Anasayfa / Makaleler / IŞİD’İN GÜLÜMSEYEN SUÇ ORTAĞI KİM?

IŞİD’İN GÜLÜMSEYEN SUÇ ORTAĞI KİM?

(Article 032-15.10.2014)

Almanya’nın önde gelen gazetelerinden Die Welt, Kobani’ye karşı harekete geçmemekle itham ettiği Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı eski Sovyetler Birliği lideri Stalin’e benzetti. Gazetenin baş yorumcusu Jacques Schuster, Erdoğan IŞİD’in gülümseyen suç ortağı” başlıklı bir makale yayınladı. Söz konusu makalede; “Almanlar 1944 yılında Varşova’yı yerle bir ederken Stalin nasıl sessiz kaldıysa, IŞİD’in Kobani saldırılarını da Erdoğan’ın soğukkanlılıkla izlediği” ifadeleri yer aldı. Böyle bir ülkenin AB’de yerinin olamayacağını da belirten gazete; “Bu rejimle AB üyeliği müzakereleri sürdürülebilir mi?” diye sorgulamayı da ihmal etmedi. Şimdi bu haberin neresinden başlamak lâzım, bu eşeğe neleri hatırlatmak lâzım onu düşünüyorum.

Bir defa Almanya’nın Polonya işgalini Stalin sakin sakin izlemedi. Hitler’in Polonya işgalini büyük bir zevkle izleyen ve hatta ona 1938 yılında Nobel Barış Ödülü vermeyi teklif edenler bizzat Batılılar idi. Üstelik beğenmedikleri Stalin, kendi ülkesindeki Yahudilerin kılına bile dokunmamıştı. Üç milyona yakın Yahudi, Çingene ve ari ırka mensup olmayan insan fırınlarda yakılırken, hiçbir Batılı ülke bu kişilere kucak bile açmamıştı. Halbuki Kobani’de durum öyle mi? Kobani’nin toplam nüfusu 200 bin. Bu nüfusun 190 bini hiçbir ayrım gözetilmeksizin iki gün içerisinde Türkiye’ye kabul edildi, üstelik “yedikleri önlerinde yemedikleri arkalarında”. Kobani’de şu an sadece ve sadece 1600 kişinin kaldığı söyleniyor ki bunlarda IŞİD ile savaşan PYD güçleri. Die Welt’in dangalak baş yorumcusu”, Kobani’de yaşayan insanlara bu kadar acıyor ve içi sızlıyorsa, kendi ülkesinin hükümetine bir çağrıda bulunsun da, Suruç’da misafir edilen 190 bin Suriyeli’nin hepsini olmasa bile sadece 20 bin tanesini kendi ülkesine kabul ettirsin. Koskoca Almanya. 20 bin kişi onları ne öldürür ne de batırır.

Bugün Türkiye tek başına ve dünyadan zırnık yardım almaksızın 2 milyona yakın Suriye vatandaşına bakmaktadır. Harcanan para miktarı ise 4,5-5 milyar dolara yaklaşmış durumdadır. Suriyeli mültecilere yardım konusunda hiçbir Batı ülkesi Türkiye’ye akıl veremez, eleştiremez, daha fazlasını isteyemez.

Polonya’da dünyanın en büyük soykırımlarından birinin yaşandığı Auschwitz Toplama Kampı’nı bilmeyenlere bir hatırlatalım. Auschwitz, Avrupa’nın tam merkezinde, kolay gizlenebilme ve genişleyebilme özelliğinden dolayı bizzat Hitler tarafından belirlenen bir mekândır. Kasabanın asıl ismi Oświęcim olup 1939’daki Alman işgalinden sonra Auschwitz olarak değiştirilmiştir. Kampın asıl kurulma nedeni savaş döneminde Alman güçlerine stratejik üstünlük sağlayan I.G. Farben başta olmak üzere birçok fabrikanın ihtiyaç duyduğu 100 bin kişilik köle işçi ihtiyacını karşılamaktı. 1925 yılında kurulan I.G. Farben şirketi Basf, Bayer, Krupp, Siemens ve Agfa’nın da aralarında bulunduğu beş büyük Alman devinin ortak girişimi ve dünyanın o dönemdeki 4. büyük şirketi idi.

