Anasayfa / Makaleler / FETHULLAH GÜLEN KADIN BİLE PAZARLAMIŞ…

FETHULLAH GÜLEN KADIN BİLE PAZARLAMIŞ…

(Article 099-30.08.2016)

TÜRKİYE’NİN SON 40 YILIYLA İLGİLİ BİLDİKLERİNİZİN TAMAMINI UNUTUN, Fethullah Gülen KADIN BİLE PAZARLAMIŞ…

1993 yılı Türkiye’nin çok kötü, karanlık bir dönemidir. Faili meçhuller, birbiri peşi sıra yaşanan suikast ve infazlar, büyük şehirlere yayılan terör eylemleri, bombalamalar, kaos ve karışıklıklar yoğunlukla bu yıl içerisinde yaşanmıştır. 1993, aynı zamanda PKK terörünün barışçıl bir şekilde sona erdirilmesi ve sonrasında Kuzey Irak ile Türkiye’nin birleşmesini savunan Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın, bu iş için Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis’i bizzat görevlendirdiği yıldır. Eşref Bitlis, PKK terörünün barış yoluyla sona ereceğini savunuyor ve bölgenin ileri gelenleriyle çözüme yönelik görüşmeler yürütüyordu. 7 Şubat 1993’de “İncirlik Üssü’nden kalkan ABD uçakları PKK’ya yardım dağıtıyor.” şeklinde açıklama yapan Eşref Bitlis Paşa’nın uçağı, bu açıklamadan sadece 10 gün sonra henüz aydınlatılamayan nedenlerle 17 Şubat 1993’de Ankara’da düştü ve Paşa şehit oldu. Daha sonra Rıdvan Özden ve Bahtiyar Aydın gibi Bitlis’in ekibi içinde yer alan bazı yüksek rütbeli askerlerde görevleri başında öldürüldü.

Paşaların öldürülmesinden sonra sıra, “Musul ve Kerkük’e girelim” diyen Turgut Özal’a geldi. Bitlis’in ölümünden tam iki ay sonra Turgut Özal Çankaya Köşkü’nde zehirlenerek öldürüldüğünde tarihler 17 Nisan 1993’ü gösteriyordu.

Turgut Özal’ın ölümü Türkiye’deki tüm dengeleri bir anda değiştirdi. Süleyman Demirel, partisini Tansu Çiller’e teslim edip Cumhurbaşkanı sıfatıyla Çankaya Köşkü’ne çıktı ve çok arzuladığı Özal’ın koltuğuna oturdu. Türkiye’yi kaos ortamına götürecek sürecin ilk aşaması tamamlanmıştı. Bundan sonraki 8 yıl ise Türkiye açısından tam bir felaketler dönemi oldu. 1993-2001 arası dönem Türkiye’nin çöküş dönemidir. Birbiri peşi sıra kurulup dağılan hükümetler, çabucak bozulan koalisyonlar, erken seçimler, ekonomik krizler, terör eylemleri, kentlerde egemen olan mafya gruplanmaları, bunlarla işbirliği yapan siyasiler, emniyetçiler, basın ve medya mensupları ve tüm bunların üzerinde askeri vesayetin muazzam baskısı, kaybolan devlet otoritesi, batan ekonomi, yüzde 7500’lere ulaşan bankalar arası gecelik borçlanma faizleri, Ahmet Necdet Sezer’in Cumhurbaşkanlığına seçilmesi, bu zatın Milli Güvenlik Kurulu toplantısında dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’e Anayasa kitapçığını fırlatması, bunu takiben yaşanan Türkiye’nin en büyük ekonomik krizi, Kemal Derviş’in Türkiye’ye getirilmesi, siyasilerin entrikaları, boşaltılan kamu bankaları, batan bankaların devlet hazinesine yüklediği 250 milyar dolar maliyet ve daha neler neler.

1993 yılında sadece bunlar oldu sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Daha başka neler olmadı ki! 24 Ocak 1993’de Uğur Mumcu arabasında patlatılan bombayla öldürülürken, 28 Ocak 1993’de iş adamı Jak Kamhi’ye suikast düzenlendi fakat şans eseri Kamhi yara almadan kurtuldu. 5 Şubat 1993’de ANAP Milletvekili Adnan Kahveci kimlerce konulduğu bilinmeyen bir trafik tabelasından dolayı TEM otoyolunda yanlış bir yola girdi ve yaşadığı trafik kazasında eşi ve çocuğuyla birlikte hayatını kaybetti. 17 Şubat 1993’de yukarıda izah ettiğim üzere Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis uçak kazasında yaşamını yitirdi. 17 Nisan 1993’de Cumhurbaşkanı Turgut Özal hayatını kaybederken, 16 Mayıs 1993’te Süleyman Demirel TBMM tarafından Cumhurbaşkanı seçildi. 24 Mayıs 1993’te Bingöl-Elazığ karayolunda askerliklerini tamamladıkları için dönüş yolunda olan 33 sivil asker şehit edildi. 8 Haziran 1993’te Abdullah Öcalan “ateşkesi” sona erdirdiklerini açıkladı. 13 Haziran 1993’te Tansu Çiller DYP Genel Başkanı seçildi.

Haziran 1993’te Erdal İnönü Genel Başkanlığı bırakma ve siyasetten çekilme kararını alırken, 2 Temmuz 1993’te tarihe “Madımak Katliamı” olarak geçen elim olay yaşandı ve Sivas’ta Madımak Otelinin ateşe verilmesi sonucu 37 kişi yanarak hayatını kaybetti. 5 Temmuz 1993’te Başbağlar köyünü basan PKK 33 köylüyü öldürdü. Hemen akabinde 12 Temmuz 1993’te Anayasa Mahkemesi, terör odağı olduğu gerekçesiyle HEP’in kapatılmasına karar verdi. 27 Temmuz 1993’te Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’in görev süresi 1 yıl uzatılırken, 29 Temmuz 1993’te Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhittin Fisunoğlu görevinden alındı onun yerine Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na 1. Ordu Komutanı Org. İsmail Hakkı Karadayı getirildi. 4 Eylül 1993’te DEP Milletvekili Mehmet Sincar Batman’da öldürüldü. 11 Eylül 1993’te Erdal İnönü’den boşalan SHP Genel Başkanlığı makamına Murat Karayalçın seçildi. 22 Ekim 1993’te Diyarbakır Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Bahtiyar Aydın öldürülürken, 4 Kasım 1993’te çok değerli bir istihbaratçı olan Binbaşı Cem Ersever Ankara’da ölü bulundu.

Olayların ne kadar sık ve ne kadar planlı yapıldığını şimdi daha iyi anlayabiliyoruz değil mi? 1993 yılında yaşanan olaylardan sadece bir tanesi ele alalım ve bu olayın nasıl bir üst akıl tarafından planlanabileceğini lütfen düşünelim. Uğur Mumcu, Türkiye’nin yetiştirdiği son derece değerli araştırmacı gazetecilerin başında geliyordu. Araştırmacı gazeteci derken sakın ola ki Uğur Dündar ve Can Dündar ile karıştırmayın. Uğur Mumcu, Papa Suikastı başta olmak üzere Silah Kaçakçılığı ve Terör gibi birçok konuda kitap ve makaleler yayımlamış, ölümüne yakın dönemde PKK terörünün arkasında ki bilinmeyenleri açıklayacak bir kitap çalışması yaptığını etrafındakilere anlatmıştı. İşte bu durum birilerini rahatsız etti ve çok geçmeden Ankara’da evinin önünde arabası patlatılmak suretiyle öldürüldü. Bugün halen arabasının ne şekilde patlatıldığı çözülebilmiş değil. Uzaktan kumandayla mı, yoksa kontak ateşleme sistemiyle mi patlatıldı bu bile belli değil.

