleri karşılık gösterilmişti. Düyûn-ı Umûmiyye tarafından atanacak bir murakıbın gözetiminde tahsil edilecek olan bu resimler Osmanlı Bankası’na yatırılacak, buradan kupon hamillerine ödeme yapılacaktı. Artan kısım ise Hazine’ye devredilecekti. Ancak, “Kuponlar Anlaşması” daha yürürlüğe girmeden 1929 yılında dünya yeni bir buhranla karşılaştı. Bu koşullarda taksitler tamamen ödenemediği gibi, altın ve döviz transferleri de yapılamadı. Bu arada Düyûn-ı Umûmiyye İdâresi’nin merkezi İstanbul’dan Paris’e taşındı.
Lozanda kapitülasyonların reddi…
Cumhuriyet’in kurucu lider kadrosu, alınan dış borçlardan dolayı Osmanlı İmparatorluğu’nun yarı sömürge haline dönüştüğünün bilincindeydi. Yabancıların Türkiye’deki siyasi ve ekonomik ayrıcalıklarına ve en başta da bu devletlerin Düyûn-ı Umûmiye İdâresi vasıtasıyla sürdürdükleri denetimine son vermek isteyen Kemalistler, Lausanne görüşmelerinde kapitülasyon talepleriyle karşılaşmış, yeni dış borçlanmaların ileride Türkiye’nin siyasi bağımsızlığı üzerinde baskı aracı olarak kullanılabileceğine dair işaretler almışlardı. Osmanlı borçlarının koca bir devleti ne noktaya getirdiğini bilfiil yaşayan Cumhuriyet kadrosu yeni borç alımına oldukça soğuk bakıyordu.
1929 Dünya bunalımı ve 1928 anlaşmasının askıya alınması…
1928 anlaşmasına göre ödemeler gerçekte altın lira değil, taksit tutarına karşılık gelen miktar kadar sterlin ile ödenecekti. Anlaşmanın en ağır maddesi de aslında bu idi. Bu doğrultuda Türkiye’nin, 1929-1954 yılları arasında toplam olarak 68.200.000 altın Osmanlı lirası ödemesi planlanmıştı. Bu ödeme planına göre 107.500.000 Osmanlı Lirası tutarındaki borç miktarı üzerinden %37’lik indirim sağlanmış oluyordu. Ankara Hükümeti 1929 yılındaki ilk taksiti zamanında ödedi. Ama, 1929 yılı toplam ihracat gelirinin %10’una ve genel bütçe gelirlerinin %8’ine karşılık gelen 2,000,000 liralık bu ödeme Hükümeti oldukça zorladı. 1929 yılının sonlarında, ödemeler dengesi açığının büyümesi ve buna bağlı olarak Türk Lirasının döviz karşısında hızla değer kaybetmesi nedeniyle Hükümette bir panik havası yaşandı. Bu sırada Amerika’da patlak veren ve sonrasında tüm dünyaya yayılan 1929 Buhranı Türk ekonomisini de etkilemeye başlayınca Hükümet, Düyûn-ı Umûmiyye’ye yapacağı sonraki ödemeleri durdurdu.
1932 anlaşması. Borçlarda ikinci indirim.
1929 Buhranı’nın yarattığı olumsuzluklar Türkiye Cumhuriyeti’ni, Düyûn-ı Umûmiyye İdâresi ile yeni bir anlaşma yapmaya zorladı. Aralık 1932’de Düyûn-ı Umûmiyye İdâresi ile yapılan çetin pazarlıklar bir mucizeyi gerçekleştirdi ve Türkiye’nin Osmanlıdan devir alınan borcu bazı kur oyunlarıyla 8.600.000 altın liraya, yıllık faiz ve anapara taksitleri de 700.000 altın liraya indirildi. Yeni taksitler 1933, 1934 ve 1935 yıllarında ödendi. 1936’da ise Türk Hükümeti, Osmanlı borç senetlerinin çoğunu elinde bulunduran Fransız Hükümetiyle anlaşarak yıllık taksitlerin yarısını belirli ihraç mallarıyla ödemeye başladı. 1938’de ise taksitlerin tamamının bu şekilde ödenmesi kararlaştırıldı.