Giriş kapısında meşhur ‘Arbeit Macht Frei’ (Çalışmak Özgür Kılar) yazısının yer aldığı bu kampın komutanlığına 1940 yılında Rudolph Höss getirilir. Bir yıl kadar köle işçi talebini gidermek amacıyla kullanılan kamp, 1941 yılında nitelik değiştirir. Höss, o yıl Berlin’e çağrılır ve savaş sonrasında dünyanın en büyük katili unvanını alacak olan Alman İçişleri Bakanı Heinrich Himmler ile görüşür. Himmler başta Yahudiler olmak üzere Çingene, eşcinsel, hasta, sakat ve Nazi muhaliflerinin ‘kesin bir sonuçla’ ortadan kaldırılmasını Höss’ten ister.

Avrupa’nın ve insanlık tarihinin en büyük ve sistematik soykırımı işte bu talimat sonrasında başlar. Avrupa’nın farklı ülkelerinden toplanan milyonlarca insan, dört yıl boyunca trenlerle bu kampa getirilir. Bu kişiler çeşitli gruplara ayrıştırılır. Birinci grupta erkekler, ikinci grupta kadınlar, kız ve erkek çocuklar, bebekler yer alır. İnsanlar çalışmaya geldiğini sandığı için herkesin yanında valizleri, giyecekleri, yiyecekleri ve paraları vardır. Herkesten bavullarının üstüne isimlerini yazmaları istenir. İsim yazılan bavullar trenin yanında yine görevli mahkûmlar tarafından ayrıştırılmak suretiyle istiflenir. Vagonların hemen önündeki Alman doktorlar ve subaylar ise kısa bir sorgulama yaparak, gelen kişilere yaşını, bir hastalığı olup olmadığını ve ne iş yaptığı sorar. Trenden inenlerin yüzde 90’lık kısmını oluşturan 14 yaşından küçük çocuklar ile çalışamayacak durumdaki yaşlı erkek ve kadınlar sol tarafa ayrılır. Kadın ve erkeklerin çalışabilecek durumda olanları ise sağ tarafa ayrılır. Zaten uzun tren yolculuğundan dolayı birçoğu ölümün eşiğindedir. Bu sırada Yahudilerden oluşan küçük bir orkestra neşeli şarkılar çalmaktadır. Sol tarafa ayrılanlar elli metre ötedeki bir yapının önünde bekletilir. Kendilerine yıkandıktan sonra çalışmaya başlayacakları söylenir. Çırılçıplak kaldıktan sonra hiçbir penceresi olmayan loş bir odaya alınırlar. Burası gaz odasıdır. Hepsi çığlıklar atarak 3 ilâ 15 dakika arasında Siklon-B gazına tabi tutularak öldürülür. Herkesin öldüğüne kanaat getirildiğinde içeri giren görevliler, cesetleri hemen yanda bulunan yakma odalarına taşır. Öncelikle hepsinin saçları kumaş yapılmak üzere kesilir, altın ve gümüş dişleri sökülür. Yakma odasındaki Yahudi mahkûmlar, cesetleri tek tek fırınlarda yakar. Külleri sabun yapılır, bir kısmı da tarlalarda gübre olarak kullanılır. Bir fırın günde 4 bin kişiyi yakabilecek kapasitededir.

Siklon-B gazından şimdilik kurtulan ve sağ tarafta kalanlar ise soyundurulur ve yıkanarak sağ kollarının üstüne kalıcı dövme ile numaraları kazınır. İsimleri kayıt defterine işlenir, üç açıdan fotoğrafları çekilir. Kollarına kazınan numaraların özel bir kodlama sistemi vardır ve bu otomasyon sisteminin temini için Almanların açtığı ihaleyi bugün faaliyette olan Amerikan IBM firması kazanır. Mahkûmlar üç katlı ranzaların bulunduğu 400 kişilik koğuşlarda kalmaktadır. Aslında at barınağı olarak inşa edilmiş olan bu koğuşlarda hastalık, açlık, dayak ve işkence yüzünden, mahkûmların tamamına yakını bir yılda ölür. Çok az bir kısmı ise ancak birkaç yıl yaşayabilir.