Nasıl ki Abdi İpekçi, Doğan Öz, Bedrettin Cömert ve Gün Sazak cinayetleri ile artan terör olayları 12 Eylül darbesini haklı hale getirmek için birileri tarafından planlandıysa, Uğur Mumcu suikastında da aynı film sahneye konulmuştur. Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Muammer Aksoy, Ahmet Taner Kışlalı ve Çetin Emeç suikastları, büyük stratejinin taktik hamleleri olarak gerçekleştirildi. Cinayetler, seçilen isimler, uygulanan yöntemler, kullanılan semboller neredeyse birbirinin aynı olmasına rağmen sürekli olarak hedef şaşırtma yoluna gidildi. Hatta bu cinayetlerin arkasında Türkiye’yi bir şeriat devleti haline getirmeyi planlayan İran’ın olduğu bile söylendi. Aslında bu yaşananlar ülkeyi 28 Şubat sürecine götürecek toplum mühendisliğinin birer parçasıydı. Uğur Mumcu cinayeti bugün halen büyük bir muamma olarak karşımızda duruyor. O dönem Ankara 1 Nolu DGM Savcısı Ülkü Coşkun’un söylediği ancak sonrasında inkar ettiği; “üstüme gelmeyin devlet yapmıştır, siyasi iktidar isterse çözer” cümlesinin üzerine ise nedense hiç kimse gitmedi gidemedi?

Aynı şekilde o dönem siyaset sahnesinin ağır toplarından Hüsamettin Cindoruk’un söylediği “zaten bekliyorduk” cümlesinin üzerine de hiç kimse gitmedi. Uğur Mumcu’nun eşi Güldal Mumcu’nun kitabında anlattıkları ile olay yeri tutanağı arasındaki farklılıkları da kimse izah edemedi. Cinayetten hemen sonra olay mahallini ve sokağı süpürerek temizleyen, bomba parçalarını ve önemli delilleri yok eden işçilerin ifadesi ise hiç alınmadı. Uğur Mumcu’nun öldürülmesinden sonra herkes olay yerine gelirken beyaz renkli kartal arabayla uzaklaşan kişi hakkında hiçbir soruşturma açılmadı. Dönemin DGM Başsavcısı Nusret Demiral asla konuşmadığı gibi, Mehmet Ağar’ın “tuğlanın birini çekersen duvar göçer” sözü üzerinde hiç durulmadı. Yeşil kod isimli Mahmut Yıldırım’ın Uğur Mumcu cinayetiyle ilgisi araştırılmadığı gibi olaydan hemen sonra dile getirilen İslami Hareket Örgütü isimli yapılanma hakkında da hiçbir araştırma yapılmadı. Suikastta kullanılan C4’ün adresi bilinmesine rağmen olayın üzerine gidilmedi ve daha da önemlisi olayı inceleyen savcılardan Kemal Ayhan’ın ani ölümüyle ilgili olarak herhangi bir soruşturma açılmadı, Kemal Ayhan’a otopsi bile yapılmadı.

Türkiye işte bu kadar yoğun kaotik olayların yaşandığı 1990’lı yıllarda hemen her gün kamuoyunu derinden sarsan yeni bir olay veya olaylar silsilesine gözünü açtı. Yaşanan her olay bir gün öncesinde yaşanan olayın acısını bastırıyor, Türk kamuoyunun dikkatini bir anda başka yönlere kaydırıyordu.

Öyle bir dönem düşünün ki hiç kimse acısını bile tam anlamıyla yaşayamıyor. Her gün yeni bir olay, yeni bir skandal, yeni bir facia patlak veriyordu.

Buraya kadar sıralanan olayların, sadece ve sadece gazetelerin ön sayfalarında kendine yer bulabilmiş olayları ve kişileri kapsadığını hiçbir zaman unutmayın. Bir şehrin çöplüğünde veya şehirlerarası bir yolun refüjünde veya bir ormanın içinde veya bir arabanın içinde öldürülmüş, intihar etmiş, şüpheli şekilde yaşamını yitirmiş insanlarda cabası.

28 Şubat, Başbakan Necmettin Erbakan’ı pasifize etmeye yönelik olarak 28 Şubat 1997’de yapılan Milli Güvenlik Kurulu toplantısı sonucu açıklanan kararlarla başlayan ve irticaya karşı olduğu iddia edilen ordu ve bürokrasi merkezli bir süreçtir. 28 Şubat kararları Türkiye’de siyasi, idari, hukuki ve toplumsal alanlarda yaşanan köklü değişimlere neden olmuştur. Bilmeyenler için Post-modern darbenin öncesinde ve sonrasında yaşananları özetlemekte fayda vardır.

Her şey Refah Partisi’nin 1995 sonunda sandıktan birinci parti çıkmasıyla başladı. Türkiye, Aralık 1995’te yapılan genel seçimlerde bir ilki yaşıyordu. Milli Görüş’ün lideri Necmettin Erbakan sandıktan zaferle çıkmış, yüzde 21 oyla Meclis’teki 550 sandalyenin 158’ini kazanmıştı. Uzunca sayılan bir sürecin ardından Refah Partisi ile DYP koalisyon kurmuş Necmettin Erbakan’da Başbakan olmuştu. Milli Görüş kökenli birinin Başbakan olması Ordu ve laik çevreler üzerinde ciddi bir rahatsızlık yarattı. Huzursuzluğun ilk sinyali Ağustos 1996’daki YAŞ toplantısında kendini gösterdi. Erbakan’ın Yüksek Askeri Şura üyelerine verdiği yemekte Oramiral Güven Erkaya’nın garsona ‘bana rakı getirin evladım’ demesi gazete manşetlerine taşınıyor, köşe yazarlarının bazıları Paşa’nın bu tutumunu ayakta alkışlarken, onun bu davranışını “laik, demokratik Cumhuriyet”in geleceği açısından önemli bir teminatı olarak görüyorlardı. Bu gelişmenin ardından demeçler birbiri peşine gelmeye başladı. Barolar Birliği Başkanı Eralp Özgen ile Yargıtay Başkanı Müfit Utku, mutad olduğu üzere adli yıl açılışındaki konuşmalarında şeriat ve laikliği gündeme taşıdılar. İki hafta geçmemişti ki bu defa TÜSİAD’ın açıklamaları gündeme oturdu. TÜSİAD, icranın başında yeni seçilmiş bir hükümet varken erken seçim talebini dile getiriyordu. Gerekçe olarak da ekonominin kötüye gitmesini ileri sürüyorlardı.

Erbakan’ın öncelikle İran’a ardından da Ekim 1996’daki Mısır, Libya ve Nijerya’ya yaptığı ziyaretler Merkez Medyanın Erbakan’a yönelik baskısını şiddetlendirdi. Türkiye’nin İranlaşma eğilimi içerisinde olduğu manşetlerden veriliyordu. Hatta Libya gezisinden dolayı TBMM’de Erbakan hakkında gensoru önergesi bile verildi ancak kabul görmedi.

23 Ekim 1996’da Ankara otogarında ortaya çıkan Aczmendilerin zikir görüntüleri ise işin boyutunu bir başka yöne kaydırdı. İki ay sonra ise bu defa Fadime Şahin olayı patlak verdi. Aczmendi lideri Müslüm Gündüz, Fadime Şahin ile birlikte bir evde basıldı ve bu operasyon adeta canlı olarak yayınlandı. Medyada bu olay günlerce tartışılırken dindar insanlar töhmet altında bırakıldı. Sonrasında ise sahte şeyh Ali Kalkancı televizyonlara çıktı. 3 Kasım 1996’da meydana gelen Susurluk kazası ve Erbakan’ın bu olay için ‘fasa fiso’ tabirini kullanması gündemi çokça meşgul etti. Neticede İçişleri Bakanı Mehmet Ağar istifa ederken, onun yerine Meral Akşener getirildi.