Kısa bir özet…
Sultan Abdülmecid döneminde 24 Ağustos 1854 tarihinde alınan 5.000.000 Sterlin tutarındaki ilk borçtan itibaren uzun bir aşama kaydeden Osmanlı Borçları, devletin 100 yıllık geçmişine damgasını vurmuş ve aradan tam bir asır geçtikten sonra 25.05.1954 tarihinde 1933 anlaşmasına göre ödenmesi gereken tarihten 29 sene önce tamamen tasfiye edilerek kapatılmıştır. Cumhuriyet Hükümetleri bu borçların ödenmesi konusunda kendi lehine olan hemen her fırsatı değerlendirmiş, bu konuda geçmiş nesillerin gösteremediği devlet menfaatini koruma hassasiyetini büyük bir beceri ile sergilemiştir. 1854’de ilk borcun alınmasını takiben 1874’de iflasını ilan eden, 1879’da gelirlerinin bir kısmını Rüsûm-ı Sitte İdâresi’ne, 1881’de ise Düyûn-ı Umûmiyye İdâresi’ne devreden Osmanlı Devleti, bugünkü kurlarla milyarlarca dolarlık bir borç yükünü genç Türkiye Cumhuriyeti’ne devretmiş, borcu devir alan Türkiye ise Lausanne’da milli egemenlik konusunda gösterdiği hassasiyeti Osmanlı borçları konusunda da sergilemiştir. 1928 anlaşmasıyla borç miktarını 107.500.000 Osmanlı lirasından 68.200.000 Osmanlı lirasına indiren Türkiye Cumhuriyeti, 1933 anlaşması ile bu borç tutarını 8.578.343 Altın Liraya indirtmeyi başarmış ve 1954 yılında tamamen tasfiye edip kapatırken, ekonomik bağımsızlığını elde etmiştir.
Kaldı ki bu parada gerçek anlamda nakit olarak ödenmemiş, ülkenin içinde bulunduğu sıkıntılar öne sürülerek bu paranın Fransa’ya mal ihracatı karşılığı takas ve kliring yoluyla ödenmesi sağlanmıştır.
[1] Bu matbaada ilk basılan eser, metal harflerle basılan iki ciltlik Vankulu Lügâtı’dır.
[2] 1840 yılında Kaime-i Mutebere-i Osmaniye adıyla çıkartılan kaimeler yılda % 8 faiz getiriyordu. Büyük itibar gören bu ilk paraların sarraflar tarafından ticareti yapılmaya başlanmış ve ilk 160,000 liralık ihraçtan sonra 240,000 liralık ek ihraç yapılmış ancak elle yazılan bu yeni partide gerekli özen gösterilmeyerek ucuz hattatlar kullanıldığından sahteleri yapılmıştı. 1841’de matbaada basılan kaimeler çıkarılarak el yazılı eski kaimlerle değiştirilmiş olmasına rağmen bunların da taklitlerinin yapılmasıyla üç ay sonra yalnız İstanbul’da geçerli olmaları kararlaştırıldı. Tahvil gibi saklanmaları ve hazineye ve gümrüklerde ödeme için kullanılmaları nedeniyle 1845’de faiz haddi düşürüldü. 1850 yılında piyasaya faizsiz ve bozuk para olarak kullanılması amacıyla 10 ve 20 kuruşluk kaimeler sürüldü. 1852 yılında ihraç edilen kaimelerin sahteleri çoğalınca İane-i Umumiye uygulamasıyla toplanan kaimeler yakıldı. Kırım Savaşı sırasında çıkarılan kaimeler % 70 oranında değer kaybetti ve sarraflar tarafından %10’u altın ve gümüş karşılığı, geri kalanı ise kuruşluk kaimelerle değiştirilmeye çalışıldı. Ancak bu düzenlemelerinde fayda sağlamaması üzerine, vergi karşılığı olarak kabul edilip tedavülden kaldırıldı. 1857 yılında faizli kaimeler Esham-ı Cedide isimli devlet tahvilleriyle değiştirildi. Böylece 3,5 milyon liralık kaime toplanarak yakıldı. 1861 yılında mali zorluklar nedeniyle gene kaime ihracı yapıldı. Bu kaimeler de 1862 yılında Osmanlı Bankası’na banka açma imtiyazı tanınırken sağlanan krediyle toplanarak imha edildi ve İmparatorluk’ta kaime kalmadı. Ancak 1877 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Osmanlı Bankası kayıt numarası ve mührüyle 15 milyon liralık kaime ihracı yapıldı. 1879 yılında altın liranın 500 kaimeye kadar yükselmesi karşısında büyük spekülasyonlara yol açan kaimelerin 16 milyon liralık kısmı Beyazıt Meydanı’nda halkın gözü önünde yakılarak güven sağlanmaya çalışıldı. 1911 yılında çıkarılan kaimeler de sonradan başa baş değiştirildi.
