Anasayfa / Makaleler / HASAN SABBAH FETO’NUN ELİNE SU BİLE DÖKEMEZ…

HASAN SABBAH FETO’NUN ELİNE SU BİLE DÖKEMEZ…

(Article 098-23.08.2016)

Hasan Sabbah, Şiiliğin İsmailiye koluna bağlı, eğitimli bir Farisi veya Arap ailesinin çocuğu olarak 1052 veya 1053 yıllarında İran’ın Kum şehrinde dünyaya gelmişti. O yıllarda Kum, 12 İmam inancına dayalı Şiiliğin kalelerinden biri durumundaydı. Bazı kaynaklara göre Sabbah ailesinin kökeni Yemenli Himyerilere bazılarına göre ise Deylemli bir Farisiye dayanıyordu. Rey ve Kum şehirlerinde eğitim gören Hasan Sabbah, Isfahan’da Re’îs Ebü’l- Fadl’ın yanında İsmaili doktrinini öğreneceği iki yıl geçirmişti. İsmaililik, 6. İmam Cafer es-Sadık 765 yılında öldüğünde, 7. İmam olarak Musa bin Cafer el Kâzım’ın yerine Cafer-i Sadık’ın kendisinden önce ölmüş olan oğlu İsmâil bin Câ’fer el-Mûbarek’i 7. İmâm olarak kabul eden Şii mezhebiydi. 899 yılında Bayreyn’deki İsmaililerin (ki bunlara Karmatiler deniliyordu) yaptığı katliamlar; 925 yılında Karmatiler yüzünden Hac farizasının gerçekleştirilememesi, 930 yılında Mekke’ye saldırıp hacıları katletmeleri ve Kâbe’ye zarar vermeleri, Hacer’ül-Esved taşının sökülüp götürülmesi (taş ancak 20 yıl sonra Fatımi Halifesi Mansur’un ricası üzerine iade edilmişti) ve 10 yıl boyunca Müslümanların Mekke’ye Hac ziyareti yapmalarına engel olmaları yüzünden İsmailiye mezhebi Sünnilerce hep kötü anıldı.

Hasan Sabbah bir gün hocasına “Sadece güvenilir iki dosta sahip olsaydım, bu hükümdarlığı (Büyük Selçuklu Devleti’ni kastediyor) yıkardım” deyince, Hasan’ın aklından endişe eden hocası onun yemeklerine tedavi amacıyla ilaç koydurmaya başlamış, Hasan Sabbah ise İshafan’dan ayrılarak İsmaili mezhebinin kalbi olan Mısır’a gitmişti. 1080 yılında Isfahan’a geri dönen Hasan Sabbah, 1090’da müritleriyle birlikte Hazar Denizi yakınlarındaki Kazvin bölgesinde Şahrud Vadisi yakınlarındaki sarp kayalıklara kurulu Alamut Kalesi’ni (Arapça Aluh-amu’t) bir iddiaya göre cahil bir köylüden satın aldı. Hasan Sabbah 1124 yılında ölenceye dek 34 yıl boyunca Alamut kalesinden hiç ayrılmadı. Arap tarihçi İbnü’l-Esîr, Hasan Sabbah’ın sihir, matematik, astronomi ve diğer ilim dallarında kabiliyetli ve mahir olduğunu anlatır.

Sünni kaynaklara göre Hasan Sabbah Alamut’ta İslâm’ın sapkın bir versiyonunu uygulamış, şarabı serbest bırakmıştı. Ancak Hasan Sabbah’ı kendi çağdaşı liderlerden ayıran, suikastı bir siyaset aracı olarak etkin biçimde kullanmasıydı. Bu suikastlardan en ünlüsü 1092 yılında Selçuklu Sultanı Melikşah’ın ünlü veziri Nizam’ül-Mülk’e yönelik olanıydı. Ancak bugün ilk hamleyi Nizamü’l-Mülk’ün yaptığı biliniyor. Nizam’ül-Mülk’ün askerleri Alamut’u kuşatmış ancak başarısız olmuşlardı. Ardından da Nizam’ül-Mülk şüpheli bir biçimde öldürülmüştü.

1092’de Büyük Selçuklu İmparatoru Melihşah’ın ölümünden sonra, oğulları Berkyâruk ile Muhammed arasındaki saltanat mücadelesi sürerken, 1094 yılında, Kahire’deki Fatimi Halifesi Mustansir 60 yıllık bir iktidarın ardından ölmüştü. Mustansir’in oğulları Musta’li (asıl varis) ile Nizar, hilafet kavgasına giriştiğinde Hasan Sabbah Nizar’dan yana tavır aldı. Hatta Musta’li’yi destekleyen Kahire’deki Fatimi Halifeliği ile ilişkisini kesti. Fatimi Halifeliği o tarihlerde sınıfsal açıdan aristokratik, dinsel açıdan fanatik bir yönetim biçiminin cisimleşmiş haliydi. Yoksul halk kesimlerinin desteklediği Nizar, İsfahan’da egemen olunca bu durum Selçuklu Sultanı Berkyâruk’u telaşlandırdı. Bu tarihten sonra hem İran’da hem Suriye’de Nizarilere karşı son derece katı politikalar izlenmeye başlandı. Nizariler de seslerini ancak şiddet eylemleriyle duyurabileceklerini keşfettiler.

