Anasayfa / Makaleler / HAKAN FİDAN ÇOK İYİ BİR İRAN AJANIDIR!

HAKAN FİDAN ÇOK İYİ BİR İRAN AJANIDIR!

(Article 024-25.09.2014)

IŞİD’in elinde rehin tutulan 49 konsolosluk görevlimiz MİT’in muhteşem bir operasyonu ile kurtarıldı ve 46 Türk rehine selametle ülkemize getirildi. İnsanlarımızın serbest bırakıldığını duyunca ne kadar sevindiğimi anlatabilmem mümkün değil.

ABD ve İngiliz vatandaşlarını koyun gibi kesen din düşmanlarının, aylar boyu kameralar önünde sergilediği vahşet herkesin kanını dondurdu. Aynı sonucun Türk vatandaşlarının da başına gelebileceği ihtimali, en başta rehinelerin yakınları olmak üzere hemen herkesi tedirgin etti.

Rehin vatandaşlarımızın kurtarılması birçok kişiyi ne kadar mutlu ettiyse bazılarını da bir o kadar üzüntüye sevk etti. Vatandaşlarımızın öldürülmesinden veya rehin tutulmasından medet uman, bu üzücü durumu siyasi bir rant aracı olarak kullanan o kadar çok kişi var ki insan bunları görmezden gelemiyor. Türkmen din adamları, önemli aşiret liderleri ve çok önemli kanaat liderlerinin yardımı ile IŞİD’in elinden kurtarılan vatandaşlarımızın çektikleri sıkıntılar anlatılır gibi değil. Rehinelerimiz, dünyadaki tüm istihbarat örgütlerini kıskandıran çok önemli bir operasyonla kurtarıldı. Bu operasyon diğer birçok istihbarat kuruluşunca incelenecek, araştırılacak, emsâl alınacaktır.

IŞİD’in elindeki Amerikalı ve İngiliz rehineleri kurtarmak için defalarca operasyon düzenleyip başarılı olamayan ABD ve İngiliz istihbaratı, sanırım bu dakikadan sonra hem kendi kendilerini sorgulayacak hem de Türkiye’nin bu bölgenin en büyük gücü olduğunu ister istemez kabul edeceklerdir. Türkiye bu operasyonu ile;

1) Öncelikle Türk vatandaşlarının yaban ellerde esaret içinde kalmasına asla müsaade edilmeyeceğini,

2) Ortadoğu’da ki en önemli ve en güçlü devletin Türkiye olduğunu,

3) 90 yıl önce suni şekilde bölünmemize rağmen Irak ve Suriye coğrafyasındaki halklarla asırlara dayalı akrabalık ve dostluk bağlarımızın halen kopmadığını,

4) MİT’in sadece yakın bölge coğrafyasında değil dünyanın herhangi bir noktasında bile en üst derecede operasyon yapma yeteneğinin var olduğunu,

5) Hiç kimsenin Türkiye’yi hafife almaması gerektiğini tüm dünyaya ilan etmiştir.

Başrolünü Sally Field’in oynadığı 1991 yapımı bir film vardır. Orijinal ismi “Not Without My Daughter” olan “Kızım Olmadan Asla” filminde Betty Mahmoudi’nin, kızını İran’dan kaçırmak için sarf ettiği çaba anlatılır. MİT’in 49 rehinenin kurtarılmasına yönelik operasyonu, CIA tarafından Amerikan vatandaşlarının kurtarılması için sergilenmiş olsaydı, Hollywood’un dahi yönetmenleri hemen kolları sıvar, bu işin filmini yapmaya başlarlardı. 227 yıllık geçmişe sahip olan ve tarihini Kızılderili Soykırımı ile Siyahi Kölelik üzerine kuran Amerika Birleşik Devletleri, kelimenin tam anlamıyla bir propaganda cambazıdır. Hakkında onlarca film yapılan Normandiya Çıkarması’nı hemen herkes bilir. Normandiya ile ilgili filmleri seyredenler zanneder ki bu çıkarma harekâtında en azından bir milyon kişi ölmüştür. Halbuki İkinci Dünya Savaşı’nı sona erdiren bu çıkarmada ölen askerlerin sayısı 10,264 kişi olup, bunların sadece 1,465’i Amerikan vatandaşıydı.

