Anasayfa / Makaleler / YAĞMUR YAĞMIYOR İNSAN NİÇİN ÖLSÜN Kİ?

YAĞMUR YAĞMIYOR İNSAN NİÇİN ÖLSÜN Kİ?

(Article 074-12.04.2015)

Günlerden 26 Aralık 1973 Çarşamba, saat 12.30 civarı. Yaklaşık 42 yıl önce Kilis Kemaliye İlkokulu’nun bahçesinden çıkıp, merak içinde Cumhuriyet Caddesi üzerinden gelen kalabalığı izliyordum. Henüz ilkokul birinci sınıftayım. Belediye bandosu, sonradan “cenaze marşı” olduğunu öğrendiğim hüzünlü bir şeyler çalıyor, insanlar üzeri Türk bayrağıyla örtülü bir tabut taşıyorlardı. Kemaliye İlkokulu’nun biraz yukarısındaki türbenin bitişiğinde yer alan ayakkabıcı dükkânının önünde gazete okuyan orta yaşlı bir adama “amca kim ölmüş?” diye sordum. Adam gazeteden başını kaldırıp; “duymadın mı oğlum İsmet İnönü öldü” dedi. Tören kıtası önümüzden geçti gitti, sonrasında bu denli şatafatlı cenaze törenine yıllar boyunca en azından Kilis’te şahit olmadım.

10 Kasım 1983 Perşembe, saat 11.00 civarı. Şimdi sorabilirsiniz “tarih ve saati bu kadar kesin nasıl biliyorsunuz?” diye. Çünkü o gün KKTC bağımsızlığını ilan etmişti. Kabataş Erkek Lisesi’nde yatılı olarak okuyordum. Son sınıftayız. Atatürk İlkeleri ve İnkilap Tarihi dersinde öğretmenimiz ders anlatıyordu. Konu döndü dolaştı İsmet İnönü’nün ölümüne geldi. Öğretmenimiz dersin doğal akışı içerisinde İnönü’nün Ankara’da öldüğünü ve Anıtkabir’e defnedildiğini söyleyince birdenbire yıllar öncesine döndüm ve hemen müdahale edip; “hocam bir dakika, yanlışınız var İsmet İnönü Ankara’da değil Kilis’te öldü” dedim. Bütün sınıf gülüşmeye başladı. Kadın biraz duraksadı sonra “Hakancığım İsmet İnönü’nün Kilis’te ne işi var? Allah bilir ya belki adam Kilis’i bile görmemiştir.” dedi. “Hocam İnönü Kilis’te öldü hatta cenazesi benim önümden bando eşliğinde geçti, gözlerimle gördüm, size niçin yalan söyleyeyim?” diye israr ettiysem de İsmet İnönü’nün Kilis’te öldüğü hususunda hocayı bir türlü ikna edemedim. Sonradan öğrendim adam gerçekten Ankara’da ölmüş.

Meğerse benim önümden geçen cenaze İsmet İnönü ile aynı gün defnedilen şehit bir askere aitmiş. Demek ki İsmet İnönü’nün Kilis’te değil de Ankara’da öldüğünü anlayabilmem için 10 yıl geçmesi gerekiyormuş. Önyargı denilen şey birebir bu olsa gerek. Küçüklüğümüzde yaşadığımız bazı olaylar zihnimizin bir köşesine çakılıp kalıyor. Yine buna benzer bir olayı ortaokul yıllarında yaşadım. Sene 1978. Kilis Atatürk Ortaokulu’nda okuyorum. Okuldan eve yürüyerek gidip geliyoruz, şimdiki gibi okul servisi falan yok. Kilis Asri Mezarlığı yolumuzun tam üzerinde. Kışın öğle vakti okuldan çıkıp eve dönerken hemen her gün Zekeriya Korkmaz Bulvarı’nın önünde cenazelere rast geliyorduk. Sonra güneşli bir yaz günü bana Kur’an okumayı öğreten Saliha hocanın rahmetli olduğunu öğrendim. “Saliha hoca ölmüş” diyen kişiye; “yağmur yağmıyor insan niçin ölsün ki?” dediğimi hatırlıyorum. Okul dönüşü cenazeler hep yağmurlu havaya denk geldiği için insanların yağmurlu havalarda öldüğünü zannederdim.