Kadınların bir kısmı ile cüce ve ikiz bebeklerin tamamı “Azrail” kod adlı Doktor Josef Mengele tarafından kısırlaştırma ve gen değiştirme işlemi dahil birçok korkunç deneyde kullanılır. Bu grupta bulunan 1500 ikizden sadece 200’ü hayatta kalır. Mengele, ikizlerin genetiğiyle oynayarak göz ve deri renklerini değiştirmeye çalışır. İkizlerden biri deneyde ölürse, diğeri de gaz odasına yollanarak öldürülür. Bunun dışında seçilen mahkûmların üzerinde donma, sıtma, hardal gazı, çeşitli uyuşturucu testleri, deniz suyu içirme, zehir tattırma, yüksek irtifa tepkileri, x ışınlarına maruz bırakma gibi korkunç deneyler yapılır. Kampın içinde vahşetin farklı dereceleri vardır. En vahşi yöntemse bodrum kattaki kıtlık odalarıdır. Mahkûmlara su ve yemek verilmeyerek açlıktan ölmeleri sağlanır. Genelde tercih edilen ceza budur. Firar edenler olduğunda, başarsın ya da başarmasın o kişilerin koğuşundan rastgele on kişi seçilerek kurşuna dizilir, asılır ya da işkenceyle öldürülür. Kimi şanslı mahkûmlar ise bir avluda bulunan duvarın önünde kurşuna dizilmek suretiyle anında öldürülür.

Kampa getirilmeyenler için de durum hiç parlak değildir. Onları da Alman Kimyager August Becker tarafından geliştirilen seyyar gaz otobüsleri beklemektedir. Yahudi ve Çingeneler penceresi olmayan araçlara bindirilir. Araç ilerlemeye başladığında yolcu kabinine egsozt gazı verilir ve içeridekiler karbon monoksit zehirlenmesinden kısa süre içinde ölür.

Casuslar ve kamptan kaçmayı başaran birkaç kişinin anlattıklarından hareketle bir yıl sonra bu kampın varlığı öğrenilir. Ancak insanların topluca zehirlenip yakıldığına hiç kimse inanmaz. Müttefiklerin operasyonu sonucu içerisinde sadece 7 bin mahkûmun kalmış olduğu Auschwitz kampına 1945’te girildiğinde gerçek anlaşılır. Dört yıl içerisinde sadece Auschwitz’de 1.100.000 kişi, diğer kamplarda ise 1.600.000 kişi kurşuna dizilerek, asılarak, işkence yoluyla, aç bırakılarak, deneylerde ya da gazla zehirlenerek öldürülmüştür.

Şimdi gelelim bir başka Batı şarlatanlığına. Şaka değil, Hitler 1939 yılında Nobel Barış Ödülüne aday gösterilir. 1933 yılından itibaren Nasyonal Sosyalist Partisi’nin başında Almanya’da iktidara gelen Nazi lideri, farklılıklara karşı hoşgörüsüz bir politika izlemiş, yürüttüğü sağ-milliyetçi ve ırkçı çizgisiyle eşi benzeri olmayan bir faşizm dalgası yaratmıştır. Bu dönemde Batılı entelektüellerin bir bölümü Sovyetler Birliği’ne karşı olan tutumundan dolayı Hitler’i desteklemiş ve tarihin en büyük diktatörlerinden birisi olan Adolf Hitler’i 1939 yılında Nobel Barış Ödülü’ne aday göstermişlerdir. Nobel Barış Ödülü’nün diğer tartışmalı adayları ise 1935’te aday gösterilen Mussolini, 1945 ve 1948 yıllarında aday gösterilen Stalin’dir.