Biz ise 253 bin şehit verdiğimiz Çanakkale Savaşı ile 90 bin şehit verdiğimiz Sarıkamış Harekâtı’nın bile daha yeni yeni filmlerini yapmaya başladık. Tarihe Medine Savunması diye geçen savaşın kahramanı Fahrettin Paşa hakkında ise bir tane bile film yapmadık. 23 Mayıs 1916’da Medine’ye gönderilen Fahrettin Paşa, Medine’yi ele geçirmek isteyen İngilizlere karşı tüm imkânsızlıklara rağmen bu kutsal beldeyi 2 yıl 7 ay savunmuş, bu arada şehrin yağmalanma ihtimaline karşın, 100 parçaya yakın Kutsal Emaneti İstanbul’a naklederek bu eserleri British Museum’a gitmekten kurtarmıştır. Fahrettin Paşa, bir taraftan Medine’nin geleceğini düşünürken diğer taraftan gıda sıkıntısına karşı çözüm yolları aramıştır. Medine’ye yakın Hicaz Demiryolu istasyonlarının düşman eline geçmesi nedeniyle, şehre erzak girişi kesilmiş ve isyancıların Medine Kalesi’ni muhasara etmesi üzerine direnişin en zor günleri başlamıştı. Medine açlıkla boğuşurken çok ilginç bir olay yaşanmış, şehir çekirgeler tarafından istila edilmişti. Herkes durumu endişe ile karşılarken Fahrettin Paşa askerlerini toplayarak; Peygamber Efendimiz döneminde de Hicaz’da çekirge istilasının yaşandığını ve sahabenin çekirge yediğini hatırlatarak durumu bir fırsata dönüştürmek istemişti. Askerlerine, Hz. Peygamber’in; “İki ölünün ve iki kanlının yenmesi bize helâl oldu.” şeklindeki hadis-i şerifini hatırlatarak; “iki ölü balık ve çekirge, iki kanlı da dalak ve karaciğerdir.” diyen Fahrettin Paşa, çekirge yemenin sünnet olduğunun altını çizerek askerlerini buna alıştırmak için şu bildiriyi yayınlamıştı: “Çekirgenin serçe kuşundan ne farkı var? Uçar, yeşilliklerle beslenir, temiz ve taze olan yiyecekleri yer… Hicaz, Yemen, Asir Araplarının başlıca gıdası çekirgedir. Bedeviler sağlamlık ve çevikliklerini çekirgelere borçludurlar… Hekimlerimiz de çekirgenin şifa verici ve besleyici olduğundan bahsediyorlar…” diyerek Peygamber Efendimiz’in kabrini düşmana teslim etmemek için yaşadıkları bu sıkıntı karşısında Allah’ın kendilerine bir lütufta bulunduğunu ifade etmiştir. Fahrettin Paşa’nın bu açıklamalarıyla askerimiz kavurma niyetine çekirge yemiş, çekirge unundan ekmek yapmış, çekirge kurusunu da çerez gibi yiyerek bir süre bu şekilde beslenmiştir. Bu sırada Osmanlı toprakları İtilaf Devletleri’nce işgal edilmişti. Osmanlı Padişahı, İngilizlerin baskısıyla, Medine’nin Osmanlı askerlerince boşaltılmasını öngören bir irade yayınlayarak Fahrettin Paşa’ya göndermişti. Ancak Medine’yi bırakmamakta kararlı olan Paşa, “Aynı zamanda Halife olan Padişahın baskı altında kaldığı için böyle bir irade yayınladığını söyleyerek” bu emri de yerine getirmedi. Bu nazik durum karşısında Fahrettin Paşa’ya, “Eğer Medine boşaltılmazsa İstanbul’un da İtilaf Devletleri tarafından işgal edileceği” söylenmiş, bunun üzerine Paşa güçlükle iknâ edilerek, Medine’nin teslimini öngören antlaşmayı 7 Ocak 1919’da gönülsüzce imzalamıştı. Ancak Fahrettin Paşa’nın Medine’den ayrılışı da üzerinde durulması gereken ayrı bir konudur: İslâm toplumu için son derece büyük öneme haiz olan Medine’yi İngilizlere bırakmamak için her türlü sıkıntıya katlanan Fahrettin Paşa, Peygamberimiz’in kabrini gözyaşları içinde son kez ziyaret ederek dua etmiştir. Kılıcını İngilizlere teslim etmeyip Peygamber Efendimiz’in kabrinin başına bırakmış ve oradan ayrılmamıştır. “Bayrağımı burçlardan indirtmem, Efendimiz’i bırakmam” diye haykıran ve İngilizlere teslim olmayan Çöl Kaplanı Fahrettin Paşa, kendi subaylarının ani bir baskınıyla Hz. Peygamber’in kabrinden cebren çıkarılabilmiştir.