Bu anılarımı okuyan sizler şimdi hakkımda belki farklı yorumlarda bulunabilirsiniz, ama çocukluk işte böyle bir şey. Geçenlerde Kilis’teki mülteci kamplarını ziyaret etmiştim. Kampın içindeki kreşlerde savaşta anne ve babasını kaybetmiş yüzlerce çocuk vardı. Bir insanın aşırı duygu yoğunluğu yaşadığı anların sayısı ömrü hayatında herhalde çok sınırlıdır. Burada gördüğüm ve şahit olduğum bazı olaylar saatler boyu ağlamama sebep oldu. En başta Türklüğümle onur ve gurur duydum. Devletime olan inancım kat be kat arttı. 2 milyon 500 bin insana 4 yıl boyunca 6 milyar dolar para harcayan Yeni Türkiye’nin büyüklüğünü ve gücünü hissettim. Varlık ve yokluk, açlık ve tokluk, yaşam ve ölüm arasındaki ince çizgiyi farkettim. Düne kadar varlık içinde yaşayan insanların bir anda her şeylerini kaybedip yollara nasıl revan olduklarını, çok değil bir saniye önce anne baba sıcaklığını hisseden çocukların atılan varil bombalarıyla bu dünyada nasıl yapayalnız kaldıklarını gördüm. Kilis’in Öncüpınar ve Elbeyli kamplarında yer alan kreş ve diğer okullarda büyüyen çocuklar da herhalde benim geçmişte yaşadığım önyargıların benzerlerini yaşayacaklar. Mesela dört yıldan beri Türk devletinin himayesi altında olan bu çocuklar kendi ülkelerine döndüklerinde, birileri “ben açım” dese herhalde “açlık nedir ki?” diyecekler. Daha da kötüsü bugün kendilerine yurt edindikleri kamplardan ayrılırken “bizi evimizden niçin ayırıyorsunuz?” diye ağlayacaklar.

İnsanların kurulu düzenlerini bozup göçe zorlanmaları çeşitli sebeplerle olabiliyor. Etnik farklılıklardan dolayı ayırıma tabi tutulup baskı ve zulme maruz kalma, ekonomik şartlar veya savaşlar göçün meydana gelmesini sağlayan etkenlerin başında geliyor. Balkan Harbi öncesi ve sonrasında yaşanan bazı olaylar Balkanlardan Anadolu’ya göçü zorunlu kılmıştı.

Balkanlardan Anadolu’ya yönelik ilk göç hareketi 1804 Sırp isyanı ile yaşandı. 1804’te isyan eden Sırpların, Semendire’ye bağlı yerlerde Türklere karşı giriştiği katliamlar halkın Rumeli ve Bosna-Hersek’e göç etmesine neden oldu. 1826’da yapılan Akkerman Antlaşması ile 150 bin Türk, Sırbistan’dan göç etmek zorunda kaldı. 1867 yılında Sırp zulmünden kaçan 150 bin civarında Boşnak da Türklerle birlikte Anadolu’ya göç etti. Yine 1908-23 yılları arasında 300 bin, 1923-33 yılları arasında da 350 bin Türk Sırbistan’dan göç etmek zorunda kaldı. Göç edenlerin bir kısmı ise yollarda hastalık ve açlıktan öldü.

Balkanlardaki Yunan mezalimi ise 1821 Yunan ayaklanmasıyla başladı. Tarihçi George Finlay 1864’te yayınlanan Yunan Ayaklanmasının Tarihi (History of Greek Revolution) adlı kitabında şöyle yazar: “1821 Nisan’ında 20 bin kişi toplamına yakın bir müslüman nüfus Yunanistan‘da dağınık olarak yaşıyor ve tarımda çalışıyordu. Daha iki ay geçmeden bunların çoğu kıyımdan geçirildiler; adamlar, kadınlar, çocuklar hiç acımadan ve sonra pişmanlık duymadan öldürüldüler.”