Bugün tüm dünyada Eylül ayının birinci günü Dünya Barış Günü” olarak kutlanmaktadır. Neden 1 Eylül? Çünkü dünyanın en kanlı diktatörlerinden Hitler, 1 Eylül 1939’da Polonya’yı işgal ederek tarihin en büyük savaşını başlatmıştı.

Şimdi gelelim Hitler’in Nobel hikâyesine;

Amerikalı yazar Gertrude Stein, Mayıs 1934’de New York Times gazetesinde Hitler’in bu ödüle aday gösterilmesi gerektiğini şu şekilde savunur; Bence bu ödülü Hitler almalı. Çünkü muhalefet ve mücadele unsurlarını Almanya’dan söküp atıyor. Yahudileri toplayarak, demokratik ve solcu unsurları bertaraf ederek Almanya’da ve hatta dünya genelinde barışa büyük katkı sağlamaktadır.”

Günümüzde Yahudilere toz kondurmayan bu ahlâksız ikiyüzlüler, o yıllarda Yahudileri birer pislik olarak kabul edip, Hitler tarafından katledilmesine nasıl çanak tutmuş değil mi? Amerikan Time Dergisi, 1938’de Hitler’i Yılın Adamı ilan etti ve hiç çekinmeden takdir dolu biyografisini yayınladı. Batıya göre; Hitler’in Norveç ve Çekoslavakya gibi ülkeleri işgal etmesinin temel nedeni bu ülkelerdeki Almanları korumaktı. Hitler, Batı tarafından dünya kamuoyuna “düşman” olarak değil bir “kurtarıcı” olarak tanıtılıyordu. İlk olarak; komünizmin Batıya kaymasını engellemek için Naziler bir kalkan vazifesi görüyordu. Zira Lenin’in yakın arkadaşı Rosa Luxemburg’un 1919’da Almanya’da başlattığı devrim, onun vahşice öldürülmesiyle engellenmeseydi sosyalizm İngiltere ve Fransa’ya da sıçramış olacaktı. Hitler’in Batı’da sevilmesinin ikinci sebebi o dönemde Avrupa’da oldukça yaygın olan anti-semitizm idi. Vatansız olarak asırlar boyu oradan oraya göç eden Yahudiler, sürekli olarak Hıristiyanların hışmına uğruyordu. Ancak farklı ulusların bir arada yaşadığı Rusya’daki sosyalist devrimci hareket Yahudilerin burada daha özgür yaşamalarına imkân tanıyordu. Yahudi asıllı pek çok ateist Bolşevik Devrimi’ne katılmıştı. Hitler, sırf bu nedenle Yahudilik ve Bolşevizmi müşterek görüyordu. Hitler, dünyanın Yahudi ve komünistlerden kurtarılması için Tanrı tarafından görevlendirildiğine inanıyordu. Hitler’in Batı’da sevilmesinin üçüncü sebebi de Çingenelere yönelik soykırım faaliyetiydi. Göçebe hayat süren Çingeneler bu hayat tarzlarından dolayı Avrupa genelinde sevilmiyor ve dışlanıyorlardı.

ABD Başkanı George Bush, uluslararası sorunları barışçıl yollarla çözdüğü ve Irak’ın kimyasal saldırı tehditlerini önlediği için işbirlikçisi olan İngiltere Başbakanı Tony Blair ile birlikte 2004 yılında Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterilmişti. Bunu destekleyen Norveç parlamentosundan sağcı Jan Simonsen “Ödülü kesinlikle Bush almalı, çünkü bir diktatörü devirdi” demiştir. Ancak dünya genelindeki protestolar üzerine barış komitesi her iki adayın ismini de listeden çıkardı.