Kanal’da, Yemen’de, Basra’da, Filistin’de, Kudüs’te, Medine’de, Çanakkale’de ve İmparatorluğun diğer birçok noktasında canlarını feda eden Osmanlı askerlerini ve onların yaşadıklarını biz ne kadar araştırdık? Devletinin bir karış toprağını kendi canından, kendi kanından, kendi çoluk çocuğundan daha üstün tutan ve bugün birçoğunun ismini bile bilmediğimiz kadınlar, erkekler ve çocuklar için ne yaptık?

Birinci Dünya Savaşı sırasında yaklaşık 150 bin askerimiz İngilizlere esir düştü. Bu askerlerden bir kısmı da Mısır’ın İskenderiye şehri yakınlarında bulunan Seydibeşir Usare Kampı’na hapsedildi. Kampın tam adı, “Seydibeşir Kuveysna Osmani Useray-ı Harbiye Kampı” idi. Bu kampta, 1918′de Filistin Cephesinde esir düşen 16. Tümen’in 48. Alayı’na bağlı Osmanlı askerleri tutuluyordu. 12 Haziran 1920′ye kadar iki yıl boyunca her türlü işkence, eziyet, ağır hakaret ve aşağılanmaya maruz kaldılar. İnsanlık dışı muamelenin nedeni ise Ermeniler idi.

Türkçe bilen Ermeni tercümanların yalan yanlış çevirileri ve kışkırtmaları nedeniyle, kamptaki İngiliz komutanlar azılı birer Osmanlı düşmanı haline gelmişlerdi. Savaş bitmişti. Ancak, kamptaki ağır koşullar nedeniyle askerleri teslim etmek İngilizlerin işine gelmiyordu. Çünkü olası bir savaşta, bu askerlerin yeniden karşılarına çıkabilecekleri İngilizlerin beyinlerine işlenmişti. Çözüm; toplu katliamdı.

Askerlerimiz, mikrop kırma bahanesiyle ve süngü zoruyla dezenfekte havuzlarına sokuldu. Ancak suyun içerisine normalin çok üzerinde “krizol” maddesi katılmıştı. Mehmetçik, daha ayağını suya sokar sokmaz aşırı krizol nedeniyle haşlanıyordu. Ancak İngiliz Askerleri, dipçik darbeleri ile askerlerimizin havuzdan çıkmalarına izin vermiyorlardı. Mehmetçikler, bellerine kadar gelen suya başlarını sokmak istemediler. Ancak, bu kez İngilizler havaya (başlarının üzerine) ateş etmeye başladı. Askerlerimiz, ölmemek için çömelerek başlarını suya soktular. Ancak başını sudan çıkaran artık göremiyordu. Çünkü gözleri yanmıştı. Dışarı çıkanların halini gören sıradaki askerlerimizin direnişleri de fayda etmedi ve 15 bin askerimiz kör oldu. Bu vahşet, 25 Mayıs 1921’de TBMM’de görüşüldü. Milletvekilleri Faik ve Şeref Beyler bir önerge vererek, Mısır’daki esirlerin krizol banyosuna sokularak, 15 bin vatan evladının gözlerinin kör edildiğini, bunun faili olan İngiliz Doktor, Garnizon Komutanı ve askerlerin cezalandırılması için, TBMM’nin teşebbüse geçmesini istediler. Ancak, ne Lozan görüşmelerinde ne de sonraki yıllarda bu işin üzerine hiç gidilmedi. Olan 15 bin vatan evladına oldu.