[3] Mehmet Hakan Sağlam, “Osmanlı Devleti’nde Moratoryum 1875-1881 Rüsûm-ı Sitte’den Düyûn-ı Umûmiyye’ye”, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2. Baskı, Temmuz 2007, İstanbul, sh. 26.
[4] Tam ismi “Düyûn-ı Umumiyye-i Osmaniye Varidât-ı Muhassasa İdaresi”.
[5] Ümit Burnu, Güney Afrika‘daki Cape Yarımadası’nın güneydeki uç noktasıdır. Denize doğru uzanan kayalık bir burun olan Ümit Burnu denizden yaklaşık 245 metre yüksektedir. Afrika’nın en güneydeki noktası olduğu yaygın kanı olmakla birlikte, kıtanın gerçek güney ucu Ümit Burnu’nun 160 km güneydoğusundaki Agulhas Burnu‘dur (Cape Agulhas).
[6] 1979 yılında İran İslam Devrimi’nin yaşanması İran’da bazı karışıklıklara neden olmuş ve İran’ın petrol üretimi önemli oranda azalmıştı. Bu durum ham petrol fiyatlarının hızla yükselmesine neden olmuş ve 5 Nisan 1979’da varili 15,85 dolar olan petrol fiyatı 12 ay içerisinde 39,50 dolara kadar yükselmişti.
[7] Rus Çarı I. Nicola 9 Ocak 1853’de bir konserden çıkarken sohbet etmekte olduğu İngiltere’nin Rusya elçisi Hamilton Seymour’a Osmanlı İmparatorluğu için “hasta adam” benzetmesini kullanmıştı. İngiliz elçisi de bu değerlendirmeyi Londra’ya rapor edince I. Nicola’nın bu sözleri hızla yayıldı ve Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemi için “hasta adam” deyimi Avrupalılar tarafından kullanılmaya başlandı.
[8] Bizansın “pronoia”sı batının “fief”ine benzeyen, askeri hizmet karşılığında feodal beylere verilen toprak parçasıydı. Ancak batıdan farklı olarak, babadan oğula geçmiyordu ve pronoia ancak imparatordan alınabiliyordu. Bu durum merkezi otoritenin gücünün yarattığı ve güçlü kalmasını sağlayan bir farklılıktı. Osmanlılar Bizans topraklarını fethedince, Bizans’ın askeri ve toprak düzenini, üretim ve savaş teknolojilerini, bazı uyarlamalarla benimsediler. Osmanlı toplumundaki derebeylik düzeninin ve sipahi sisteminin bir kaynağı da Bizans kurumlarıdır.
[9] Amerika kıtasının altın ve gümüş stoklarının öncelikle İspanya’ya akmasıyla 1550’li yıllarda Avrupa’da fiyat devrimi olarak adlandırılan ani fiyat artışları kaydedilmiştir.
[10] Rüsûm-ı Sitte İdaresi yaklaşık 5800 çalışanı ile Osmanlı Devleti tarafından kendisine tahsis edilen vergi kaynaklarını toplamaya başlamış, 1881 yılında tüm çalışanlarıyla beraber Düyûn-ı Umûmiyye İdaresi’ne katılan bu kurum Osmanlı Maliye teşkilatının temellerini atmış, hatta Anadolu’da kurtuluş mücadelesinin başlamasıyla birlikte bazı illerde bulunan Düyûn-ı Umûmiyye İdareleri Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk maliye birimleri haline dönüşmüştür.