11 Eylül 2001 İkiz Kuleler saldırısından hemen sonra Irak ve Afganistan’a yönelik koalisyon saldırıları ve Amerikan işgalleri bugün bu toprakların tamamını bir Cehenneme çevirmiş durumda. 7 Ekim 2001’de Afganistan’da El-Kaide’ye yönelik olarak başlatılan saldırılarda resmi olmayan rakamlara göre 130.000 kişi hayatını kaybetti. 20 Mart 2003 tarihinde Irak’a giren ABD ve koalisyon güçlerinin saldırılarında ise tahmini olarak 1.500.000 kişi ölmüş durumda. Her iki savaşın, sorunları ne derece çözdüğü şu an ortada. Amerikan işgaline tepki olarak 2004 yılında Irak İslâm Devleti (IİD), sonrasında ise Irak Şam İslâm Devleti (IŞİD) olarak ortaya çıkan terörist yapılanmanın, gerek bu coğrafyayı gerekse dünyayı ne şekilde dehşete düşürdüğünü bugün herkes izlemekte.

Kobani olayı dolayısıyla Türkiye’yi IŞİD ile karşı karşıya getirmeye çalışan, gerek iç gerekse dış mihrakların amaçları birbirinden farklı olmakla birlikte temelde aynı merkeze hizmet ediyor. Türkiye açısından Kobani ne derece önem taşımaktadır? Kobani gerçekten stratejik öneme sahip bir toprak parçası mıdır? Bunları iyi analiz etmek gerekir. Suriye’de dört yıl içerisinde Esed güçlerinin saldırılarında resmi olmayan rakamlara göre 400-500 bin insan ölmüştür. Yaralıları sayan bile yok. Harabeye dönüşen Hama, Humus, Halep, Rakka gibi şehirlerin ise 1945’te hava bombardımanına maruz kalan Almanya’nın Berlin şehrinden hiçbir farkı yok. Kobani dolayısıyla feryat eden CHP, HDP, PKK, PYD gibi gruplar ile hariçten gazel okuyan Die Welt, Frankfurter Allgemeine ve diğer medya gruplarına insan sormadan edemiyor; “Esed ve Kobani sevdanız nereden kaynaklanıyor ve Suriye’de dört yıldan beri katledilen 500 bin kişi insan evladı değil miydi?”

Hürriyet Gazetesi’nden Ertuğrul Özkök geçenlerde ilginç bir yazı kaleme aldı ve Batının en güvendiği liderin Esed olduğunu iddia etti. Bu iddia ile Amerikan Time Dergisi’nin 1938 yılında Hitler’i yılın adamı seçmesi ne kadar benzerlikler arz ediyor değil mi?

Suriye’de veya Irak’ta IŞİD işgali altında sadece Kobani mi bulunuyor? Tabiki değil. Irak’ın en büyük şehirlerinden Ramadi, Felluce, Hiyt, Hadise, Anah, Rava, Kaim, Latifiyye, Tikrit, Beyci, Telafer, Musul, Rutba, Terbil, Velid, Celevla, Mikdadiye ve Anbar IŞİD’in eline geçmiş durumda ve her an başkent Bağdat’ta onların eline geçebilir. Suriye’de ise Dera, Ebu Kemal, El-Meyadin, Deyr-ez-Zor, Rakka, El-Bab, Mumbuç, Carablus, Telabiyad ve Haseke düşmüş durumda. Şu an Suriye ve Irak genelinde IŞİD’in elinde bulunan toprak parçasının büyüklüğü İngiltere büyüklüğünde. IŞİD’in elinde 37 bin militanın olduğu tahmin ediliyor. Suriye ve Irak’ta yaşanan otorite boşluğu ve düzenli ordu yokluğu bu kadar az sayıda militanın İngiltere büyüklüğündeki bir toprak parçasını kısa zamanda ele geçirmesinin en büyük nedeni. Amerikan Genelkurmayı bugün bir açıklama yaptı ve hava saldırılarının başarısız olduğunu, Suriye’ye mutlaka kara birliklerinin girmesi gerektiğini söyledi. Peki kimin kara birliği girecek? Kim bu işe gönüllü? Hiçbir Batılı ülke böyle bir şeye talip değil. Kendilerini akıllı sayan, Türkleri ise ahmak yerine koyan Batılı ülkelerin oyununa bu defa düşmeyeceğiz.