Tarihler 7 Aralık 1996’yı gösterdiğinde ise bu defa devreye Ankara DGM savcısı Nuh Mete Yüksel girdi ve Başbakan Erbakan, Çalışma Bakanı Necati Çelik ile bazı milletvekilleri hakkında suç duyurusunda bulundu. Fakat olaylar bununla sınırlı kalmadı. 10 Aralık 1996’da toplanan Rektörler komitesi yayınladığı deklarasyonla, Susurluk ve özgür basına baskı konularında Hükümete çok sert uyarılarda bulundu. Deklarasyonu okuyan kişi ise YÖK Başkanı Kemal Gürüz’ün bizzat kendisiydi. İki hafta sonra koalisyonu oluşturan DYP’nin bazı vekilleri istifa ederek Hüsamettin Cindoruk liderliğinde Demokratik Türkiye Partisi’ni kurdu.

11 Ocak 1997’de ise “Meşhur İftar” yemeği gerçekleşti. Dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan, 11 Ocak 1997 Cumartesi günü, Başbakanlık Konutunda tarikat liderleri ve şeyhlere iftar yemeği verdi. Bu yemek irtica ile ilgili haberlerin birbiri peşi sıra yayımlanmasının fitilini ateşledi. Medyada art arda çıkan “Taksim’e cami”, “Ayasofya ibadete açılacak”, “500 tarikat 5 bin şeyh”, “Defileler yasaklanıyor” gibi manşetler askerleri de harekete geçirdi. Bu olaylar üzerine yüksek rütbeli subaylar Gölcük’te irtica toplantısı gerçekleştirdi. Gazeteler bu toplantıyı, “Orgeneral rütbesindeki 9 komutan 72 saat boyunca üst üste toplantı yaptı” şeklinde duyurdu. Yüksek rütbeli subayların Gölcük’te toplanarak irticanın iktidarda olduğunu tartıştıkları günler boyu yazılıp çizildi.

30 Ocak 1997 gecesi Sincan Belediyesi’nin düzenlediği Kudüs Gecesi isimli bir organizasyona İran Büyükelçisi Ali Rıza Bugheri’nin katılması ve “Cihat” isimli bir oyunun sahnelenmesi bardağı taşıran son damla oldu. Star muhabiri Işın Gürel saldırıya maruz kaldı. Belediye Başkanı Bekir Yıldız tutuklanıp mahkûm edildi. Ertesi gün Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, Siyasi Partiler Kanunu’na aykırı davrandığı gerekçesiyle Refah Partisi’ni uyardı. Ardından dönemin başsavcısı Vural Savaş Erbakan’ın ülkeyi iç savaşa doğru sürüklediğini ileri süren açıklamasını yaptı. 4 Şubat 1997’de ise Ankara Sincan’da askerler 20 tank ve 15 zırhlı araçla geçiş yaptı. Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya “İrtica, PKK’dan daha tehlikeli” terimini kullandı. Şubat ayının başlarında bu defa ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz devreye girdi ve “Türkiye kaosa gidiyor, güç birliği yapmaya hazırız.” şeklinde açıklama yaptı. Onun bu açıklamasını Cindoruk’un “RP düzeni silahla değiştirecek” beyanatı izledi. Olaylar çok hızlı gelişiyordu. 5 Şubat 1997’de bu defa sazı eline alan kişi Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel idi. Demirel, Başbakan Erbakan’a birkaç uyarı mektubu gönderdi.

11 Şubat 1997’de Ankara’da “Şeriata Karşı Kadın Yürüyüşü” yapıldı. Her gün ekranlarda haberler yapılıyor, gazeteler manşetler atıyordu. Muhalefet, sendikalar, iş dünyası hep aynı korkudan bahsediyordu. Bu korkunun adı “İrtica” idi.

Tarihler 28 Şubat 1997’yi gösterdiğinde Cumhuriyet tarihinin en uzun Milli Güvenlik Kurulu toplantısı yapıldı. Başbakan Necmettin Erbakan’a yapılan baskılar iyiden iyiye arttı ve “bin yıl sürecek” denilen yeni bir sürece girildi. MGK toplantısında alınan kararlar hükümete bildirildi ve laiklik konusunda mevcut yasaların uygulanması istendi. Başbakan Erbakan, MGK kararları yumuşatılmadığı takdirde söz konusu toplantı kararlarını imzalamayacağını söyledi ve imzalamadı da. Ancak 13 Mart 1997’de beş günlük direncin ardından MGK kararlarını imzalamak zorunda kaldı. Erbakan daha sonra bu kararları imzalamadığını sadece ön yazıyı imzaladığını söyledi. MGK kararlarını uygulama komitesi kurularak ülke çapında irticacı avı başlatıldı.

21 Mayıs 1997’de Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş, ”ülkeyi iç savaşa sürüklediğini” söyleyerek, Refah Partisi’nin kapatılması için dava açtı. Bu olayları bir takım fişlemeler takip etti. Akademisyenler, subaylar ve yöneticiler görevlerinden uzaklaştırıldı. Meslek liselerinin ortaokul kısımları kapandı, bazı öğrencilerin üniversitelere girişi katsayı uygulamasıyla engellendi.

3 Haziran 1997’de Susurluk Davası’nın görülmesine bağlandı. 7 Haziran’da Genelkurmay, irticai faaliyetleri desteklediği iddiasıyla bazı firmalara ve bunların ürünlerine karşı ambargo başlattı. 10 Haziran 1997’de Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay başkan ve üyeleri Genelkurmay Başkanlığı’na çağrılarak kendilerine irtica konusunda brifing verildi.

Ülkede peş peşe yaşanan bu olumsuzlukların doğal bir sonucu olarak 18 Haziran 1997’de Necmettin Erbakan Başbakanlıktan istifa etti. O anki Meclis aritmetiği Erbakan’ın istifa etmesi durumunda Tansu Çiller’in Başbakan olmasını gerektiriyordu. İşte bu noktada Demirel sahneye çıktı ve 19 Haziran 1997’de hükümet kurma görevini azınlık konumunda olan ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz’a verdi.

30 Haziran 1997’de Mesut Yılmaz, Bülent Ecevit ve Hüsamettin Cindoruk ile birlikte ANASOL-D Hükümeti’ni kurdu. Bu koalisyon hükümeti, Türkiye Cumhuriyeti’nin en başarısız hükümeti olarak tarihe geçti. Erbakan ve Çiller tarih sahnesinden silindi. 2001 yılı Şubat ayında patlayan Bankalar Krizi 27 bankaya el konulmasına, milyarlarca doların buharlaşmasına, devlet iç borçlanma faizlerinin zirve yapmasına, yüzbinlerce şirketin iflasına ve milyonlarca insanın işsiz kalmasına yol açtı.

Eski Genelkurmay Başkanlarından Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu “28 Şubat 1000 yıl sürecek” demiş olsa da Türkiye’nin toplumsal ve siyasi yaşamındaki büyük çaplı değişimler daha güçlü çıktı; yaklaşık 5 yıl sonra kararların hedefindeki siyasi oluşumun bünyesinden çıkan Recep Tayyip Erdoğan ve onu kurduğu Adalet ve Kalkınma Partisi tek başına iktidara geldi.