Fahrettin Paşa gibi bir asker Batılıların elinde olsaydı, ya da Seydibeşir kampında Batılıların askerleri böyle bir zulüm yaşasaydı, bakın kaç tane film yapar, kaç tane roman yazarlardı.

Rehine kurtarma operasyonu konusunda MİT’in başarılarına karşın, ABD ve Rusya’nın defteri çok sayıda başarısızlıklarla dolu. Örneğin; ABD ile İran arasında 1979 yılında yaşanan Rehine Krizi, Amerikan istihbaratının hatırlamak istemeyeceği bir operasyon niteliğindedir. İran Şahı tahtını bırakarak ülkeyi terk etmişti. İran devriminin ayak sesleri hissediliyordu. 4 Kasım 1979 günü devrim yanlıları Tahran’daki Amerikan elçiliğini basıp 52 kişiyi rehin aldı ve 404 günlük esaret başladı. Kamuoyu baskısı sonucunda ABD Başkanı Carter, askeri operasyon hazırlıklarının yapılması yönünde talimat verdi. 23 Nisan 1980’de Başkan Carter’ın önüne “Kartal Pençesi Operasyonu” ( Eagle Claw Operation) konuldu. Plan uygulamaya geçti ancak daha başlar başlamaz işler sarpa sardı. Yakıt ikmali esnasında yaşanan kaza nedeniyle bir C-130 Hercules uçağı ve iki Amerikan helikopterinin infilak etmesi sonucu 8 Amerikan askeri öldü, 2 helikopter İran topraklarında bırakıldı ve operasyon hezimetle sonuçlandı. Bu başarısız operasyon Tahran’da sevinç gösterileri ile karşılandı. Halk, kaza sonrası terk edilen ABD’ye ait helikopter parçalarını ve askeri ekipmanları Tahran sokaklarında dolaştırarak tüm dünyaya bu olayı kendi başarıları gibi gösterdiler.

Tarihe geçen kanlı rehine operasyonlarının en kötüsü ise hiç şüphesiz 1 Eylül 2004’de yaşanan ve Rusya’nın düzenlediği Beslan baskınıdır. Bir grup Çeçen, Kuzey Osetya’nın Beslan kasabasında bir okulu işgal etmişti. 1200 kişi rehin alınmıştı. Üstelik rehinelerin büyük çoğunluğu anaokulu öğrencisiydi. Eylemin ikinci gününde bir yandan Çeçen militanlarla diyalog arayışı sürerken, diğer yandan da Rus komandolarının kurtarma operasyonuna başlayacağı konuşuluyordu. Eylemciler, Rusya’nın Çeçenistan’daki operasyonlarını durdurmasını, hapisteki Çeçen direnişçilerin serbest bırakılmasını ve devlet başkanı Vladimir Putin’in istifa etmesini talep ediyorlardı. Pazarlıklardan sonuç alınamadı ve Kremlin ertesi gün kurtarma operasyonunun başlatılması emrini verdi. Kurtarma operasyonundan önce okulun çatısına birkaç roket fırlatıldı, ardından yaşananlar ise tam anlamıyla bir felaketti. Rus komandoları, hedef gözetmeden ateş ediyor, havada helikopterler uçuyor, tanklar okul binasını bombalıyordu. Rus hükümeti tankların ve ağır silahların rehineleri korumak için kullanıldığını ileri sürse de, ortaya çıkan tablo bu iddiayı çürütüyordu. Beslan, tarihin en başarısız kurtarma operasyonlarından biri olarak kayıtlara geçti. Öyle ki bazı eylemciler rehine kılığında binadan kaçmayı başardı. Operasyonun bilançosu ağır oldu. 186’sı çocuk yaklaşık 350 kişinin can verdiği operasyonda, 700 kişi de yaralandı. Çatışmalar sırasında 11 Rus askeri de hayatını kaybetti.