Hasan Sabbah kısa sürede İran şehirlerinde yaşama şansı bulamayacağını anlayınca Alamut’a kapandı. Alamut’ta eğitilen bir dizi suikastçı İran’da Selçuklulara karşı, Suriye ve Filistin’de yerel Arap liderlere ve 1097’den beri bölgede bulunan Haçlılara (Franklara) yönelik siyasi cinayetler yoluyla kaos ve panik yaratarak mevcut iktidarları zayıflatma stratejisi izlediler. Sünni kaynaklara göre bu suikastçılar, kuşakla bağlı beyaz bir giysi, kırmızı çizme ve kırmızı başlık giyer, hançeri kurbanlarının göğsüne ne zaman ve nerede yerleştirecekleri konusunda sıkı bir eğitimden geçirilirlerdi. Bazen de zehirli ok veya mızrak kullanırlardı. Ama hangi yöntem olursa olsun kurbanlarının ölümden kurtulması mümkün değildi. Üstelik suikastçıların hiç birisi olay mahallinden kaçmaz, link edilerek ölmeyi göze alarak bu işe girişirlerdi. Çünkü ölümle gidecekleri yerin Cennet olacağı fikri beyinlerine adeta kazınmıştı.

Hasan Sabbah, 1124 yılında doğal yollarla öldü. Kurduğu İran Nizari Devleti 1256 yılında İlhanlı Hükümdarı Hülâgu tarafından tarihe gömüldü. Suriye Nizarileri ise Moğollardan kurtulmayı başardılarsa da 1265’te Mısır Sultânı Baybars’ın haracına bağlanarak etkisiz hale getirildiler. Bununla beraber, Hasan Sabbah’ın kendine has mezhebi, özellikle Kafkasya’da asırlarca var olmayı sürdürdü.

Arap yazarı İbn’ül Kalanisi (ö.1160), Nizarilerden, 1115 yılındaki Haçlı saldırısı sırasında “Şam’ı savunan şerefli ve gururlu kahramanlar” olarak söz ederken, 1127 yılında Şayzar şehrini Franklardan alan Bahram adlı bir liderin yönettiği Nizarilerden “kafalarının içinde beyin, kalplerinde inanç olmayan köylüler” olarak bahseder.

Haşhaşi (Assasini) Teriminin Doğuşu…

1182-84 arasının olaylarını kaydeden Haçlı kronikçisi Tyre’li William, Haşhaşiler hakkında “hem bizim adamlar, hem Araplar onlara (Nizarileri kastediyor) “Assasini” derler ama bu kelimenin nereden geldiği bilinmez” diye yazar. Hasan Sabbah’ın ya da Raşidüddin’in adamlarının, 1192 yılında Kudüs’ün kağıt üzerindeki kralı Montferrat’lı Konrad’ı öldürmesi Haçlılar arasında “fidai” (bugünkü “fedai”) teriminin dolaşmasına neden oldu. Büyük ihtimalle Franklar bu kadar çılgınca işlerin ancak uyuşturucu alınarak yapılabileceği gibi bir inanca kapılmışlardı. Ancak bu terminoloji Sünni Arap yazarlar tarafından dahi kullanılmamıştır.

1256 yılında Hülâgu, Alamut kalesini fethetmiş, kaledeki büyük kitaplığı imha etmişti. Hülâgu ile birlikte Alamut’a gelen 30 yaşındaki Cuveyni adlı tarihçi, buradan bir kaç kitap kurtarmayı başarmıştı. Bunlar arasında Sergüzeşt-i Seyyidna adlı bir kitap vardı ki bu kitap iddiaya göre Hasan Sabbah’ın biyografisiydi. “Haşhaşin” terimini ilk defa olarak kullanan Arap tarihçi ise İsmail El Makdisi (ö.1268)’dir. Eyyübilerin tarihini yazan Cemaleddin Salim (ö.1298) de Batıni ve İsmaili terimini kullanırken “fedai ve “haşhaşin”i kullanmamıştı. Bir başka Arap tarihçi El Cevzi’ye (ö.1350) göre Hasan Sabbah adamlarını beyinleri uyuşuncaya kadar balla yoğrulmuş fındık ve kimyonla beslerdi ondan sonra onları suikast planlarını ezberletirdi. Bu iddia İbn Kathir (ö.1370) tarafından aynen tekrarlandı. Kathir, “fedai” terimini sadece bir defa, Selçuklu Sultanı Berkyâruk’u 1095’te öldüren İranlı suikastçı için kullanmıştır.

Haşhaşileri Avrupalıların gündemine taşınması ise Pisalı Rustichello tarafından kaleme alınan Marko Polo’nun hatıraları sayesinde oldu. Marko Polo, Hasan Sabbah ve Alamut’u şöyle betimlemişti; “O (Büyük Üstad, Hasan Sabbah), bir vadiyi çevirtmiş ve onu, her çeşit meyve ile dolu, daha önce hiç görülmemiş çok geniş ve çok güzel bir bahçe haline getirtmişti. Onun içinde hayal edilebilen en zarif köşkler ve saraylar inşa edilmişti… Ve orada serbestçe şarap, süt, bal ve su akan oluklar vardı. Müzik aletlerinin her çeşidini iyi çalabilen, çok güzel şarkı söyleyen ve seyredenleri büyüleyecek bir şekilde dans eden, çok sayıda, dünyanın en güzel kadın ve cariyeleri vardı…. Ve bu bölgelerin Müslümanları oranın Cennet olduğuna inandılar!…”