]]>SEMPOZYUM BİLDİRİSİ
KOOPERATİF VE ÜSTBİRLİK YÖNETİMLERİNİN GÖREVDEN ALINMASI NOKTASINDA KOOPERATİFLER YASASININ VE BAKANLIĞIN YETERSİZLİĞİ
Mehmet Hakan SAĞLAM
İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Meslek Yüksekokulu
Bankacılık Programı Öğretim Üyesi
Yapı kooperatifleri ve bunların üst örgütlenmesi durumundaki Kooperatif Birliklerinin rolü ve önemi tartışılamaz. Türk ekonomisinde oldukça önemli bir yere sahip olan Kooperatifler ve Kooperatif Üst Birlikleri, Türkiye’nin hemen her bölgesinde değişik sektörlerde faaliyet göstermektedir. Sanayi, tarım ve inşaat kooperatiflerinin çok başarılı örneklerine rastlamışsınızdır. İstanbul, İzmir, Ankara, Kayseri, Gaziantep gibi birçok şehrimizde kooperatifçilik sayesinde oluşmuş yüzlerce hatta binlerce ekonomik yapılanma mevcuttur.
Türk ekonomisinde bu kadar büyük bir paya sahip olan kooperatif ve kooperatif üst birliklerinin maalesef dile getirdikleri halde bir türlü çözümleyemedikleri birçok sorunları bulunmaktadır. Sektörel anlamda farklı sorunlar yaşasalar da hemen her yapılanmanın benzer sıkıntılarla karşı karşıya olduğu bir gerçektir. İstanbul ili Büyükçekmece ilçesi Bahçeşehir Belediyesi sınırları dahilinde faaliyet gösteren S.S. Esenkent Boğazköy Konut Yapı Kooperatifleri Birliği, bünyesinde 125 kooperatif ve bu kooperatiflere üye 5800 aileyi barındıran çok büyük bir toplu konut projesidir.
Üyeleri arasında toplumun hemen her kesiminden birçok insanın yer aldığı bu projede mimar ve mühendislerden doktor ve eczacılara, öğretim üyelerinden basın mensuplarına kadar bir çok sivil toplum örgütünün yer aldığı örnek bir yapılanmaya gidilmiş, devletten ve yerel yönetimlerden tek kuruş alınmaksızın koca bir kent inşa edilmiştir.
1994 yılında ilk temelleri atılan Boğazköy Toplu Konut Projesi 2,200,000 metrekare büyüklüğündeki bir arazi üzerinde yer almaktadır. Esenkent Boğazköy Konut Yapı Kooperatifleri Birliği’nin 3 yıl yönetim kurulu üyeliğini yapan ve bu projenin karşılaştığı sorunları birebir yaşayan bir kişi olarak karşılaşılan bazı sıkıntıları sizlere aktarmak istiyorum.
İnsanlar bir araya geliyor kooperatif kuruyor, daha sonra kooperatifler bir araya gelip Üstbirlik oluşturuyor. Üstbirlik yapılanmasına neden gidiliyor? Planlama ve organizasyon çalışmaları ile altyapı ve üstyapı çalışmalarında birlikteliği sağlamak, kooperatiflerin tek tek yapamayacağı yol, su ve elektrik gibi temel altyapı çalışmalarını tek bir çatı altında yürütmek için. Buraya kadar her şey normal. 1163 sayılı Kooperatifler Yasası’nın tarif ettiği şekilde üstbirliklerin tüm organları eksiksiz olarak oluşturuluyor. Yönetim ve Denetim Kurulları ve gereken durumlarda Danışma Kurulları seçiliyor.