Moskova’da 2002 yılında yaşanan tiyatro baskını da Beslan’dan aşağı kalmadı. Moskova’nın merkezinde 50 Çeçen eylemcinin başlattığı rehine alma teşebbüsü 3 gün sürdü ve Rus özel birliklerinin yaptığı baskın büyük bir felaketle sonuçlandı. 850 rehine arasında önemli isimler de vardı. Rus ordusuna mensup bir general, önemli diplomatlar ve bazı politikacı eşleri rehin alınan grubun içinde olduğundan Rus özel birliklerinin operasyonu bir süre geciktirildi. Eylemciler ile emniyet birimlerinin görüşmeleri sonuçsuz kalınca, operasyona başlayan Rus özel birliği Spetnaz, 50 eylemcinin yanısıra, aralarında 9 turistin de bulunduğu 117 kişinin ölümüne yol açtı.

Bağdat’ta 31 Ekim 2010’da bir katedrale düzenlenen baskın, dünyanın gözünü bir anda Irak’a çevirdi. Bağdat Borsası’nın bulunduğu binaya girmeye çalışan El-Kaide üyeleri başarısız olunca yakındaki bir Süryani katedraline sığınıp 120 kişiyi rehin almıştı. Iraklı yetkililer, rehin alınan Hıristiyan ve Müslümanları kurtarmak için operasyon başlattı. Amerikan ordusuyla Iraklı emniyet kuvvetleri katedrale girince, sonuç yine felaket oldu: 52 kişi hayatını kaybederken, 67 kişi de yaralandı…

Cezayir’de 16 Ocak 2013 günü Fransa’nın Mali’ye müdahalesine misilleme gerekçesiyle, ülkenin doğusundaki bir doğalgaz tesisine baskın düzenlendi. Baskın sırasında tesiste çalışan onlarca kişi rehin alındı. Rehin alınanlar arasında Amerikan, Norveç, İngiliz, Fransız ve Japon vatandaşları da bulunuyordu. Baskının üçüncü gününde hükümet operasyon için düğmeye bastı. Yaşanan çatışmalar sonrasında toplam 37 yabancı işçi öldü, 7 kişinin de kaybolduğu açıklandı.

Filipinler’de 2001 yılında yine benzer bir kurtarma felaketi yaşanmıştı. Özel bir ada olan Honda Bay’deki Dos Palmas otelinden 20 kişi kaçırıldı. Kaçırılan 20 kişiden 5’i hayatını kaybetti. Rehineler, kaçırıldıktan 12 ay sonra serbest bırakıldı. Hükümet güçlerinin operasyonunda ise 22 asker hayatını kaybetti.

Şimdi dönelim bizim medarı iftiharımız olan ve Hakan Fidan ile gerçek anlamda “Millileşen” MİT’in geçmişine. Osmanlı’da istihbarat konusunda faaliyet gösteren ilk gizli örgüt 17 Kasım 1913′de Enver Paşa tarafından Teşkilat-ı Mahsusa adıyla kuruldu. Cumhuriyet döneminde ise ilk ciddi adım 6 Ocak 1926 tarihli bir yazıyla genel merkezi Ankara’da, şubeleri ise şimdilik İstanbul, İzmir, Adana, Diyarbakır ve Kars’ta olacak olan Milli Emniyet Hizmeti (MEH) örgütünün faaliyete geçmesiyle atıldı. Kurumun ismi daha sonradan MAH (Milli Amâla Hizmet) olarak değiştirildi. (Emeller anlamına gelen “Amâla” kelimesini bazı kişiler yanlış bir şekilde “Amele” olarak yazmaktadır). Türkiye, 1947’den sonra Truman ve Marshall Doktrini çerçevesinde sadece ekonomik ve siyasi alanda değil, istihbarat alanında da ABD’nin etki alanına girdi. CIA, MAH’da o kadar etkin hale gelmişti ki, MAH’ın elemanlarına emir vermeye ve onları kendi menfaatlerine uygun yerlerde görevlendirmeye başlamıştı. MAH’ın dinleme istasyonlarını Amerikalılar kurmuş, personel maaşını Amerikalılar ödemiştir. O yıllarda devletin bütün gizli dosyaları CIA’nın kontrolündeydi. CIA ajanı Philip Agea, “CIA Günlerim” adlı kitabında CIA’nın MİT aracılığıyla Türkiye’de nasıl bir faaliyet yürüttüğünü gayet açık anlatır: “… CIA uzun yıllardan beri Türk Milli İstihbarat Teşkilatı ile çok yoğun bir işbirliği içindedir. Bu örgütün eğitim ve donanımını CIA sağlar. CIA’nın Türkiye’deki görevi, “Doğu Bloku ülkelerinin misyon ve operasyonlarını” kontrol etmek… “Amerika’nın kapitalist hegemonyasının” devamını sağlamaktır…”