Türkiye’nin Suriye’ye müdahale etmesinin bir anlamı olmalıdır. ABD, 1990-91 Körfez Savaşı ve 2001 Irak İşgali sonrasında harcadığı her kuruşu misliyle Irak’ın petrol gelirlerine el koymak suretiyle geri aldı ve almaya da devam ediyor. ABD’li petrol şirketlerine verilen petrol ve doğalgaz arama lisansları ile ABD’li savunma sanayi şirketlerine ödenen yüz milyarlarca dolarlık silah paralarını saymıyorum bile. Peki Türkiye olarak Suriye’ye müdahale ettiğimizde biz bu işten ne elde edeceğiz? Suriye’nin petrolü yok. Eğer diyorlarsa ki “Suriye Devleti zaten 1921 Ankara Anlaşması’nı ihlal etmiştir, Suriye’nin tamamı Türkiye Cumhuriyeti toprağı olacaktır”, o zaman sorun yok hemen yarın girelim ve sonucu ne olursa olsun sorunu halledip işimize gücümüze bakalım. Aksi durumda “alavere dalavere Kürt Memet nöbete” mantığı artık bize terstir.

Die Welt, Frankfurter Allgemeine, The Washington Post, Financial Times, Sunday Times ve benzeri tetikçi gazetelerin kışkırtıcı haberlerini biz yemeyiz. Ne derler; “Geçti Bor’un pazarı sür eşeği Niğde’ye”. Gerek Gezi Olaylarında gerekse Kobani olaylarında boy gösteren Claudia Roth gibi Batılı çapulcuların, Hamburg eylemleri sırasındaki yanlı tavırlarını gördükten sonra kıt beyinleriyle bize demokrasi dersi vermelerini asla kabul etmeyiz.

Die Welt gazetesinin baş yorumcusu Jacques Schuster denilen geri zekâlıya, fırınlarda yakılan üç milyon Yahudi, Çingene, eşcinsel ve Nazi düşmanı için Stalin’in değil de kimin sessiz kalıp izlediğini ve hatta alkışladığını söyleyeyim; 1933-1945 yılları arasında ABD Başkanı olan Franklin Roosevelt, 1931-1945 yılları arasında İngiltere’de başbakanlık yapan Ramsay MacDonald, Stanley Baldwin, Neville Chamberlain, Winston Churchill ve Clement Attlee. Nazilerle işbirliği yapan İtalyan Mussolini’yi ve Fransız devlet adamlarını saymıyorum bile. Rus lider Stalin, gerek o dönemki gerekse şu anki Batılı liderlerin yanında İsa’nın en makbul havarilerinden bile daha temiz ve saf kalır.

Peki tüm bu gelişmeler esnasında IŞİD’e gülümseyen Erdoğan mıdır yoksa Batılı sahtekârlar mıdır? Son dört yıldan beri Suriye’de yaşanan otorite boşluğunun kötü sonuçlara yol açacağını, bölgedeki radikal grupları harekete geçireceğini, yeni terör sorunları yaratacağını hemen her ortamda dile getiren Erdoğan değil midir? Birleşmiş Milletler başta olmak üzere tüm Batılı liderlere bu konuyu yıllardır anlatmaya çalışan Erdoğan’ı duymamazlıktan gelen Hollande, Cameron, Merkel ve Obama’ya ne diyeceğiz? Suriye’de varil bombaları, kimyasal bombalar, havan topları ve diğer saldırı yöntemleriyle 500 bin insan canından olurken dünyaya feryat eden Erdoğan değil miydi?

Venezuela’nın ölen devlet başkanı Hugo Chavez Avrupalılara şöyle demişti: Her iki dünya savaşını da siz başlattınız.”

Doğru söze ne denir.

Bunada Bakın

SİZLER; MUSTAFA KEMAL’İN DEĞİL ASKERLERİ, İTİNİN PİSLİĞİ BİLE OLAMAZSINIZ…

(Article 258 – 05.09.2019) Son dönemde Türkiye’de yaşanan bazı olaylar toplumun giderek kutuplaştığını ve bu …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Hacker Blog Hack Haber