1163 Sayılı Kooperatifler Kanunu’nda çok ciddi eksiklikler bulunmaktadır. 2004 yılından sonra Boğazköy Kooperatifler Birliği bünyesinde çok ciddi zimmet suçları işlenmiş ve bunlar adli makamlara intikal etmiştir. Zimmete konu miktar yaklaşık 14 milyon dolar civarında olup, suçun cinsi ise ihtilasen zimmettir. Yani resmi evrak ve belgelerde sahtecilik yoluyla zimmet suçunu işlemek. 5 kişilik yönetim kurulu ve 3 kişilik denetim kurulunun tamamı aynı suçlardan yargılanıyor. Birliğe üye kooperatiflerden bazıları yönetim ve denetim kurulunun görevden alınması için Sanayi Bakanlığına başvuruda bulunuyor, ancak yasa buna elvermediği için hiçbir şey yapılamıyor ve 14 milyon dolar zimmetten yargılanan şahıslar halen görevlerine devam ediyor. Çünkü yasa Sanayi Bakanlığına denetim yetkisini vermiş ama kayyum atama yetkisini vermemiş. Bir kooperatifi veya üstbirliği Sanayi Bakanlığına şikayet edebiliyorsunuz. Bakanlık şikayet konusu kooperatifin defter ve belgelerini denetim yetkisi kapsamında inceleyebiliyor.Herhangi bir suç unsuruna rastlayan Bakanlık müfettişlerinin ve dolayısıyla Bakanlığın yapacağı tek şey usülsüzlük hakkında ilgili Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulunmak. Savcılık ne yapıyor? Fezlekeyi hazırlayıp ilgili Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılama sürecini başlatıyor. Peki Ağır Ceza’da yargılanan şahısların en azından kızağa alınmasını sağlamak amacıyla görevden alınıp kayyum atanması gerekmez mi? Yapılamıyor. Çünkü suç işledikleri yargı kararıyla kesinleşinceye kadar Bakanlığın böyle bir şey yapma yetkisi yok. Her türlü defter ve belgeleri değiştirme ve yok etme imkanına sahip kişilerin, zimmet suçu işledikleri kurumu yönetmeleri ne derece ahlaki ve etik? Bu konunun acilen ele alınıp ceza yasasında gerekli düzenlemelerin yapılması gerekmektedir.
Peki bu sorunu başka bir şekilde by-pass etmek mümkün değil midir? Tabi ki mümkün. Bunu yapacak organ ise hiç şüphesiz Birliğin bizzat kendi genel kuruludur. Üstbirliğin genel kurullarına katılıp Yönetim ve Denetim kurulunu seçen ve ibra eden delegasyonun görev ve sorumlulukları konusunda da çok ciddi kanuni düzenlemelere gereksinim duyulmaktadır. Hepimizin de bildiği gibi kooperatifler kendi genel kurullarınca seçilen yönetim kurullarınca idare edilmektedir. Ancak üstbirliğe bağlı kooperatiflerin genel kurullarında yönetim kuruluna ilave olarak Üstbirlik toplantılarına katılmak ve Kooperatif ile Üstbirlik arasındaki ilişkileri yürütmek amacıyla bir de delege seçimi yapılmaktadır. Bu delege kooperatif yöneticilerinden birisi olabildiği gibi yönetim kurulu üyeleri dışında kalan herhangi bir üye de olabilmektedir. 1163 sayılı yasa, kooperatif delegelerinin seçimiyle ilgili herhangi bir düzenleme yapmadığı gibi herhangi bir görev tanımlaması da yapmamıştır.
Şimdi bu konuyu biraz açalım. Ortaklarını konut sahibi edindirmek amacıyla arsa satın almayı düşünen bir kooperatif, arsa satın alabilmek için mutlaka genel kurul yapmalı, azami arsa satın alma fiyatını belirlemeli ve arsa alımını gerçekleştirmek için yönetim kuruluna yetki vermelidir. Aksi takdirde ilgili tapu dairesi yetkisi olmadığından mülkiyet edinim talebini yerine getirmeyecektir. Önceden kooperatif adına satın alınan bir arsanın satışı içinde aynı işlemin yapılması gerekmektedir. Fakat kendisine hiçbir yetki verilmeyen Birlik delegeleri bakınız şu aşamada neler yapabilmektedir;
Yukarıda sıralanan risklerin maalesef tamamı gerçekleşmiştir. Herhangi bir yetkisi olmayan kooperatif delegeleri, Üstbirlik tarafından 5 milyon dolar para harcanarak inşa edilen 7000 metrekare kapalı alana sahip sosyal tesis binasını 1 YTL bedelle Belediye’ye satma hususunda yönetime yetki vermiş ve Üstbirlik yönetimi de genel kuruldan aldığı yetkiye dayanarak sözkonusu binayı ilgili Belediye’ye 1 YTL’den devir etmiştir.