Marko Polo bundan sonra Hasan Sabbah’ın fedailerini nasıl eğittiğini, haşhaş içirerek nasıl kontrolü altına aldığını, ölüme nasıl gönderdiğini anlatır. Ancak bu hikâyelerin rivayetlere dayandığı anlaşılmaktadır. Çünkü Marko Polo bölgeden 1271-1275 yılları arasında geçtiğinde henüz 20 yaşlarındaydı ve Alamut Kalesi’ne gitmemişti. Marko Polo’nun ömrünün son 20 yılında anılarını gözden geçirdiği biliniyor ancak o tarihlerde artık Avrupa’da ciddi bir Nizari-İsmaili-Haşhaşi edebiyatı oluştuğundan muhtemelen bu uydurma bilgileri anılarından çıkarmaya gerek duymadı. Marko Polo’nun ünlü ettiği “Assasin” (Haşhaşin) terimi, ünlü İtalyan şairi Dante Aligheri tarafından, 1300-1305 yılları arasında yazılan İlahi Komedya’nın XIX. şarkısında boy gösterdi. Dante, Marko Polo geleneğini izleyerek, “assassin” kavramını “kötülük” kavramı ile birlikte ele alıyordu. Bu tarihten itibaren “assassin” kelimesi Batı dillerinde “suikastçı” veya “cani” anlamına kullanılmaya başladı.

Haşhaşileri ve Hasan Sabbah’ı sonraki asırlarda Batı edebiyatında gündeme oturtan en önemli kişi ise Hammer oldu. Hammer’in “Haşhaşin Tarikatı” isimli kitabında bilimsel bilgilerle rivayetler ustaca harmanlandı ve “saklı cennet”, “haşhaş içerek kendinden geçen fedailer”, “sırf öldürmek için öldüren caniler” gibi bütün klişeler kullanıldı. Hasan Sabbah için “insanlık tarihinin gördüğünü en şeytani yaratık” portresi çizildi. Hammer’in kitabı 1930’a kadar sorgulanmadan basıldı, okundu, aktarıldı ve şeytani Hasan Sabbah imajının kökleşmesine neden oldu. Hammer’in çizdiği portreye ilişkin ilk şüphe, Rus şarkiyatçı W. Ivanow’un ve ardından Amerikalı İslâm tarihçisi M. Hodgson’un çalışmalarıyla doğdu. Daha sonra B. Lewis, her ne kadar Nizarilere hiç sempati duymasa da Haşhaşinlere dair söylencelerin uydurma olduğunu kabul etti.

Şimdi gelelim 14 Asırlık İslâm dünyasının yarattığı en büyük Haşhaşiye.

Haşhaşi teriminin Türk halkı nezdinde gündeme oturmasına hiç şüphesiz Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yaptığı bir konuşma neden oldu. Sayın Cumhurbaşkanı (o yıllarda Başbakan idi) 17/25 Aralık 2013 Yargı ve Emniyet Darbesi sonrasında Fethullah Gülen ve mensuplarını kastederek bu örgüt mensuplarını “Haşhaşi” olarak nitelendirmişti. Türkiye’nin son 40 yıllık siyasal ve politik yaşantısında gündemi meşgul eden, gündem yaratan, kamuoyunu sarsan ne kadar suikast, eylem, toplumsal olay varsa bunların tamamının yeniden ele alınmasında son derece fayda var. 15 Temmuz 2016 Darbesi, “Hizmet Hareketi” olarak insanların zihninde 40 yılda oluşan tüm öngörülerin kökten değişmesine yol açtı.

Fethullah Gülen, Türk halkı nezdinde artık fakir çocuklara kol kanat geren, onlara yurt ve barınma imkânı sağlayan, okutan ve işe yerleştiren bir figür olmaktan çıkmıştır. Karşımızda Müslümanlıkla uzaktan yakından ilgisi olmayan, “Ilımlı İslâm” tanımlamasının arkasına sığınıp İslâmın yeni bir versiyonu değil de tamamen farklı bir din yaratmayı kafasına koymuş olan saplantılı bir kişi var. Tıpkı Arap yazarı İbn’ül Kalanisi (ö.1160)’nin Nizariler için kullandığı “kafalarının içinde beyin, kalplerinde inanç olmayan köylüler” şeklinde yaptığı tanımlama gibi.

Fethullah Gülen tarzındaki adamların varlığı tüm İslâm coğrafyası için yeni bir şey değil. Vakti zamanında Vehhabilik denilen sapkın bir mezhebi Oxford Üniversitesi’nin ilahiyat kürsüsünde Kur’an-ı Kerim’i harf harf analiz etmek suretiyle yaratan ve Ortadoğu coğrafyasında bu sapkın mezhep mensuplarını Osmanlıya karşı ayaklandıran İngilizler ile Fethullah Gülen denilen meczubu din alimi mertebesine çıkartan CIA ve MOSSAD arasında zerre kadar fark yok.

“Baş örtüsü füruattır”, “namaz kılmaya gerek yok”, “oruç tutmayın” şeklinde sapkın fetvalar veren ve bırakın bir İslâm alimi olmayı, ilkokul mezunu olmayı bile becerememiş bu sapkının fikir ve düşünceleriyle Vehhabi inancının ritüellerini lütfen karşılaştıralım.

1744’te Muhammed bin Abdulvahhab ile birleşerek onun manevi desteğinde Suudi hanedanını kuran Muhammed bin Suud’un torunu İbni Suud, 1805’te Medine’yi, 1806’da Mekke’yi ele geçirdiğinde bu yeni mezhebin inancı gereği Medine’de Baki Mezarlığı’nın taşlarıyla kaleler inşa etmiş, o zamana kadar bilinen tüm İslâm büyüklerinin mezarları tahrip etmişti. Vahhabiler yanında türbe olan mescitleri dahi yerle bir ettiler. Bu yüzden onlara “mabed yıkıcıları” adını verenler bile oldu. Bu katliamdan sadece Makam-ı İbrahim, Mescid-i Nebevî ve Peygamber Efendimiz’in türbesi Ravza-yı Mutahhara kurtuldu.