Yıllar sonra ortaya çıkan bilgi ve belgeler 28 Şubat sürecine yeni bir boyut kazandırdı. Ergenekon ve Balyoz soruşturmaları 28 Şubat’a kadar uzandı. 2012 yılında TBMM, darbeleri araştırma komisyonu kurdu ve 28 Şubat başta olmak üzere askeri darbeleri araştırmaya başladı. 2 Ekim 2012 tarihinde dönemin Başbakan Yardımcısı ve DYP Genel Başkanı Tansu Çiller ‘mağdur’ sıfatıyla ifade verdi.

Türkiye’yi 28 Şubat sürecine götüren olaylar silsilesinin baş aktörleri içerisinde Ordu, YÖK, Üniversiteler, basın ve medya grupları, işadamları, yargı mensupları, dernekler, oda ve birlikler ön sıralarda geliyordu. 28 Şubat sürecinde görev yapan Sabih Kanadoğlu, Vural Savaş ve Abdurrahman Yalçınkaya gibi Yargıtay Cumhuriyet Başsavcıları ile Devlet Güvenlik Mahkemesi Savcısı Nuh Mete Yüksel tarzındaki hukukçu tiplerini hafızanızı zorlayarak lütfen gözlerinizin önüne getirin. Kanun hukuk tanımaz bu zatı muhteremlerin Türkiye’yi yıllar boyu nasıl kaotik bir ortama soktuğu, başta Türk siyasi hayatı olmak üzere Türkiye’nin ekonomik kalkınmasına ne türden zararlar verdiği ortadadır.

28 Şubat 1997 Post-Modern Darbesi’ni yapan askerler Sincan sokaklarında tank yürüttüklerinde 28 Şubat’ın “bin yıl” süreceğini avaz avaz bağırıyorlardı. Manşetler birbiri peşi sıra atılıyor, üniversite rektörlerinden medya patronlarına kadar herkes darbe çığırtkanlığı yapıyordu. Devir askerlerin devriydi. 2000’li yılların başlarına gelindiğinde aradan 3 yıl geçmesine rağmen ülkede halen askerlerin borusu ötüyordu. Paşalar, kendilerine muhalif gördüğü genel yayın yönetmenlerini gazetelerin başından hemen aldırabiliyor, köşe yazarlarına istedikleri yazıları yazdırabiliyorlardı. O dönemin en gözde ve en cevvâl komutanlarından birisi ise hiç şüphesiz Orgeneral Çevik Bir’di.

O sırada Ecevit Başbakan’dı. DSP, ANAP ve MHP koalisyonu iş başındaydı. Başbakan Bülent Ecevit, 6 Ocak 2000’de Cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili yeni bir öneri ortaya attı: “Türkiye‘de bir istikrar dönemi yaşıyoruz. Sayın Demirel’in Cumhurbaşkanlığı süresi eğer bir dönem daha uzatılabilirse bu istikrarın güçlenerek devam edebileceği kanısındayım.” şeklinde ilginç bir açıklama yaptı. Halbuki o günlerde Türkiye’de olmayan tek şey herhalde “istikrar”ın bizzat kendisiydi. Bu fikir koalisyonun büyük ortağı MHP ve Meclis’in çoğunluğu tarafından hemen kabul gördü. Üstelik askerler de Demirel’i istiyordu. Ne de olsa askerin bir dediğini iki etmiyordu. Ancak Demirel’in tekrar Cumhurbaşkanı seçilebilmesi için Anayasa’nın ilgili maddesini değiştirmek gerekiyordu.

7 Mart 2000 tarihinde DSP, MHP, ANAP ve DYP’den 406 milletvekilinin imzasıyla söz konusu önerge Anayasa Komisyonu’na gönderildi. Ancak Fazilet Partisi Lideri Recai Kutan, “Nasıl olur da ülkenin istikrarı tek bir kişiye bağlanabilir” diyerek ortaya bir kılçık attı. Ortada bir de Çankaya’ya çıkmayı arzulayan Mesut Yılmaz faktörü vardı. Mesut Yılmaz, Demirel’i saf dışı bırakabilirse emeline ulaşabilirdi. Bahçeli’nin Cumhurbaşkanı olmak gibi bir arzusu zaten yoktu. Ecevit ise üniversite mezunu olmadığı için gerekli şartları sağlayamıyordu. Askerlerce aforoz edilen Recai Kutan ve Tansu Çiller ise 28 Şubat’ın mağdurlarıydı. Geriye bir tek kendisi kalıyordu. Aday olduğu takdirde en kötü ihtimalle dördüncü turda Meclis kendisini seçmek zorunda kalacak, aksi durumda Meclis feshedilecek ve yeni bir siyasi kriz ortaya çıkacaktı.

29 Mart 2000’de Demirel’le ilgili Anayasa değişikliği önergesi Meclis’e geldi. Öneri sahipleri kendilerinden oldukça emindi. Ne de olsa önergede 406 milletvekilinin imzası vardı. Ancak koalisyon ortaklarının hesapları tutmadı ve önergenin kabulü için gereken 330 oya bile ulaşılamadı. Ecevit ve Bahçeli çok sinirlendi. 3 Nisan’da yapılan ikinci oylamada da yine sonuç alınamadı. Ecevit’in istediği olmamış, Demirel’i 7 yıl daha Çankaya’da tutmayı başaramamıştı. Demirel, istemeye istemeye Çankaya’dan inip Güniz Sokak’taki evine yerleşmek zorunda kaldı.

26 Nisan 2000’e kadar yeni bir Cumhurbaşkanı adayı bulunması gerekiyordu. Ecevit, 10 Nisan 2000 tarihinde yeni bir isim üzerinde uzlaşmak üzere koalisyon ortaklarına çağrı yaptı. Aksi takdirde olayların büyüyeceğinden ve askerin konuya el atacağından emindi. Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu, herhangi bir kişiyi işaret etmiyor ancak “ciddi, dürüst ve şaibesiz” bir Cumhurbaşkanı görmek istediklerini sağır sultanın bile duyacağı şekilde ortalık yerde konuşuyordu. Hatta üç gün sonra yaptığı açıklamada biraz daha ileriye gidiyor ve “Türkiye siyasetini ilgilendiren her meselede olduğu gibi asker, elbette ki bu seçimin de içindedir.” diyerek gereken uyarı, ihtar ve ince ayarı yapmayı da ihmâl etmiyordu.

22 Nisan’da koalisyon ortakları yine bir araya geldi. Kriz gittikçe büyüyordu. Mesut Yılmaz hâlâ umutluydu. Ancak Devlet Bahçeli onun bütün umudunu kırdı ve aralarında sert bir tartışma yaşandı. Yılmaz toplantıyı terk etti. Seçime sadece 3 gün kalmıştı. Ecevit ismini bir sır gibi sakladığı acil eylem planını devreye soktu ve Anayasa Mahkemesi Başkanı Ahmet Necdet Sezer’in ismini Cumhurbaşkanı adayı olarak ortaya attı. Bu isme o sırada hiç kimse itiraz etmedi. Sezer Anayasa Mahkemesi Başkanı sıfatıyla Nisan 1999’da ünlü bir konuşma yapmış ve o günden beri herkesin gönlünde taht kurmuştu. O tarihi konuşmasında şunları söylemişti Sezer: “Düşünce özgürlüğü demokrasinin temeli ve ayrılmaz parçasıdır. Düşünce suç sayılırsa demokrasi olmaz. Eyleme dönüşmeyen düşünce açıklamaları cezalandırılamaz. Anayasa ve yasalardaki düşünce özgürlüğünü kısıtlayan hükümler, altına imza koyulan uluslararası anlaşmalar çerçevesinde değiştirilmelidir. Türkiye insan hakları alanında evrensel normlara uyum sağlamak için yasalarında gerekli değişiklikleri yapmak zorundadır. Düşünceyi açıklama özgürlüğü ile bağdaşmayan yasa kuralları değiştirilmelidir. Anayasa ve yasalar özgürlüğü engelleyen öğelerden arındırılmalı, özgürlük alanı genişletilmelidir. Düşünce özgürlüğü alanında demokratik değerlere yer verilmelidir.”. (Bu konuşmanın birebir benzerini yıllar sonra Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın yaptığını da lütfen hatırlayın)