Şimdi ne oluyor? Kooperatifler tarafından bizzat kendi delegeleri aleyhinde görevini kötüye kullanmaktan birer ikişer dava açılıyor. Savcılar ve hakimler ne yönde karar verecek? İşte o da belli değil, çünkü kanun koyucu bu konuda herhangi bir düzenleme yapmamış.
Arsa ve mülkiyet sorunları gerek kooperatifler gerekse birlikler açısından ciddi bir sorun teşkil ediyor. Boğazköy’de toplam 125 kooperatif ve bu kooperatiflere ortak 5800 üye bulunuyor. 1800 villa, 4000 daire inşa edilmiş vaziyette. 2200 dönümlük bir arazide Üstbirlik tarafından yapılması gereken işleri sadece ana kalemler itibarıyla sıralamak gerekirse rakamlar normal ölçütteki bir belediye açısından dahi ürkütücü: 19 kilometre PTT hattı, 27 kilometre kanalizasyon hattı, 19 kilometre yağmursuyu hattı, 21 kilometre sulama suyu hattı, 23 kilometre derin zemin drenaj hattı, 35 kilometre temiz su içme hattı, 90 kilometre elektrik yer altı şebekesi hattı, 25 Adet Trafo binası, 286 adet enerji dağıtım kutusu, 1200 adet elektrik direği, 5800 konutun tek merkezden ısınmasına imkan tanıyan 94 kilometrelik kızgınsu hattı, 32 kilometre asfalt yol, 50 kilometre kaldırım ve yürüyüş yolu, 11 adet çocuk parkı, yaklaşık 486000 metrekare büyüklüğünde rekreasyon alanı, 1 ilköğretim, 1 Ticaret Lisesi, 3 Kreş, 3 ticaret merkezi, 1 sağlık ocağı. Peki bu kadar iş hangi parayla nasıl ve ne şekilde yapılacak? Daha da önemlisi her şeyin başı niteliğindeki 2.2 milyon metrekare büyüklüğündeki arsa nasıl temin edilecek?
Arsa temininden başlayalım. İstanbul da veya Türkiye’nin herhangi bir yerinde 2.2 milyon metrekare büyüklüğündeki bir araziyi gerek devletten gerekse özel şahıslardan tek kalemde satın almak pek mümkün değil. Yaklaşık 1200 hissedarla tek tek görüşülüp arsalar satın alınıyor. Şu anda satın alınmayan arsa miktarı sadece 17 dönüm. Ancak bu 17 dönüm küçük hisseler halinde bazı imar adalarına dağılmış ve üzerindeki inşaatlar şu an tamamlanmış durumda. Bu şu anlama geliyor: Siz paranızı verip bir kooperatife üye olmuşsunuz, kooperatifiniz de bir Üstbirliğe üye olmuş, Üstbirlik kooperatifinize arsa tahsisi yapmış ve elinize uygulama projenizi verip “haydi başlayın” demiş. Siz mülkiyetin tamamının Üstbirlikte olduğunu zannediyorsunuz, ancak size tahsis edilen alanda henüz satın alınmamış durumda şahıs hissesi bulunuyor. Peki mülkiyetin tamamı Üstbirliğe ait değil ise Belediye nasıl inşaat ruhsatı vermiş? Bu da ayrı bir sorun.
Kooperatif ve Kooperatif Birliklerinin karşılaştığı bir diğer önemli sorun; Belediyeler. Şehircilik anlamında planlı ve düzgün bir kent inşa etmenin ilk koşulu Belediyelerin kesinlikle bu oluşumlara destek vermesi. Ama bu mümkün mü? Tabi ki hayır. Çünkü neredeyse her belediye, kooperatiflere ve üstbirliklere adeta bir para kaynağı ve örtülü ödenek gözüyle bakmaktadır.
Boğazköy de tüm altyapı ve üstyapı projeleri Üstbirlik tarafından yapılmış ve ilgili resmi kurumların onayını takiben uygulamaya geçilmiştir. Birlik bütçesi hakkında kabaca bazı rakamların telafuz edilmesi olayın büyüklüğünü daha net şekilde ortaya koyacaktır. Arsa alımlarına yaklaşık 15 milyon dolar, alt ve üstyapı projelerine 12 milyon dolar, kanalizasyon şebekesine 11 milyon dolar, elektrik altyapı ve trafolarına 12 milyon dolar, içme suyu şebekesine 5 milyon dolar, yol ve hafriyat çalışmalarına 25 milyon dolar, kızgınsu şebekesine 7 milyon dolar, sosyal tesis yapılarına 5 milyon dolar civarında para harcanmıştır.