Yunanlı Başpiskopos Germanos’un ağzından çıkan ayaklanmanın milliyetçi sloganı “Hıristiyanlara huzur, konsoloslara saygı, Türklere ölüm“dü. Zulümün boyutlarını anlatırken Tripolitza’da (Tripoliçe) üç gün üç gece boyunca Türklerin soykırıma tabi tutulduğunu, isyancıların lideri olan Kolokotrones’in; “kasabaya girdiğimde yukarı hisar kapısından başlayarak atımın ayağı hiç yere değmedi” dediğini nakletmektedir. Böyle diyerek ilerlediği zafer kutlama yolunun Müslüman cesetlerinden meydana gelen bir örtüyle döşendiğini kastediyordu.

Balkan Harbi’nde Yunan mezalimi akıl almaz boyutlara ulaşmıştı. Bu konuda Yanya’da bulunan bir Rum eczacının yaptıkları dehşet vericidir; “Her gece sekiz-on Türk Osmanlı kızını ağlata ağlata oynatmak, tehdit ve işkencelerle onları meyus etmek… Helen oğullarına ne kadar neşeli bir zafer gururu bahşediyor… Yanya düştüğü zaman müşterilerimin kapılarını çalıp onları himaye etmek istediğimi belirtince, beni Osmanlı dostu bildikleri için mücevher, para ve aileleriyle evime geldiler. Bunlardan erkek olan 7 kişiyi su kuyusuna yuvarladım. Üç ihtiyar kadını boğazladım.”

Mora’nın ardından Girit’te de Rumların sivil Türk halkına karşı katliamlara girişmesi üzerine, 1864 yılında bu bölgeden Anadolu’ya ve İstanbul’a 60 bin kişi göç etti. I. Dünya Savaşı’ndan sonra da Yunanistan’daki Türklerden bir kısmı Anadolu’ya kaçmak zorunda kaldı. Kurtuluş Savaşı’nı takip eden Lozan Antlaşması hükümlerine göre yapılan mübadelede ise 1923-33 yılları arasında Türkiye’ye 384 bin kişi geldi. 1934-60 arasında Yunanistan’dan Türkiye’ye 23 bin 788 kişi gelirken, 1960-70 arasında 20 bin kişi göç etmek zorunda kaldı.

Şüphesiz Balkan kavimleri içerisinde hem 1877-78, hem de 1912’de yaptıkları mezalim dolayısıyla Bulgarları kimse geçemez. 93 Harbi’nde Bulgarların en büyük yardımcısı ve teşvikçisi Ruslardı. 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Tuna Nehri’ni geçip Bulgaristan’a giren Ruslar, işgal ettikleri bölgelerde yoğun bir katliama giriştiler. Rus orduları girdikleri bölgelerde Türkleri silahsızlandırırken Bulgarlara silah dağıttılar. Tarihlere Harmanlı Katliamı olarak geçen olay, öldürülen insan sayısı bakımından en büyük ve korkunç katliamlardan biridir. Ocak 1878’de Rus ve Don Kazak askeri birlikleri, Harmanlı’da çoğu kadın ve çocuk olmak üzere 40 ilâ 100 bin arasında değişen bir muhacir kitlesine saldırarak katletti. Bu katliamdan kurtulmayı başaranlar ise Meriç kıyılarında ve dağlar arasında soğuktan ve açlıktan kırılıp gitti.

Bulgarlar Balkan Harbi sırasında da Ruslardan öğrendikleri zulüm tekniklerini geliştirerek uyguladılar. Çatalca’ya kadar ilerleyen Bulgar Orduları ve onlara yardım eden Bulgar komitecileri Trakya ve Makedonya’da da katliamlar yaptılar. Bu katliamlarda ölenlerin sayısı kesin olarak bilinmemekle birlikte Anap adlı Macar gazetesinin 7 Şubat 1913 tarihli sayısında yayınlanan rapora göre sadece Makedonya’da 60 bin Arnavut, 40 bin Türk kılıçtan geçirilmiştir. Doğu ve Batı Trakya’da da en az bir o kadar Türk ve Müslüman öldürülmüş olabileceği düşünülürse toplamda 200 bin Müslüman ve Türk’ün sadece Bulgarlarca öldürüldüğü tahmin edilmektedir.