Konu hissiyat ve görmeden yorum yapma meselesine gelince bu olayın bir benzerini Suudi Arabistan’da Medine İslâm Üniversitesi Rektörü olan anadan doğma kör olan Şeyh Abdulaziz bin Baz isimli “süzme bir embesil” de sergilemiş. Bu sözde bilim adamı, Dünya’nın Sakin (dönmediği), Güneş’in Hareketli Olduğuna ve Gezegenlere Çıkmanın İmkânsızlığına Dair Akli ve Hissi Delillerisimli kitabında “Kim dünyanın yuvarlak olduğunu iddia ederse küfür ve delalete düşmüş olur. Çünkü bu iddia hem Allah’ın, hem Kuran’ın, hem Peygamber’in reddidir. Bunu iddia eden kişi tövbeye davet edilir. Ederse ne alâ! Aksi takdirde kâfir ve dinden dönmüş bir kişi olarak öldürülür ve malı da Müslümanların hazinesine katılır. Eğer ileri sürdükleri gibi Dünya dönüyor olsaydı ülkeler, dağlar, ağaçlar, nehirler, denizler bir kararda kalmazdı. İnsanlar, batıdaki ülkelerin doğuya, doğudaki ülkelerin batıya kaydığını görürlerdi. Kıblenin yeri değişir, insanlar kıbleyi tayin edemezlerdi. Velhasıl bu iddia sayması uzun sürecek birçok nedenden dolayı batıldır.” diyor.

Suudi Krallığı Bilimsel Araştırmalar Kurulu Başkanlığı yapan Şeyh Bin Baz’a göre ”Dünya dönmüyor, sabit duruyor, Güneş ise sürekli yer değiştiriyor”. Bunun tersine inanmak ise küfür ve sapkınlık anlamına geliyor. Bu kişiler tövbe etmedikleri takdirde katledilmeleri vacip oluyor, mal ve mülklerinin de kamu hazinesine devredilmesi gerekiyor.

Şeyh Bin Baz’a göre; “Güneş mütemadiyen bir yerden doğuyor, bir yerden batıyor. Eğer dünya dönüyor olsaydı dağlar, ağaçlar, nehirler ve denizler sürekli yer değiştirirdi. Ama gelin görün ki, ne Mekke’deki Nur Dağı, ne de Medine’deki Uhud Dağı yer değiştirmiyor. Demek kiDünya dönüyor ama güneş sabit duruyor” diyenler bir sapkınlık içindedir.

Bu arada gözleme dayalı bilimsel iddialar ortaya atan ve 90 yaşında iken 1999’da ölen Şeyh Bin Baz isimli bu kâfirin görme engelli olduğunu da unutmayalım. Şeyh, hem Baş Müftü ve Ulema Kurulu Direktörü hem de Bilimsel Araştırmalar Kurulu Başkanı olduğu için, ibadet ve uzay bağlamında akla takılan her soruyu ona yöneltmek gerekiyordu.

Nitekim Discovery Uzay Mekiği ile 1985 yılında uzaya çıkacak olan Prens Sultan bin Salman da öyle yapıyor ve uzayda kıbleyi nasıl bulacağını, nasıl abdest alınacağını, yatsı ve ikindi vakitlerini ne şekilde anlayacağını, yerçekimsiz ortamda nasıl secdeye varacağını öğrenmek için Şeyh hazretlerinin huzuruna çıkıyor. Şeyh Efendi, derin dünya görüşü ve engin astronomi bilgisiyle “Uzayda namaz sorun olmaz, çünkü hiçbir şey yeryüzünü terk edemez” diye kestirip atıyor.

Prens Sultan bin Salman uzaya çıkıyor ve Şeyh Efendinin dünyadan ayrılamayacağını iddia ettiği prensin yörüngedeki görüntüleri Suudi televizyonunda canlı yayınlanıyor. Prens Sultan, Dünya’ya dönüşünde Taif’te “prensler” gibi karşılanıyor. Amca Fahd, astronot yeğenine, Kral Abdulaziz Nişanı takıyor, Hava Kuvvetleri’nde binbaşılık rütbesine yükseltiyor, caddelerde geçit resmi düzenleniyor, şiirler okunuyor ve uzay seferinin anısına, mekikli-uydulu-minareli, NASA ve Suudi amblemli pul serisi bastırılıyor. Prens uzayda dünyanın bir top gibi yusyuvarlak olduğunu görmüştür görmesine ama gel de bunu Şeyh Efendi’ye anlat. Dünya yuvarlak demeye kalksa Prens’in kendisi bile katledilecek ve malı mülkü Hazine’ye irad kaydedilecek.

Prens dönüşünde beyanatlar veriyor: “Arap dünyası bir dönüm noktasına gelmiş bulunuyor. Petrol, para ve teknolojik gelişmenin ilk evresini geçtik. Yeni kuşak artık ileriye bakıyor, fırsat eşitliği ve eğitim hamlesiyle dünya topluluğuna katılmaya hazırlanıyor. Bunlar geleceğin anahtarı. Ben uzayda bir milyar Müslümanı temsil ettim. Onları, Amerikan gemisiyle uzaya götürdüm.”