Üstbirlik ve Belediye ilişkilerinin gerilmesi veya bozulması çok ciddi sorunlara sebebiyet verebiliyor. Örneğin ruhsatlarınızın uzatılmaması, emlak vergi rayiçlerinin haksız şekilde arttırılması, iskan izninizin verilmemesi, hatta arsa paylı kat irtifaklarının kurulması sırasında gereken mimari proje tasdiklerinin yapılmaması bile sizin tapu almanızı engelleyebiliyor.
Boğazköy Kooperatifler Birliği, devletin tek bir kuruşuna el vurmadan yukarıda sayılan tüm bu işleri tamamen otofinansman yöntemiyle ortaya çıkarmıştır. Kendi bölgelerindeki yol ve sokaklarda 100-150 metre uzunluğundaki kaldırım taşlarını dahi döşemekte zorlanan yerel yönetimlerin, devletten aldıkları paralarla yukarıda sayılan işleri bu kadar sürede yapabilmeleri mümkün değildir.
1994 yılından 2002 yılına kadar birçok olumsuzluğun üst üste yaşandığı ülkemizde 5800 ailenin ucuz, kaliteli ve yaşanabilir bir konut sahibi olması hedeflenmiş, ancak 1999 Marmara Depremi, Birlik çalışmalarını önemli derecede etkilediği gibi üyelerin aidat ödentilerini yapamaması üzerine tüm altyapı faaliyetlerini de durma noktasına getirmiştir. Sistemin tekrardan harekete geçirilmesi gerekiyordu ancak bankaların kapısı zaten bu yapılanmalara kapalıydı.
Finansman sorunu Türkiye’de kooperatifçilik yapılanmasının önündeki en önemli problemdir. Büyük ticari kuruluşların hatta çok büyük KOBİ’lerin bile kredi temini konusunda zorlandığı ülkemiz de Kooperatiflerin kredi alması neredeyse imkansız gibi bir şeydir. Hele hele Basel II kriterleri doğrultusunda yeniden yapılanmak zorunda kalan bankaların bu aşamadan sonra Kooperatiflere ve Kooperatif Üstbirliklerine kredi vermesi neredeyse imkansızdır. Buna engel olan durum ise 1163 sayılı kooperatifler yasasının “sınırlı sorumluluk” ilkesinden kaynaklanmaktadır. Boğazköy’ü harekete geçirmek amacıyla Anadolubank ve Dışbank’tan Türkiye’de bir ilk niteliğinde “Bireysel Altyapı Tamamlama Destek Kredisi” çıkartılmış, 20 Milyon dolar tutarındaki bu krediden toplam 4300 aile yararlandırılmıştır. Kefilsiz kefaletsiz olarak çıkartılan bu kredi Türkiye şartlarında kooperatiflere ve kooperatif birliklerine en uygun kredi özelliğini taşımaktadır. Bu kredinin temin edilmesi sırasında Üstbirlik elindeki tapu silahını kullanmış ve bankalara karşı yazılı bir taahhütte bulunmuştur. Taahhüt; “kredi alan kişilerin borçları ödeninceye değin Birlik tarafından kooperatiflere tapuları verilmeyecektir” şeklindeki bir garantiyi içermekteydi.