Muhacirlerin göç esnasında yaşadıkları sıkıntılara dair birçok eserde bilgiler mevcuttur. Özellikle savaşın 1912 sonbaharında başlamasıyla, Balkanlara özgü soğuğun ve yağmurun meydana getirdiği çamurlu yollarda ilerlemek neredeyse imkânsızdı. İnsanlar aceleyle ve ancak bir iki parça eşyasını alarak yola çıkabilmişti. Ölüm korkusu mal ve mülkten önde geliyordu. Balkan Harbi’ni yakından izleyen bir Fransız gazeteci olan Stephane Lauzanne, bu göçmen kafilelerini şöyle anlatmaktadır; “İlk kafileye İstanbul‘a giden yolun henüz yirminci kilometresinde rastladım. Ondan sonra ardı arkası kesilmedi. Bazı fakirler, ihtiyarlar, kadınlar, çocuklar ufuktan bize doğru, kendilerini kovalayan görünmeyen güçten korkarak, suskun ve telaşlı kaçıyor, kaçışıyorlardı… Hepsinin yüzünde korku izleri, hepsinin hallerinde şaşkınlık vardı. Köyler hemen hemen boştu.”

Bu ilk izlenimlerinden sonra gördüklerinden daha fazla etkilenen yazar 1912 Kasım’ında İstanbul’ un manzarasını adeta resmeder gibi anlatıyordu; “Demiryolu yaralıları getirirken göçmenler de yolları dolduruyordu. Yavaş yavaş İstanbul kapılarında acayip bir kalabalık göründü. Bütün mülteciler toplanmıştı. Bir müddet sonra İstanbul’un yolları geçilmez bir hal aldı. Kaba bir örtü ile örtünmüş öküz arabası konvoyu göz alabildiğine uzanıyordu. Her arabada sandıklar arasında bir saman yığını üzerine kadınlar ve çocuklar uzanmış yatıyorlardı. Bütün bu zavallılar savaştan kaçmışlar köylerini terk ederek İstanbul’a canlarını zor atmışlar sokaklarda meydanlarda ve cami civarlarında açıkta uyuyorlardı… İşte bunlar askeri yenilginin göçe zorladığı insanlardı.”

İstanbul, Selanik, Kavala gibi şehirlere ulaşanlar izdiham yüzünden sağlıklı ortamlarda barındırılamıyor soğuk, hastalık ve yetersiz beslenmeden insanların birçoğu hayatlarını kaybediyorlardı. Bazı verilere göre Balkan Harbi esnasında katliam sonucu öldürülen Müslümanların sayısı 632 bin 408 kişi olarak hesaplanmaktadır. Bu sayı zapt edilmiş Osmanlı Rumelisi’nin toplam nüfusunun %27’sine tekabül etmekteydi. İttihat ve Terakki’nin önde gelen isimlerinden Bahriye Nazırı Cemal Paşa, Balkan Harbi neticesinde Sırp, Yunan ve Bulgarlar tarafından çoğunluğu kadın ve çoluk çocuk olmak üzere katledilenlerin sayısının 500 bin civarında olduğunu anılarında belirtmektedir.

Arşiv kayıtlarında; 1885-1923 yılları arasında Bulgaristan’dan Türkiye’ye 500 bin kişinin göç ettiği, sonrasında 1923-33 yılları arasında 101 bin kişinin, 1934-60 arasında 272 bin 971 kişinin, 1968-79 yılları arasında da 116 bin 521 kişinin Türkiye’ye göç ettiği görülmektedir. Bulgaristan’dan Türkiye’ye yönelik en son göç hareketi ise 1989 yılında Bulgar hükümeti tarafından Türklerin göçe zorlanmaları ile yaşandı. Göçmenler kitleler halinde trenlerle Türk sınırına bırakıldı. Böylece Türkiye, II. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da görülen en yoğun ve zorunlu göç akımını yaklaşık üç aylık bir süre içinde kabul etmek durumunda kaldı. Bu dönemde 64 bin 295 aileye mensup 226 bin 863 kişi serbest göçmen olarak Türkiye’ye giriş yaptı. Bütün bu göçlere rağmen bugün Bulgaristan’da halen 1 milyonun üstünde Türk bulunmaktadır.