Bu konuşma onun en sağlam referanslarından biriydi. Bahçeli ve Yılmaz hemen iknâ oldu. Ama diğer liderlerinde ikna edilmesi gerekiyordu. Meclis oy birliğiyle Sezer’e “Evet” demeliydi aksi takdirde askerler seslerini yükseltebilirdi. Çünkü askerler Sezer’i pek sevmiyordu. Sezer, 28 Şubat sürecinde Türkiye’nin “aydın demokratlarına” ayar çekmek izin düzenlenen Genelkurmay brifinglerine katılmamıştı. Ayrıca Anayasa Mahkemesi Başkanlığı’na muhafazakâr olarak bilinen isimlerin oylarıyla seçilen Sezer, YAŞ toplantılarından çıkan kararların da yargı denetimine açılması gerektiğini savunuyordu.

Sezer’in bu konuşması sonraki yıllarda birçok kişiye emsâl teşkil etti. Mayıs 2013 Gezi Olayları ve 17/25 Aralık 2013 Yargı ve Emniyet Darbesi esnasında görevde bulunan Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç ve Yargıtay Başkanı Ali Alkan gibi vesayet kurumlarının başkanları, Cumhurbaşkanı makamına oturabilmek ya da darbe sonrası kurulacak yeni hükümetin başı olabilmek için sürekli “Sezer”vâri açıklamalar yapıp onu örnek almayı ihmal etmediler.

25 Nisan 2000’de bir ilk gerçekleşti ve Ahmet Necdet Sezer tüm partilerce Cumhurbaşkanlığı’na aday gösterildi. 27 Nisan’da Meclis toplandı, ancak ilk iki turda yeterli çoğunluk sağlanamadı. 5 Mayıs 2000 günü Meclis üçüncü tur için toplandığında, Sezer’in seçilmesine kesin gözüyle bakılıyordu. Fakat Meclis’e gelen haber kısa süreli de olsa ortalığı karıştırdı. Ordu, Sezer’i istemediğini net bir mesajla Ecevit’e bildirdi. Ancak artık geriye dönüş yoktu. Sonuçta Ahmet Necdet Sezer, 330 oyla 10’uncu Cumhurbaşkanı seçildi.

  1. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, 7 yıl 3 ay 12 gün görevde kaldı. Görev süresi boyunca 72 yasa, 7 KHK, 14 Bakanlar Kurulu Kararı, 769 müşterek kararname ve atamalara ilişkin 30 Bakanlar Kurulu Kararı’nı iade etti. Cumhuriyettarihinin en pasif Cumhurbaşkanlarından birisi oldu. Çankaya dışına nadiren adım attı. Basına hiç mülâkat vermedi, fotoğraf ve görüntülerinin çekilmesinden haz etmedi. Zorunlu olmadıkça açılış törenlerine de katılmayan Sezer, ender olarak katıldığı açılış törenlerinde kurdele kesmek için eline makas bile almadı. 2004 yılında Çankaya Köşkü’nde oğlu Levent Sezer’i evlendirdi. “Miraç Gecesi”ne denk gelen oğlunun düğününde davetlilere “içki servisi” yaptırdı. AK Partikarşıtı yayın yapan Kanaltürk’ün 5 yıldızlı otel resepsiyonuna katılırken, şehit cenazelerine ve Çanakkale kutlamalarına katılmamayı tercih etti.

Ancak Sezer’i “Sezer” yapan esas olay 21 Şubat 2001 tarihli MGK toplantısında gerçekleşti. Türkiye tarihinde ilk defa MGK toplantısındaki bir tartışma kamuoyuna intikal etti. Sezer, dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’e MGK toplantısında yaşanan tartışma sırasında Anayasa kitapçığı fırlattı. Ecevit, toplantı sonrası kameralar karşısında ağlamaklı bir ses tonu ile “Cumhurbaşkanı’nın MGK’yı arenaya çevirdiğini” söylüyor ve saygısızca bir harekette bulunduğunu ifade ediyordu. MGK krizinin ardından Türkiye, tarihinin en büyük ekonomik kriziyle karşı karşıya kaldı. Borsa çökerken, döviz patladı, faizler yükselişe geçti. Aynı saatlerde Türkiye’den bir anda 7,6 milyar dolarlık döviz çıkışı gerçekleşti. Repo piyasasında gecelik faizler yüzde 7.500’lere fırladı. Bono faizleri yüzde 200’ü geçti. Siyasi krizin ilk günü 683 bin lira olan dolar kuru 1 milyon lirayı geçti, bir hafta sonra ise 1 milyon 350 bin liraya ulaştı. “Kara Çarşamba” olarak adlandırılan 21 Şubat 2001 krizi, sonraki günlerde 27 bankaya devlet tarafından el konulması, yüz binlerce şirketin kapanması ve milyonlarca kişinin işsiz kalması ile sonuçlandı. Bugün yapılan bazı hesaplamalar bu krizin Türkiye’ye olan direkt ve endirekt maliyetinin 250 milyar doları geçtiğini ortaya koydu.

Sezer, en son golünü ise giderayak attı. 7 yıl olan Cumhurbaşkanlığı görev süresini kendi kafasına göre uzatma yoluna gitti ve bu makamı 3 ay 12 gün boyunca haksız yere işgal etti. Sonra bir gece ansızın Çankaya Köşkü’nü boşaltıp ortadan kayboldu. Bugün Sezer’i ne gören var ne duyan, ne hayırla yâd eden var ne de hâlini soran.

Buraya kadar yazılanlar Beyaz Türklerin özlem duyduğu eski Cumhuriyet’in özetiydi.

2002 seçimleri işte tam da böyle bir ortamda yapıldı. Adalet ve Kalkınma Partisi tek başına iktidara geldi. Seçim sonuçlarını en güzel ifade eden başlığı ise Fransız Le Figaro gazetesi atıyordu “Türkler bağırsaklarını boşalttı”. O güne kadar hiç kimsenin dikkate bile almadığı bir parti, diğer partilerden yılmış Türk halkının genel desteğini alarak iktidara geldi.

AK Parti iktidarının 12 yılda yaptıklarını burada anlatmaya sayfalar kifayet etmez. 35 milyar dolar düzeyinde olan ihracat rakamının 160 milyar dolara, 27 milyar dolarlık döviz rezervinin 135 milyar dolara yükselmesi, 250 milyar dolarlık yurtiçi hasılanın yaklaşık bir trilyon dolara dayanması, Yavuz Sultan Selim’in 1517 yılında Mısır’dan ganimet olarak getirdiği 283 ton altınla dolan devlet hazinesinin aradan 497 yıl geçtikten sonra ilk defa 2014 yılında 560 ton altın seviyesine yükselmesi, eğitim ve sağlık konusunda yapılan reformlar, Uluslararası Para Fonu’na olan 27 milyar dolarlık borcun sıfırlanması, karayolu, havalimanı ve demiryolu yatırımları, Marmaray projesi, Avrasya Tüp Geçidi, Üçüncü İstanbul havalimanı ve Yavuz Sultan Selim Köprüsü, Osman Gazi Körfez Geçiş Köprüsü yatırımları, Türk vatandaşlarına yönelik seyahat vizelerinin kaldırılması, Türkiye’nin bölge ve dünya genelinde artan itibarı ve daha niceleri.