O uzay seferinin üzerinden yaklaşık 30 yıl geçti. Arap dünyası, petrol ve paraya sahip oldu ancak Prensin söylediğinin aksine teknolojik gelişme evresine bir türlü geçemedi. (Tablet bilgisayar ve i-Phone kullanımı hariç.)

Bugün Mekke ve Medine’yi ellerinde tutan Vahhabi kâfirler sapkınlık hususunda hiç kimseyle karşılaştırılamaz. Vahhabiliğin esasları nelerdir? diye merak edenlerin bu yazıyı okuması az da olsa Suudlar hakkında bilgi sahibi olmalarına imkân tanıyacaktır. Sünni Hanefi inancına göre Allahü teâlâ ne Arş’a ne de Kürsü’ye oturmaz; çünkü oturmak insanların sıfatlarındandır. Allahü teâlâ cisim değildir, uzuvlardan da münezzehtir. Yarattıklarına kesinlikle benzemez. Şura suresinin 11. ayetinde açık bir şekilde “O’nun eşi ve benzeri yoktur” denildiği halde Vahhabiler, Allah’ı insana benzeterek “Allah Kürsüye oturmuştur” diyorlar. (Feth-ul-Mecid, Abdurrahman bin Muhammed bin Abdulvahhab. s.256. Darusselam Yayınevi Riyad).

Vahhabi İbni Baz da diyor ki: “Allah hakkında, organ ve cismi reddetmek yanlıştır.(Tenbihat firreddi ala men teevveles-sıfat İbni Baz s.19 Müftülük Genel Başkanlığı. Riyad) ve devam ediyor; “Allah, kendisinin suretine benzeyen insanı yarattı.” (İman ehlinin Âdem’in Rahman suretinde yaratılmasıyla ilgili akidesi [İbni Baz bu kitabı övdü], Mahmud el-Tuveyciri s.76 Dar el-Liva, Riyad).

Vahhabiliğin kurucusu Muhammed bin Abdulvahhab’ın kendisine referans aldığı İslâm alimi İbni Teymiyye ise kâfirlerin Cehennem’de sonsuz kalacağını inkâr ediyor ve “Cehennem yok olacak ve kâfirlerin azapları sona erecek.” diyor (El-kavlul-Muhtar Lifenai el-Nar, Ateşin Faniliği İçin Seçkin Söz, Abdulkerim Elhamid. S.7 Riyad).

Bunlar daha ne ki? Vahhabilerde inciler tükenmez. Vahhabilere göre;

  • Âdem ne nebi, ne de resuldür”. (Peygamberlere Cümleten İman etmek, Abdullah bin Yezid, El-Mekteb El-İslâmi, Beyrut)
  • Ebu Lehebve Ebu Cehil bile, la ilahe illallah Muhammedün Resulullah dediği halde, evliya ile tevessül eden Müslümanlardan daha çok muvahhid ve imanları daha ihlâslıdır”. (Tevhidi nasıl anlarız? Muhammed Başemil 16, Riyad)
  • Allahümme salli ala Muhammed tıbbil-kulubi ve devaiha ve afiyetil ebdani ve şifaiha ve nuril-absari ve diyaiha” sözü şirktir. (Tevhide Nasıl Hidayet Oldum, Muhammed Cemil Zeno, s. 83, 89 Darul-Feth Al-Şarika)
  • La ilahe illallah” diye zikretmek bid’at ve şirktir. (Yasak Halkalar, Husam el-Akkad. s.25 Dar el-Sahaba, Tanta)
  • Yahudilerden önce tasavvufla savaşın; çünkü onlarda Mecusi ruhu vardır”. (El-Mecmua el-Mufid min akidet el-tevhid, s.102 Mektab Darül-fikr, Riyad)
  • Peygamberin hürmetine” demek caiz değildir. (Et-Tevhid, s.70, Riyad)
  • Şaban ayının 15’ini namaz ve oruçla geçirmek haramdır”. (Et-Tevhid, s.101, Riyad)
  • Dini geceleri kutlamak haramdır”. (Et-Tevhid, s.120, Riyad)
  • “Peygamber kabrinin ziyaretiyle ilgili rivayet edilen hadisler yalandır.” (Et-Tahkik vel İzah li-Kesir min Mesail el-Hac vel-Umre vez-Ziyare, s.89)
  • Hacı olsa da uzaktan Medine’ye Peygamber’in kabrini ziyaret için gelmek haramdır.” (Et-Tahkik vel İzah li-Kesir min Mesail el-Hac vel-Umre vez-Ziyare, s.88, 89, 90)
  • Kabre hurma dalı koymak caiz değildir.” (Fethul Bari’ye yorum 1/320, Dar-ul Maarife)
  • Peygamberin kabri de olsa, kadınların kabir ziyareti büyük günahtır. “(Fetavel Mühimme, s.149–150, Riyad)
  • Peygamberlerin ve Evliyanın ruhlarından şefaat isteyen, bunların mezarını ziyaret edip, bunları vesile ederek dua eden kâfir olur. Kabirde olandan işitmeyenden dua istemek şirktir. Ölü ve uzakta olan diri, işitmez ve cevap vermez. Bunların fayda ve zararları olmaz. Ölmüş peygamberden de bir şey istemek şirktir.”
  • Erkeğin sakalını az da olsa kesmesi haramdır.” (Et-Tahkik vel İzah li-Kesir min Mesail el-Hac vel-Umre vez-Ziyare, s.16)
  • Âdet dönemindeki boşanma geçerli olmaz.” (Fetavel Mer’a, s.137, Riyad)
  • Camilere minare yapmak münker iştir.” (Tevcihat İslâmiyye, s.123. İslâmi İşler Bakanlığı Baskısı, Riyad)
  • Kabir başında Kur’an okumak haramdır.” (Tevcihat İslâmiyye, s.137. İslâmi İşler Bakanlığı Baskısı, Riyad)
  • Boyna dua ve âyet asmak haramdır.” (Fetavel Mühimme, s.110–111, Riyad)
  • Tesbih kullanmak bid’attir.” (El Hediye-tüs Sünniye, s.47 Mısır)
  • “Allahü teâlâ için adak yapmak ve hayvan kesmek ve bunların etlerini fakirlere dağıtıp, sevaplarını Peygamberlere ve Evliyaya hediye etmek şirktir.”