Romanya toprakları Osmanlı İmparatorluğu idaresinde iken Besarabya ve Kırım’dan gelen on binlerce Türk buraya yerleşmişti. 1806-12 Osmanlı-Rus savaşlarında, Rus ordularının Tuna’yı aşarak Şumnu’ya kadar ilerlemesi üzerine bu bölgede yaşayan Türkler de göçe zorlandı. 1812 yılından sonra Şumnu ve Dobruca civarında yaşayan 200 bin Türk, Anadolu’ya göç ederek başta Eskişehir olmak üzere çeşitli bölgelere yerleştirildi. 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan sonra Besarabya’nın Rusların eline geçmesi Dobruca’nın ise Rumenlere bırakılması üzerine Türklerin göçü yeniden başladı. O yıllarda Dobruca’dan 80 bin civarında Türk, yurtlarını terk ederek Anadolu’ya yerleşti. 1923’ten sonra, Dobruca’dan yeni göçler başladı. 1923-33 arasında 33 bin 852 kişi göç etti. 1934-60 yılları arasında ise Romanya’dan göç edenlerin sayısı 87 bin 476’ya ulaşmıştı.

Cumhuriyet döneminde Yugoslavya’dan Türkiye’ye toplam 77 bin 431 aileye mensup 305 bin 158 kişinin göç ettiği resmi kayıtlarda yer almaktadır. Yugoslavya idaresinin baskıları sonucu 1946-68 ve 1971 yıllarını kapsayan göçlerde özellikle Üsküp, Prizren ve Sancak bölgesinde yaşayan Türk, Boşnak ve Arnavutlar evlerini ve mallarını cüzi fiyatlara satarak Türkiye’ye gelmek zorunda bırakılmıştır.

Bugün Suriyelilerin yaşadığı sıkıntıların birebir aynını Müslüman Türkler neredeyse iki asırdan beri yaşıyor. Sırp İsyanı, Mora İsyanı ve Balkan Savaşları aslında Avrupa içlerine yerleşmiş Osmanlı Türklerini kıtadan temizleme ve tasfiye operasyonudur. Ve oldukça da başarılı olmuştur.

Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan, Yugoslavya ve Romanya başta olmak üzere bir zamanlar Osmanlı mülkü durumundaki toprakları geride bırakıp yalın ayak yola düşen insanların, şükürler olsun ki sığınabilecekleri Türkiye gibi bir devletleri vardı.

İç savaştan kaçıp Türkiye’ye sığınan insanlara “Suriyeli” demeyi kesinlikle haz etmiyorum. 100 yıl önce Osmanlı vatandaşı olan bu insanlar benim kadar Türk’tür, benim kadar Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır.

Ülke genelinde geçen hafta sadece 8 saat boyunca elektrikler kesildiğinde neler hissettiniz? Unutmayın Suriye’nin birçok yerleşim biriminde dört yıldan beri elektrik yok, sular akmıyor, en basitinden hastanelerde ilaç ve narkoz olmadığı için insanlar uyuşturulmadan canlı canlı ameliyat ediliyor, elleri kolları kesiliyor. Benim 11 yaşındayken “yağmur yağmıyor insan niçin ölsün ki? şeklinde kullandığım cümlenin bir benzerini şimdi siz “insanlar niçin ot yesin ki?” şeklinde kullanabilirsiniz ama Suriye’de insanlar yokluktan ve açlıktan dolayı gerçekten “ot” yiyerek hayatta kalmaya çalışıyor.

Göçmen ve muhacir olmak çok zordur. Allah kimsenin başına vermesin.

Bunada Bakın

SİZLER; MUSTAFA KEMAL’İN DEĞİL ASKERLERİ, İTİNİN PİSLİĞİ BİLE OLAMAZSINIZ…

(Article 258 – 05.09.2019) Son dönemde Türkiye’de yaşanan bazı olaylar toplumun giderek kutuplaştığını ve bu …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Hacker Blog Hack Haber