Türkiye’nin giderek artan ekonomik ve politik istikrarı bir anda Batılıların dikkatini çekince Türkiye’yi istikrarsızlaştırmanın yolları aranmaya başlandı. Mayıs 2013’de yaşanan Gezi Olayları, 17/25 Aralık 2013 tarihinde yaşanan Yargı Darbesi bu oyunun bir parçası olarak sahneye konuldu. Ardından Doğu ve Güneydoğu’da yeni bir olay tezgahlandı. Kobani bahanesiyle 6-7 Ekim 2014 olayları patlak verdi. HDP’li Demirtaş’ın çağrısıyla 50 insanın öldürülmesi, daha da öte vahşice katledilmesi, eylemlerin “yak- yık- yıldır” şeklinde gerçekleşmesi bir dizi gelişmeye sebep oldu. Çözüm süreci ve PKK’lı Kürtlerle ilgili güçlü negatif algılar oluştu. Yakılacak dükkânlar ve saldırılacak gruplar önceden belirlenmişti. Yaşananların organizasyon olduğuna işaret eden ilk olay: Bağlar’da bulunan Köy-Der adlı dernekte kurban eti dağıtmak üzere hazırlık yapanlara yönelik olarak gerçekleşti. Bu sırada 40 yaşındaki Turan Yavaş olay yerinde öldü. Hüseyin Ahmet Dakak, Hasan Gökgöz ve Riyat Güneş ise dernekten kaçarak yan caddede bir eve sığındı. Saldırgan grup, evin çevresini sararak üç kişiyi içeride linç ederek öldürdü. Bir kişi üçüncü kattan aşağı atılırken, bir diğerinin cesedi kısmen yakıldı, birinin ise boğazı kesilerek öldürüldü.

Kobani olaylarında olup bitenler Ruanda’da Tutsilerin Hutuları kesmesi gaddarlığı derecesinde gerçekleşti. Kendisini mağdur olarak tanımlayan, hak arama mücadelesi yaptıklarını söyleyen, bir milletin onuru için mücadele ettiklerini ifade edenler nasıl oldu da gaddar bir şekilde insanları kesip yaktı? Sosyal psikolojinin önemli isimlerinden Philip Zimbardo “insan doğası geçişkendir, iyiden kötüye kolaylıkla geçebilir” der. Dünün mazlumları, bugün kolaylıkla zalim olabiliyor. Gandi filminde şöyle bir sahne vardır: İngilizlerin emrindeki Hintli askerler, göstericileri döverek kovalar. Bir noktada göstericiler geri döner ve askerleri kovalar. Askerler bir karakola sığınır. Göstericiler karakolu ateşe verir ve onları diri diri yakarlar. İnsanları sokağa çıkmaya davet ederek olayları başlatan Demirtaş ise kendisini o günlerde şöyle savunuyordu: “Ben sokağa çıkın dedim, öldürün demedim.” Bu açıklamada en ufak bir vicdan sızlaması veya hata yapmış olabileceğine dair ufacık bir ima bile bulunmuyor. KCK örgütlülüğünde hassaslaşmış bir kitleyi sokağa davet etmenin, bu türden katliamlara yol açacağını öngörememek de oldukça vahim bir tutum değil mi?

Türkiye’de sadece son bir yılda yaşanan 16 bombalı saldırıda 344 kişi hayatını kaybetti, 1682 kişi yaralandı. Çoğu canlı bomba ve bomba yüklü araçlarla gerçekleştirilen bu saldırılarda sivillerin yanı sıra asker ve polislerde hedef oldu. 7 Haziran 2015 Genel Seçimlerinden iki gün önce Diyarbakır’da HDP mitingi sırasında yaşanan patlamada beş kişi hayatını kaybetti, 400 kişi yaralandı. Seçimlerden hemen sonra 20 Temmuz 2015’te Şanlıurfa’nın Suruç ilçesinde Amara Kültür Merkezi önünde canlı bomba saldırısı meydana geldi. Saldırıda Kobani’ye destek için basın açıklaması okuyan Sosyalist Gençlik Dernekleri Federasyonu (SGDF) üyesi 33 kişi hayatını kaybetti, 104 kişi yaralandı. Her iki saldırıyı da IŞİD üstlendi. Üçüncü büyük patlama bu defa Türkiye’nin kalbinde 10 Ekim 2015’te çok sayıda siyasi parti, sivil toplum örgütü ve sendikanın destek verdiği “Emek, Barış ve Demokrasi Mitingi” için Ankara’ya gidenlerin toplandığı Ankara Tren Garı kavşağında meydana geldi. İki ayrı patlamada 109 kişi hayatını kaybetti, 500’ü aşkın yurttaş yaralandı. Bu saldırı tarihe “Türkiye’nin en kanlı terör eylemi” olarak geçti.

2016 yılının ilk saldırısı Sultanahmet meydanında yaşandı. 12 Ocak’ta Sultanahmet Meydanı’ndaki Dikilitaş yakınında turistlerin hedef alındığı canlı bomba saldırısı düzenlendi. 10 kişi hayatını kaybetti, 15 kişi yaralandı. 17 Şubat 2016’da Ankara’nın Çankaya ilçesinde devlet binalarına yakın bir noktada askeri servis araçlarının geçişi esnasında bomba yüklü bir araç patlatıldı. 29 kişinin hayatını kaybettiği, 61 kişinin yaralandığı saldırıyı Kürdistan Özgürlük Şahinleri (TAK) üstlendi. Bu saldırıdan 3 hafta sonra Ankara’da ikinci bir patlama daha gerçekleşti. 13 Mart 2016’da Kızılay Meydanı’na yakın bir noktada gerçekleşen bombalı saldırıda 37 kişi hayatını kaybetti, 125 kişi yaralandı. Bu saldırıyı da TAK üstlendi. 6 gün sonraki hedef ise İstanbul idi. 19 Mart 2016’da İstiklal Caddesi üzerinde kendisini patlatan canlı bomba bu kez turistleri hedef aldı. Dört kişinin hayatını kaybettiği, 36 kişinin yaralandığı saldırıyı IŞİD üstlendi. 27 Nisan 2016’da ise bu defa Bursa Ulu Camii yakınında canlı bir bomba kendisini patlattı. Can kaybının yaşanmadığı ancak 13 kişinin yaralandığı bu saldırıyı da TAK üstlendi.

Türkiye’nin hemen her noktasında patlamalar yaşanıyor, ülkede bir kaos ortamı yaratılmaya çalışılıyordu. Bu olaylar sanki gelecekte yaşanacak bazı olayların habercisi gibiydi. 1 Mayıs 2016’da bu defa patlama yaşanılan nokta Gaziantep İl Emniyet Müdürlüğü binası oldu. IŞİD’in üstlendiği intihar saldırısında 3 polis yaşamını yitirirken, 22 kişi yaralandı.