MAH elemanlarına sadece ABD değil, Fransa, İngiltere ve İtalya’da maaş ödemekteydi. Ancak Fransız, İngiliz ve İtalyan gizli servisleri sözkonusu paraları, Milli Emniyet’in Ankara’daki merkezine verirken, Amerikalılar birimin başındaki kişiye zarf içinde bırakıyordu. Yapılan tespitlere göre, Milli Emniyet birimlerine; CIA ayda 100 bin, İngilizler 30 bin, Fransızlar 7-8 bin, İtalyanlar da 4 bin lira ödüyorlardı.

MİT’in Türkiye’deki bürokratik yapılanmasında ilk değişim sinyali Turgut Özal ile başlamıştır. Köklü denebilecek değişim ise Emre Taner’in yerine atanan Hakan Fidan döneminde gerçekleşmiştir. Köklü değişimden kasıt, MİT’in eski dönemlere göre biraz daha sivilleşmesi ve teknolojik olarak geliştirilmesidir. Ancak Hakan Fidan döneminde atılan bu adımlar bile gerek içeride, gerekse dışarıda birçok çevreyi rahatsız etmeye yetmiştir.

Hakan Fidan’a yönelik saldırılar, 14 Kasım 2007′de Başbakanlık Müsteşar Yardımcılığına getirilmesiyle başlamış, 17 Nisan 2009′da Millî İstihbarat Teşkilatı müsteşar yardımcılığına ve 27 Mayıs 2010 tarihinde ise MİT Müsteşarlığı görevine tayini ile daha da artmıştır. Hakan Fidan’ın MİT’te gerçekleştirmeye başladığı bu değişim, İsrail ile ilişkilerin daha da bozulmasına ve MOSSAD’a geçmişte tanınan istihbari ayrıcalıkların azalmasına neden oldu. Bu durum MOSSAD’ın ve dolayısıyla İsrail’in tahammül edebileceği bir şey değildi. İsrail’in eski konumunu elde edebilmesi için Erdoğan’ın yönetimden uzaklaşması gerekmekteydi. Son yıllarda bazı kesimlerce sık sık gündeme getirilen eksen kayması açıklamaları, Gezi Parkı Olayları ve 17/25 Aralık 2013 Yargı Darbesi’nin asıl amacı, Türkiye’nin menfaatleri ya da gençlerin masum özgürlük isteklerinden öte, Erdoğan’ın iktidarını devirmeye dönük darbe teşebbüsleridir. MİT’i, PKK ile işbirliği yapan bir kurum olarak göstermek suretiyle, halk nezdindeki değerini düşürmeye yönelik ilk saldırı Hakan Fidan’ın Oslo görüşmelerini internet ortamına sızdırmak suretiyle yapıldı. Çünkü Hakan Fidan, Oslo görüşmelerine önce Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı, daha sonra da MİT Müsteşar Yardımcısı olarak katılmıştı. Bu görüşmelerin içeriği kamuoyunda deprem etkisi yaratsa da, çok uzun sürmedi. Çünkü Erdoğan, “Fidan benim sır küpüm, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin sır küpü, Türkiye’nin geleceğinin sır küpüdür. Oslo Görüşmeleri’ne de, İmralı’ya da ben gönderdim” demek suretiyle Hakan Fidan’a sahip çıktı. Başlangıçta kamuoyunda oluşan olumsuz tepkiler yumuşadı, hatta ilerleyen süreçte çözüm sürecinin de yolunu açtı.