Bir diğer Vahhabi İmam Dr. Ahmad Al-Mub’i ise insanın kanını donduran başka fetvaları birbiri peşi sıra döktürüyor: ”Evlilik iki şeyden ibarettir: İlki aralarında kontrat olması. Bu evliliğin ilk şartıdır. İkincisi ise karınızla seks yapmanızdır. Evliliğe girmek için minimum bir yaş yoktur. Bir yaşındaki bir kızla bile evliliğe girebilirsin. 7-8-9 yaşındaki kızlardan bahsetmeye bile gerek yok. Bu bir rıza anlaşmasıdır. Veli genelde baba olmalıdır. Çünkü baba kararı zorunludur. Böylelikle kız, kadın olmuş olur. Ama kız seks için hazır mıdır, ilk seferinde ilişkiye girmenin doğru yaşı nedir? Bu çevre ve geleneklere bağlı olmak üzere değişir. Yemen’deki kızlar 9-10-11 ya da 13 yaşında evlenirken diğer ülkelerde 16 olabilmektedir. Bazı ülkelerde kızların 18 yaşına gelmeden ilişkiye girmeleri kanunla yasaklanmıştır.”

Bu “imam bozması” insan aklının kabul etmesi mümkün olmayan tezlerini sıralarken, üstüne üstlük çekinmeden Hz. Muhammed’i referans gösteriyor; “Hz. Muhammed izlediğimiz bir modeldir. Hz. Ayşe’yi 6 yaşında kadını olarak aldı. Fakat 9 yaşında iken onunla ilişkiye girdi. Hz. Muhammed’i modelimiz olarak görüyoruz. Eğer veli baba ise ve uygun bir ortamda evlenilmişse bu evlilik geçerlidir. İnsanlar kendilerini çeşitli koşullar altında bulabilmektedir. Örnek olarak; 2-3 hatta 4 kızı olan-ki hiç karısı olmasın- ve bir yolculuğa çıkmak zorunda kalsın. Kızını böyle bir durumda evlendirse iyi değil mi? Onu koruyacak ve destekleyecek ve uygun bir yaşa geldiğinde onunla ilişkiye girecek. Bütün erkeklerin azılı kurtlar olduğunu kim söylüyor?” diyerek, sözlerine kendince mantıklı bir açıklama da getiriyor.

Halbuki Peygamberimiz Hz. Ayşe ile 18-19 yaşında evlenmiştir. İslâm da sübyan bir kızla evlenme diye bir şey asla söz konusu değildir. Çünkü Araplarda kız çocukları ancak akil baliğ yaşına ulaşınca yani ay hali görmeye başlayınca adamdan sayılır ve yaşı hesaplanmaya başlanırdı. Bu durumda Hz. Ayşe evlendiğinde 9 yaşındaydı demek, “Akil baliğ olalı 9 yıl olmuştu, 9 yıldır ay hali görüyordu” demektir. O devirde ortalama bir kız 12-13 yaşında ay hali görmeye başladığına göre Peygamber Efendimiz Hz. Ayşe ile söylenenlerin aksine 9 yaşında değil 18-19 yaşlarında evlenmiştir.

Şimdi biraz da Fethullah Gülen denilen meczubun yarattığı son model dinin öğretilerini sıralayalım.