2 Nisan 2016’da bu defa PKK, Mardin’in Kızıltepe ilçesinde askerlik şubesine bomba yüklü araçla saldırdı. Patlamada bir kişi hayatını kaybetti; üçü çocuk, ikisi asker 11 kişi yaralandı.12 Mayıs 2016’da Diyarbakır’ın Sur ilçesine bağlı Dürümlü köyünde patlayıcı yüklü kamyon infilak etti. Patlamada 16 kişi hayatını kaybederken, 23 kişi yaralandı. 12 Mayıs 2016’da ise bu defa İstanbul Sancaktepe’de bomba patladı. Türk Silahlı Kuvvetleri personelini taşıyan servis aracının geçişi esnasında, park halindeki bir aracın patlaması sonucu gerçekleşen saldırıda can kaybı yaşanmazken, sekiz kişi yaralandı. Saldırıyı PKK üstlendi. 7 Haziran 2016’da yoğun insan trafiğinin olduğu Vezneciler’de zırhlı polis araçlarına yönelik gerçekleştirilen saldırıda yedisi polis olmak üzere 11 kişi hayatını kaybetti, 36 kişi yaralandı. 8 Haziran 2016’da Mardin’in Midyat ilçesinde Emniyet Müdürlüğü’ne bomba yüklü araçla saldırı düzenlendi. İstanbul’daki en büyük patlama ise 28 Haziran 2016’da Atatürk Havalimanı dış hatlar terminaline yönelik üç bombalı intihar saldırısı ile yaşandı. Havalimanında bekleyen yolcuların üzerine ateş açıldı. Patlamalarda 44 kişi yaşamını yitirirken, 237 kişi yaralandı.

Bu arada 15 TEMMUZ 2016 DARBESİ yaşandı. Son bombalı saldırı 21 Ağustos 2016’da Gaziantep’te sokakta yapılan bir kına gecesine düzenlendi. Bu bombalı saldırıda ise 54 kişi hayatını kaybederken 91 kişi yaralandı.

Şimdi 1993 yılından beri yaşanan tüm olayları alt alta analiz edelim. Fethullah Gülen yapılanmasının devlete sızmaya başladığı 1993 yılı ve sonrasında yaşanan olumsuzlukları, Türkiye’yi ekonomik, siyasal ve politik arenada zora sokmaya yönelik kaos girişimlerini olayların bağlantılarını atlamadan sıralayalım;

  • 24 Ocak 1993’de Laik kesimin ve Ulusalcıların ayaklanması amacıyla arabasına bomba konulan Uğur Mumcuöldürülüyor,
  • “Museviler Türkiye’de risk altında” imajı yaratmak amacıyla 28 Ocak 1993’de iş adamı Jak Kamhi’ye suikast düzenleniyor,
  • Kürtsorununun çözümlenmesi hususunda Turgut Özal ile birlikte çalışma yürüten ANAP Milletvekili Adnan Kahveci, 5 Şubat 1993’de TEM otoyolunda girilmemesi gereken bir yola kimlerce konulduğu bilinmeyen bir trafik tabelasından dolayı kaza yaparak hayatını kaybediyor,
  • 7 Şubat 1993’de “İncirlik Üssü’nden kalkan ABDuçakları, PKK’ya yardım dağıtıyor.” şeklinde açıklama yapan Eşref Bitlis Paşa’nın uçağı 17 Şubat 1993’de düşürülerek Bitlis Paşa şehit ediliyor,
  • 17 Nisan 1993’de “Musulve Kerkük’e girelim” diyen Turgut Özal, Çankaya Köşkü’nde zehirlenerek öldürülüyor,
  • Turgut Özal’ın ölümünden sonra, Fethullah GülenTerör Örgütü’nün hemen her isteğini koşulsuz yerine getiren Süleyman Demirel 16 Mayıs 1993’te Cumhurbaşkanı seçiliyor,
  • Milliyetçi-muhafazakar kesimleri ayağa kaldırmak ve Kürtlere karşı düşmanlık yaratmak amacıyla 24 Mayıs 1993’te Bingöl-Elazığkarayolunda askerliklerini tamamlamış sivil 33 asker şehit ediliyor,
  • Sünni-Aleviçatışması yaratmak anacıyla 2 Temmuz 1993’te Sivas’ta Madımak Oteli ateşe veriliyor ve 37 kişi yanarak hayatını kaybediyor,
  • 5 Temmuz 1993’te Başbağlar köyünü basan PKK33 köylüyü öldürüyor,
  • Kürtseçmenlerin devlete karşı tepki koymasını temin amacıyla 12 Temmuz 1993’te HEP Anayasa Mahkemesi’nce kapatılıyor, 4 Eylül 1993’te ise DEP Milletvekili Mehmet Sincar Batman’da öldürülüyor,
  • Fethullah Gülenyapılanmasının ordu içine ciddi şekilde sızmasını temin amacıyla 29 Temmuz 1993’te Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhittin Fisunoğlu görevinden alınıyor ve onun yerine 1. Ordu Komutanı Org. İsmail Hakkı Karadayı’nın getirilerek ileride Genelkurmay Başkanı olmasının yolu açılıyor,
  • 22 Ekim 1993’te Eşref Bitlis’in sağ kolu olan DiyarbakırJandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Bahtiyar Aydın öldürülüyor ve böylelikle Kürt sorununun barışçıl yollarla çözümlenmesini savunan tüm ekip ortadan kaldırılmış oluyor,
  • 4 Kasım 1993’te çok önemli bir istihbaratçı olan Binbaşı Cem ErseverAnkara’da öldürülüyor,
  • Necmettin Erbakan’a her istediğini yaptıramayacağını anlayan Fethullah Gülen, 28 Şubat sürecine giden yolu açıyor ve müthiş bir toplum mühendisliği çalışmasıyla hemen her kesimi kışkırtmaya başlıyor,
  • Barolar Birliği Başkanı Eralp Özgenile Yargıtay Başkanı Müfit Utku adli yıl açılış konuşmalarında şeriat ve laikliği gündeme taşırken, TÜSİAD erken seçimi dillendiriyor,
  • Erbakan’ın İran, Mısır, Libyave Nijerya gezileri “laiklik elden gidiyor” şeklinde gazete manşetlerine taşınıyor,
  • İnançlı insanları kötülemek ve kamuoyu nezdinde aşağılamak amacıyla nereden geldikleri belli olmayan Aczmendilerin 23 Ekim 1996’da Ankaraotogarındaki zikir görüntüleri yayınlanıyor, bu olaydan iki ay sonra Aczmendi lideri Müslüm Gündüz ile Fadime Şahin’in aşk yuvası kameralar eşliğinde basılıyor,
  • Cemaatin İçişleri Bakanlığıiçerisinde örgütlenmesini temin amacıyla 3 Kasım 1996’da yaşanan Susurluk kazasına bazı siyasiler müdahil ediliyor ve bu olay neticesinde İçişleri Bakanı Mehmet Ağar istifa ederken onun yerine İçişleri Bakanı olacak Meral Akşener’in önü açılıyor,
  • Laiklik safsatasıyla Üniversite rektörleri 10 Aralık 1996’da deklarasyon yayınlıyor ve bu bildiri YÖKBaşkanı Kemal Gürüz tarafından okunuyor,
  • Bu olaydan 2 hafta sonra, Erbakan’ın hükümet ortağı olan Tansu Çiller’in altını oymak amacıyla DYP’li bazı vekiller istifa ederek Hüsamettin Cindorukliderliğinde Demokratik Türkiye Partisi’ni kuruyor,
  • 11 Ocak 1997’de dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan’a karşı ordu ve askerin kışkırtılması amacıyla medyada birbiri peşi sıra “Taksim’e cami”, “Ayasofyaibadete açılacak”, “500 tarikat 5 bin şeyh”, “Defileler yasaklanıyor” gibi manşetler yayımlanıyor, bunun doğal bir sonucu olarak aynı ay içerisinde Gölcük’te yüksek rütbeli 9 subay 72 saat boyunca üst üste irtica toplantıları düzenliyor,
  • 30 Ocak 1997 gecesi Sincan Belediyesi’nin düzenlediği KudüsGecesi isimli bir organizasyona İran Büyükelçisi Ali Rıza Bugheri’nin katılması ve “Cihat” isimli bir oyunun sahnelenmesinden dolayı Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız tutuklanıp mahkûm ediliyor,
  • 4 Şubat 1997’de AnkaraSincan’da askerler 20 tank ve 15 zırhlı araçla geçiş yapıyor ve Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya “irtica, PKK’dan daha tehlikelidir” şeklinde açıklama yapıyor,
  • 28 Şubat 1997’de Cumhuriyettarihinin en uzun Milli Güvenlik Kurulu toplantısında hükümete laiklik konusunda uyarılarda bulunuluyor ve 21 Mayıs 1997’de Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş ”Ülkeyi iç savaşa sürüklediğini” iddia ederek Refah Partisi’ne kapatma davası açıyor,
  • 28 Şubat kararlarına dayanılarak insanların fişleniyor, birçok akademisyen, subay ve yönetici görevinden uzaklaştırılıyor ve bu suretle Fethullah Gülenmensuplarının önü açılıyor,
  • 7 Haziran’da Genelkurmay tarafından irticai faaliyetleri desteklediği iddiasıyla bazı şirketler fişlenip bunların ürünlerine karşı ambargo başlatılıyor ve Fethullah Gülencemaatine mensup şirketler palazlandırılıyor,
  • 10 Haziran 1997’de Anayasa Mahkemesi, Yargıtayve Danıştay başkan ve üyeleri Genelkurmay Başkanlığı’na çağrılarak irtica konusunda bilgilendiriliyor ve yaşanan bu olumsuzlukların etkisiyle 18 Haziran 1997’de Necmettin Erbakan başbakanlıktan istifa ediyor,
  • Fethullah Gülencemaatinin kendilerine en büyük engel olarak gördükleri Erbakan’ın istifa üzerine 30 Haziran 1997’de Mesut Yılmaz, Bülent Ecevit ve Hüsamettin Cindoruk birlikteliği ile ANASOL-D Hükümeti kuruluyor,
  • 5 Mayıs 2000’de Ahmet Necdet SezerCumhurbaşkanı seçiliyor,
  • 21 Şubat 2001 Ekonomik Krizi sonrasında 27 bankaya devlet tarafından el konuluyor, yüz binlerce şirket kapanıyor, milyonlarca kişi işsiz kalıyor, Türkiyedirekt ve endirekt yollarla 250 milyar dolarlık bir kayıpla karşı karşıya kalıyor,
  • 2002 yılında yapılan genel seçimlerde AK Partitek başına iktidara geliyor,
  • Mayıs 2013’de Gezi Olaylarıyaşanıyor,
  • 17/25 Aralık 2013’de Yargı ve Kolluk Gücü destekli yeni bir darbe sahneleniyor,
  • HDP’li Demirtaş’ın çağrısıyla 6-7 Ekim 2014’de Kobaniolayları patlak veriyor ve 50 insan öldürülerek Doğu şehirlerinde bir isyan denemesi yapılıyor,
  • Türkiye’nin neredeyse tüm büyük şehirlerinde birbiri peşi sıra 16 patlama yaşanıyor,
  • Ve oyunun son perdesinde; 15/16 Temmuz 2016 Fethullahçı Darbe Kalkışması