Birliklerin en önemli sorunlarından bir diğeri altyapı ihaleleri sırasında yıllara sarih işlerden dolayı müteahhit firmalara ödenen fiyat farkları ve eskalasyonlardır. Tüzel kişiliğe sahip bir kurum olarak Ocak ayında bir işi yaptırmaya karar veriyorsunuz ve ihale hazırlıklarına başlıyorsunuz. Ön keşif çalışmalarını yapıyorsunuz. Bu işler nereden bakarsanız bakın 2 ay sürüyor. Yaptıracağınız işin bedeli 100 lira. Sözkonusu işi en iyi ihtimalle Nisan ayı başlarında ihale ettiğinizi düşünelim. Daha sonra Birliğin ödeme imkanlarının elverdiği ölçüde inşaatı yaptırmaya başlıyorsunuz. Elinizdeki kaynak sınırlı. 5800 üyenin neredeyse tamamı orta gelir grubunun ya bir dilim altında ya bir dilim üstünde. Aldıkları maaş belli, kooperatiflerine ödeyecekleri aidat belli. Aynı şekilde Birliğe bağlı kooperatiflerin üyelerinden aldıkları para ortada. Birlik olarak kooperatiflerden ay be ay para topluyorsunuz. Bu arada yerkürenin en oynak ve en dengesiz ekonomisinde yaşadığınızı aklınızdan bir an olsun çıkartamıyorsunuz. Türkiye’de iş yapan bir kurum olarak bir yıllık, iki yıllık projeksiyon yapma şansınız hiç ama hiç yok. 5 Nisan Krizi, Asya Krizi, Rusya Krizi, Marmara Depremi, Türk Lirasının Devalüe edilmesi ve New York da ikiz kulelere uçak saldırısı düzenlenmesi gibi Türk ve Dünya ekonomisini derinden sarsan krizlere her an hazırlıklı olmak zorundasınız. Düzensiz tahsilat ve buna bağlı olarak düzensiz ödemelerden dolayı müteahhit firmalara fiyat farkı vermek zorunda kalıyorsunuz. Bu aşamada Sanayi Bakanlığı müfettişleri kooperatif ve birlik yöneticilerine soruyor: “Niçin fiyat farkı veriyorsunuz?” Vermeyip ne yapacaksınız. Bugün İstanbul’daki hemen her mahkeme de fiyat farkı verdiği için yargılanan binlerce kooperatif yöneticisi bulunmaktadır.
Kooperatiflerin yaşadığı bir diğer sorun ise vergilendirmedir. Kooperatiflerce yaptırılan inşaat işlerinin KDV muafiyetinden yararlanması için defterdarlıklarca verilen matbu mukteza yazılarının ilk paragrafı ile son paragrafı tutarsızlık göstermektedir. Mukteza yazıları ile bazı firmalar kooperatiflere KDV’siz fatura keserken bazıları kesmemektedir. İnşaat yapım işlerinin müteahhit firmalara ihale edilmesi durumunda KDV muafiyetinin uygulanacağı açıklaması ise fiiliyatta müteahhit firmalar ile kooperatifleri karşı karşıya getirmektedir. Benzer şekilde kooperatiflerin Kurumlar Vergisine tabi olmaması, bazı inşaat firmalarının kooperatifleri ticari işlemlerinde araç olarak kullanıp vergi kaçakçılığı yapmalarına neden olmaktadır. Kooperatif adı altında faaliyet gösterip 300-400 bin dolara 250-300 metrekare büyüklüğünde villa inşa eden ve kooperatif olduğu için tek kuruş vergi vermeyen binlerce kooperatif! bulunmaktadır.
Birliklerin yaşadığı bir diğer önemli sorun ise hiç şüphesiz profesyonel yönetim eksikliğidir. İstanbul’daki büyük kooperatif projelerine bakalım. Esenkent, Boğazköy, Onurkent, Tepekent, Beykent ve daha diğerleri. Bunların hepsinde de aynı sorun karşımıza çıkmaktadır.
Adam kayırma, usülsüz ihale yapma, ihaleye fesat karıştırma, zimmete para geçirme gibi asli suçlar bir yana, 1163 Sayılı Kooperatifler Yasası’nda açıkça tarif edilen “birinci derece yakınlarıyla iş yapma” yasağına dahi riayet edilmeyen bir ortamda, Kooperatif ve Birlik yöneticilerinin bu davranışları sisteme duyulan güveni azaltmakta, zaten derin yara almış olan kooperatifçiliğin tümden gözden düşmesine neden olmaktadır. Temlik, irtifak, tevhid, ifraz gibi kavramlardan habersiz kooperatif yöneticilerinin eğitilmesi bu anlamda çok önem taşımaktadır. Üniversitelerce, kooperatif ve kooperatif üstbirliklerinde istihdam edilecek profesyonel yönetici ve ara elemanların yetiştirilmesi gerekmektedir.
]]>