  • Fethullah Gülendenilen kâfir “Fasıldan Fasıla” isimli kitabının 3. Cilt 144’üncü sayfasında şunları yazıyor: “Hâsılı, herkes kelime-i şahadeti esas alarak etrafındaki insanlara bakış açısını yeniden ayarlamalı. Hatta onun birini söyleyip diğerini, yani “Muhammeden Resulullah”ı söylemeyen insanlara bile, rahmet, merhamet nazarıyla bakmalı. Çünkü hadislerde anlatıldığına göre, Allah’ın o engin rahmeti ahirette öyle tecelli edecektir ki, şeytan bile: “Acaba ben de istifade edebilir miyim?” diye ümide kapılacaktır. Şimdi böyle bir rahmet enginliği karşısında, cimrilik yapma, o cimriliği temsil etme bize yaraşmaz. Hem bize ne? Mülk O’nun, hazine O’nun, kul O’nun. Öyleyse herkes haddini bilmeli.” (Gülen yukarıdaki yazısında; kelime-i şehadetin ikinci kısmını yani “Muhammeden Resulullah” söylemeyen, yani Peygamberimiz Sav’e inanmayan, onun tebliğ ettiği İslâm dinini kabul etmeyen kâfir, Hıristiyan, Yahudi  gibi her çeşit gayr-i müslimlere “rahmet” nazarıyla bakmamızı öneriyor. Gülen burada bir din alimi gibi değil de, sanki bir diplomat, bir politikacı gibi konuşarak konuyu çarpıtmış, demagoji yapmış, ama yine de maksadını gizleyememiştir. O maksatta şudur: Yahudilik ve Hıristiyanlık nesh olunmamış, yürürlükten kalkmamış olup halen yürürlüktedir. Yahudi ve Hıristiyanlar da dinlerinde kalarak İslâm’a girmeden, Allah’ın rahmeti gereği cennete gireceklerdir.)
  • Hoşgörü ve Diyalog İklimi kitabının 241. Sayfasında (Kitaba Ali Ünal ve Ahmet Kurucan önsöz yazmıştır) şöyle diyor: “Bakın Kur’an-ı Kerim, ehli kitaba çağrıda bulunurken bazılarımızı Rab edinmesin.” ( Al-i İmran/64) diyor. Dikkat edin, bu mesajda “Muhammeden Resulullah” yok.”: “Ey kitap ehli! Aramızda müşterek olan bir kelimeye gelin, Allah’ı bırakıp da bazılarımız (Gülen; Al-i İmran suresi 64. Ayetin mealini verirken; “Dikkat edin bu mesajda “Muhammedün Resulullah” yok, yani Muhammed’e Sav’a inanın demiyor diyerek bizim birinci maddeyi doğru anladığımızı teyit ediyor ve olumlu tevil etme yolunu da kapatıyor.)
  • Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın yayınladığı Küresel Barışa Doğru (Kozadan Kelebeğe-3) isimli kitabının 260. Sayfasında da şöyle diyor: “Yahudileri ve Hıristiyanları azarlayan ayetler, ya Hazreti Muhammed (S.A.V.) döneminde yaşayan ya da kendi peygamberleri döneminde yaşayan bazı Yahudive Hıristiyanlar hakkındadır.” Hz. Resulullah S.A.V zamanında ve zamanımıza kadar gelen süreçte yaşayanlar. Ve zamanımızda bulunan Yahudi ve Hıristiyanlar bu azarlamanın dışındadırlar.” (Gülen burada da muğlâk ifadeler kullanmıştır. “Kur’an’ın azarladığı Yahudi ve Hıristiyanların, hepsini kapsamadığını, zamanımızdaki Yahudi ve Hıristiyanları kapsamadığını” söylemektedir. Gülen’in bu görüşü “tarihselcilik” sapıklığının bir tezahürüdür ve bu ehli sünnet âlimlerince reddedilmektedir. Asr-ı Saadetten bu tarafa yüz binlerce akaid, hadis, tefsir ve fıkıh âlimleri böyle bir şey söylememiştir. Kendisi bu görüşü söylerken kaynak, delil göstermemiştir.)
  • İnsanın Özündeki Sevgi kitabının 220. sayfasında şöyle diyor: “Bir Yahudi’nin Hazret-i İsa’ya, dolayısıyla İncil’e ve Hz. Muhammed’le birlikte Kur’an’a inanması gerekmez. Yani bir Yahudi bunlara inanmasa da dindar sayılabilir. Bir Hıristiyan da, Hz. Muhammed’e (S.A.V.) Kur’an’a inanmasa da dindar kabul edilebilir. Çünkü bu dinler kendilerinden sonraki ilahi sistemleri, kitapları şümullerine almazlar. Bu sebeple Yahudilik ve Hıristiyanlıktan çıkan geniş ilahi din yelpazesinde kendine bir yer bulabilir. Bu yelpazede sığınacağı bir kitap, bir peygamber her zaman vardır ve dolayısıyla o bütün bütün tefessüh etmez. Bir mütefekkirin dediği gibi (Üstad Bediüzzaman’ı kasdediyor) “Bozulmuş süt gibi olur ve bir ölçüde bir işe yarar.” (Fethullah Gülen’in bir mütefekkir diye bahsettiği kişi Üstad Bediüzzaman Said Nursi’dir. Gülen, Üstad’ın yazısını çarpıtmış ve mana olarak da tahrif etmiştir. Bediüzzaman Yahudi ve Hıristiyanların kendi dinlerinde kalabileceklerini katiyen söylememiştir.)
  • Aynı kitabın 186. sayfasında (Zamangazetesi aynı mektubu 10 Şubat 1998 günü yayınlamıştır) Papa “ya yazdığı mektubun başlığı şöyledir: “Pek Muhterem Papa Cenapları!..” mektupta yer alan ifadelerin bazıları şunlardır: “Dinler arası diyalog için Papalık Konseyi (KCID) misyonunun bir parçası olmak üzere burada bulunuyoruz. Bu misyonun tahakkuk edişini görmeyi arzu ediyoruz… İslâm yanlış anlaşılan bir din olmuştur ve bunda en çok suçlanacak olan Müslümanlardır… Amacımız bu üç büyük dinin inananları arasında hoşgörü ve anlayış yoluyla bir kardeşlik tesis etmektir…”

Meczubun yaptıkları bunlarla da sınırlı değil. Zaman Gazetesi bir Kur’an-ı Kerim meali basıyor ve bunu okurlarına dağıtıyor. Bunu yaparken de Kur’an-ı Kerim’in bazı ayetlerini tahrif etmekten kaçınmıyor. Bu olayı kamuoyuna duyuran ise Habertürk yazarı Murat Bardakçı oldu. Bardakçı köşe yazısında Kur’an-ı Kerim’in 16. Suresi olan Nahl Suresi’nin, “Senden önce de kendilerine vahyettiğimiz kişilerden başkasını peygamber olarak göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, bilenlere sorun” şeklindeki 43. Âyetinin Zaman Gazetesi’nin yayımladığı mealde, “(Ey Peygamber!) Senden önce de kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını peygamber olarak göndermedik. Eğer bunu bilmiyorsanız Tevrat ve İncil âlimlerine sorun” şeklinde yer aldığını ortaya koydu.