 

1993 yılında Uğur Mumcu, Eşref Bitlis ve Turgut Özal’ın öldürülmesiyle başlayan kaotik dönem, 15 Temmuz 2016 Darbe Kalkışması ile yeni bir evreye geçmiştir. Uğur Mumcu cinayeti ile Fadime Şahin ve Müslüm Gündüz denilen meczubun aşk macerası arasındaki ilişki toplum mühendisliği noktasında ne kadar güzel planlanmış ise, Susurluk olayı neticesinde Meral Akşener’in İçişleri Bakanı yapılması da bir o kadar planlıdır.

28 Şubat 2007 sürecinde Erbakan ve Çiller’e diş göstermeleri için gaza getirilen askerlerin o yıllarda el üstünde tutulmasının nedeni ne kadar planlıysa, sonraki yıllarda Ergenekon ve Balyoz davaları kapsamında tutuklanan askerlerin durumu da bir o kadar planlıdır. Akıldan yoksun eblehler bile Balyoz ve Ergenekon davalarının, cemaate mensup askerlerin Ordu içerisinde yükseltilmesi amacıyla tertiplendiğinden son derece haberdardır.

Fethullah Gülen başta olmak üzere bu cemaatin hemen her mensubu maalesef Türkiye’nin geçmiş 40 yılında yaşanan her olayın bizzat planlayıcısı, tertipleyicisi ve uygulayıcısı olmuştur. Sur, Nusaybin ve diğer Doğu şehirlerimizde kazılan hendekleri bunlar planlamış, teröristlerin kullandığı silahları da bunlar temin etmiştir.

Özal’ı bunlar öldürmüştür, PKK’yı bunlar koruyup kollamıştır, askerimizi polisimizi bunlar şehit etmiştir, Erbakan’ı bunlar düşürmüştür, Türkiye’nin milli bankalarını, şirketlerini ve kurumlarını bunlar batırmıştır, MHP’li milletvekillerinin ve Baykal’ın yatak odası görüntülerini bunlar kaydetmiştir, hatta bu çirkin olayda kullanılacak kadınların pezevenkliğini bile bunlar yapmıştır.

Cemaatin bacılarına ve ablalarına bunlar fuhuş yaptırmıştır, zekat ve kurban paralarını bunlar zimmetlerine geçirmiştir, insanları haraca bunlar bağlamıştır, mahkemelerde onbinlerce yüzbinlerce insana bunlar kumpas kurmuşlardır, adalet sistemini bunlar güvensiz hale düşürmüştür, cemaatin polislerini, hakim ve savcılarını bunlar birer mankurt haline dönüştürmüştür, “imam” kelimesinin manasını bunlar bozmuştur, İslamı ve Müslümanlığı bunlar ayaklar altına almıştır, ayetleri bunlar tahrif etmişlerdir. Devlet kurumlarına, bakanlıklara, özerk kurumlara, YÖK’e, ÖSYM’ye, MİT’e, BDDK’ya, TMSF’ye, MASAK’a, BTK’ya, SSM’ye ve diğer tüm özerk kurumlara bunlar çökmüştür.

Fethullah Gülen denilen hainin bu ülkeye zararını sadece 15 Temmuz Darbe Kalkışmasının artılarını eksilerini alt alta yazarak değerlendirmek son derece yanlış olur. Bu kanı bozuklar tayfası Türkiye’nin son 40 yılında yaşanmış her türlü toplumsal olayın içinde bilfiil yer almış, Türkiye’yi parçalama adına Türkiye’nin tüm düşmanlarıyla tartışmasız ilişkiye girmiştir.

Bunlarda düşmanlığın, ihanetin ve ahlaksızlığın sınırı yok.

Aman dikkat, aman dikkat.

DR.Mehmet Hakan Sağlam

Bunada Bakın

SİZLER; MUSTAFA KEMAL’İN DEĞİL ASKERLERİ, İTİNİN PİSLİĞİ BİLE OLAMAZSINIZ…

(Article 258 – 05.09.2019) Son dönemde Türkiye’de yaşanan bazı olaylar toplumun giderek kutuplaştığını ve bu …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Hacker Blog Hack Haber