Hakan Fidan’a yönelik ikinci saldırı ise; KCK soruşturmasını yapan Özel Yetkili Cumhuriyet Savcısı Sadrettin Sarıkaya kanalıyla 7 Şubat 2012’de yapıldı. Savcı, Hakan Fidan’ı KCK/PKK konusunda şüpheli sıfatıyla sorgulamak istemişti. Ancak Erdoğan olayın farkına vararak bunu engelledi ve özel kanun çıkararak MİT mensuplarının yargılanması için Başbakanlık’tan izin alınması şartını getirdi. Şayet bunlar yapılmamış olsaydı, yani Fidan ifade vermek üzere savcılığa gitmiş olsaydı tutuklanıp cezaevine konacaktı. Bundan daha da önemlisi bu defa sıra Erdoğan’a gelecek ve belki de bugün ülkede bir darbe yönetimi iktidarda olacaktı. Erdoğan, bu oyunun da farkına erken vardı ve engelledi.

Üçüncü saldırı ise öncelikle The Washington Times ve The Wall Street Journal gazetelerinde sonrasında ise The The Washington Post’ta Hakan Fidan aleyhine makalelerin yayınlanması şeklinde oldu. Aynı merkezden çıktığı her halinden belli olan bu makalelerden bir tanesi Davos’ta “Moderatörlük” yapan Ignatius tarafından yazılmıştı. Ignatius makalesinde, “Ankara, MOSSAD için çalışan 10 İranlı ajanı Tahran’a ihbar etti” ifadesini kullanmıştı. Hakan Fidan’ı, “İsrail için çalışan ajanların kimliğini İran’a teslim etmekle” itham eden Ermeni asıllı Amerikalı gazeteci Ignatius, İsrail’in Mavi Marmara Saldırısı’ndan ötürü Türkiye’nin özür dileme isteğine direnmesinin nedeni olarak da bu olayı göstermişti.

Gereken anayasal değişiklikler yapılmadığı takdirde bu iktidardan sonra gelecek yeni iktidarlar döneminde tekrardan başa dönme ve “nerede kalmıştık?” sorusunun sorulma ihtimali oldukça fazladır. Bazı kişiler; “bu işler artık geride kaldı, kimse darbe yapamaz, hükümeti öyle veya böyle devirmeye cesaret edemez” diyebilir. Ancak Türkiye’nin gerçekleri maalesef bu değildir. Hemen her şey her an yaşanabilir.

Onun bunun denetiminde olan ve personel maaşlarının bile yabancı istihbarat kurumlarınca ödendiği bir MİT ile şimdiki MİT’in yaptıkları ortada. MİT, bugünkü yapısına bundan 20 yıl önce kavuşabilmiş olsaydı, Cumhurbaşkanı Turgut Özal suikasti başta olmak üzere Nihat Erim, Gün Sazak, Kemal Türkler, Adnan Kahveci, Musa Anter, Cem Ersever, Vedat Aydın, Çetin Emeç, Muhsin Yazıcıoğlu, Aselsan Mühendisleri, Ahmet Taner Kışlalı, Abdi İpekçi, Orgeneral Eşref Bitlis, Savcı Doğan Öz, Necip Hablemitoğlu, Albay Kazım Çillioğlu, Rahip Santoro, Hiram Abas, Üzeyir Garih, Muammer Aksoy, Uğur Mumcu, Hrant Dink cinayetleri ya yaşanmayacak ya da en azından failleri bulunacaktı.

Türkiye’de istihbarat alanında bu kadar güzel şeyler yaşanırken, Hakan Fidan gibi çok değerli bir insanın İran’a çalıştığına yönelik haberleri yazmaktan imtina etmeyen merkez ve paralel medyanın sahip ve kalemşörleri bakalım bundan sonra neler icat edecekler?

Bakıp göreceğiz.

Bunada Bakın

SİZLER; MUSTAFA KEMAL’İN DEĞİL ASKERLERİ, İTİNİN PİSLİĞİ BİLE OLAMAZSINIZ…

(Article 258 – 05.09.2019) Son dönemde Türkiye’de yaşanan bazı olaylar toplumun giderek kutuplaştığını ve bu …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Hacker Blog Hack Haber