Bunlar yazılı olanlar. Bir de televizyon kameraları karşısında salya sümük ağlayıp dansöz misali kıvırtarak verdiği fetvalar var ki onlar daha vahim. Bunlardan birkaç tanesi şunlar;

  • “CebrailS. gelse, parti kursa, kusura bakma, ben senin kurduğun partiye girmem.” demesi (Bu arada sanki diğer meleklerle sürekli olarak irtibat halindeymiş gibi “bugüne kadar sadece Cebrail’i görmedim” demeyi de ihmal etmiyor.)
  • 28 Şubat sürecinde Kanal D TV programında; Yalçın Doğan’a, “İmam hatip liselerinin orta kısımlarının kapatılmasının bir mahsuru ve zararı yoktur. Millet dinini ilahiyat fakültelerinde öğrenir”
  • 28 Şubat sürecinde merhum Başbakan Erbakan’a hitaben; “Beceremedin bırak, istifa et”
  • En nefret ettiğim kişi; “USAME BİN LADİN”
  • “Bana bir şefaat hakkı verilse, Bülent Ecevitiçin kullanırım.”
  • İslâm’ın bir şiarı olan başörtüsü için; “bir teferruattır”
  • 28 Şubat sürecinde başörtülü kızlara; “Başınızı açın, üniversitelere girin”
  • ABD’nin, Irakve Afganistan’ı işgalinde ABD, Batı ve İsrail aleyhinde tek bir kelime etmemesi.
  • Körfez Savaşı’nda, İsrailve ABD’nin, Irak’ta öldürdüğü yüzbinlerce çocuğa hiç merhamet göstermemesine rağmen, İsrail de ölen birkaç çocuk için gözyaşı dökmesi.
  • İslâmi hareketlerin ve cihat hareketlerinin lehine hiçbir söz söylememesi, bazı bölgelerde cihada terör, ABD, İsrailve AB aleyhine cihat eden mücahitlere ise terörist demesi.
  • Emel Sayın’ın şarkıları eşliğinde Peygamber S.A.V Efendimizin doğumu için yapılan Kutlu Doğum düzenlenmesi.
  • Zamangazetesinin Mardin’de düzenlediği bir toplantıda bir Hıristiyan Profesör ile Müslüman bir kızın evlenmesini överek vermesi.
  • Zamangazetesinin Avrupa baskısında, insani bir yardım kuruluşu olan, tüm dünyadaki mazlumlara yardım eden İHH’yı karalaması ve terörist bir örgüt olarak gösterip İsrail ve ABD’ye ispiyonlaması.
  • Başbakan Recep Tayyip Erdoğanve ekibine kin ve nefretle beddua etmesi.
  • 1975’te Necmeddin Erbakan’a; Burnu kırılsın, burnu yere sürtünsün diye beddua etmesi.
  • Filistin’deki mazlumlara insani yardım götüren Mavi Marmaragemisinde şehit olan 9 kardeşimize hiç acımayarak, “Otoriteden neden izin almadı?” diyerek, hükümeti ve İHH mensuplarını suçlayıp, terörist bir devlet olan İsrail’i “OTORİTE” diyerek meşru bir devlet gibi göstermesi.
  • “Haçlının ülkenizi işgal etmesi çok tehlikeli değildir. Çünkü sizinle onlar arasında kırmızı çizgiler vardır. Bir kere onlar sizin kadınınıza kızınıza ilişmezler. Mabedinize ilişmezler. İlişmemiş Haçlılar.”

Fethullah Gülen hakkında yazılacak o kadar çok şey var ki detaylı olarak yazılmaya kalkışılsa koca bir külliyat olur. Artık şu açık ve net şekilde ortaya çıkmıştır. Bu adam Türkiye ve Türki Cumhuriyetler başta olmak üzere İslâm dünyasında ayrışma yaratmak amacıyla Batılılarca kurgulanmış bir figürdür. Bu adamın İslâm diniyle ve Müslümanlıkla uzaktan yakından ilgisi bulunmamaktadır.

Kendisine inanmış ablaların içinde Cennetin en güzel köşelerini yakalamak için onun bunun yatağına giren ablaların var olduğu bile ortaya çıktı.

Bu kadarına da pes artık!

Bu kadar olaya, can kaybına, yaşanan olumsuzluklara karşılık halen bu meczubun peşinden gidenlere ise artık diyecek tek bir kelime bulamıyorum. Odununuz bol, yolunuz Cehennem olsun.

Hasan Sabbah mezarından kalksa Fethullah Gülen denilen şerefsiz vatan haininin karşısında korkudan tek bir kelime bile edemezdi.

Bu devlet ve millet nelerle uğraşıyor değil mi? Allah Türk milletinin yardımcısı olsun.

DR.Mehmet Hakan Sağlam

Bunada Bakın

SİZLER; MUSTAFA KEMAL’İN DEĞİL ASKERLERİ, İTİNİN PİSLİĞİ BİLE OLAMAZSINIZ…

(Article 258 – 05.09.2019) Son dönemde Türkiye’de yaşanan bazı olaylar toplumun giderek kutuplaştığını ve bu …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Hacker Blog Hack Haber