Anasayfa / Makaleler / BUZAĞININ İPİ VE DOĞAN GRUBUNUN HALİ…

BUZAĞININ İPİ VE DOĞAN GRUBUNUN HALİ…

(Article 138-02.03.2017)

1998 yılıydı. İstanbul Üniversitesi’ne yeni öğrenci kayıtları yapılacaktı ki Rektör Kemal Alemdaroğlu ve Rektör Yardımcısı Nur Serter’in ilginç uygulamaları gündeme damga vurdu. Bu şahısların ünvanlarını yazmak bile istemiyorum çünkü o yıllarda yaptıklarının ne bilimle, ne ilimle, ne akılla ne de vicdanla hiçbir şekilde bağlantısı yoktu. Avcılar merkez kampüsünde “kazandı” belgeleriyle kayıt yaptırmaya gelen öğrenciler önce basit bir sınıflamaya tabi tutuluyor ve “sorunlu” kabul edilen başörtülüler binanın giriş katındaki bir odaya alınıp “ikna” edilmeye çalışılıyordu. İkna odalarında aslında çocuklar tehdit ediliyor, başörtüsünü çıkarmadığı takdirde kazandığı bölüme kaydının yapılmayacağı ve eğitim hayatının sona ereceği anlatılıyordu.

O günlerde Kemal Alemdaroğlu denilen rektör bozuntusu kendisini bu ülkenin sahibi olarak görüyor, hemen her eylemde ön saflarda yer tutuyordu. Ne de olsa arkasında Kemal Gürüz denilen bir YÖK başkanı ve koskocaman bir ORDU vardı. Erbakan Hükümeti’ne 28 Şubat 1997 tarihli Milli Güvenlik Kurulu toplantısında gereken fırçalar atılmış, muhafazakâr insanlar hemen her ortamda aşağılanmaya başlanmıştı.

Refah Partisi 1995 Genel Seçimlerinden birinci parti çıkmıştı. Genel seçimlerin ardından 1996 yılında kurulan DYP-ANAP koalisyon hükümeti, Anayasa Mahkemesi’ne yapılan başvuru neticesinde dağılmış, Refah Partisi ile ikinci parti olan DYP arasında kurulan 54. Hükümet (Refahyol hükümeti), 8 Temmuz 1996’da TBMM’de yapılan oylamada güvenoyu alarak göreve başlamıştı.

Koalisyonun kurulmasının ardından bu dönemde yaşanan bazı olaylar, 28 Şubat sürecini tetiklemişti. Bilmeyenler veya hatırlamayanlar için o dönem yaşananlara göz atmakta fayda var.

Başbakan Erbakan 2 Ekim-7 Ekim 1996 tarihleri arasında Mısır, Libya, Nijerya’ya resmi ziyaret düzenlemişti. Libya lideri Kaddafi’nin, Erbakan ile yaptığı görüşme sırasında sarf ettiği sözler muhalefet ve basın tarafından uzunca süre eleştirilmişti.

3 Kasım 1996’da Susurluk’ta yaşanan trafik kazası sonrasında mafya, siyasetçi, polis ilişkileri açığa çıkmış, ülkenin hemen her yerinde “aydınlık için bir dakika karanlık” eylemi başlatılmıştı.

Yüksek rütbeli subaylar 22 Ocak 1997 tarihinde Gölcük’te toplanarak “irtica”nın iktidarda olduğunu tartışıyor, 5 Şubat 1997’de Sincan’da 20 tank ve 15 zırhlı araçla geçiş yaparken, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya “irtica, PKK’dan daha tehlikelidir” şeklinde açıklamada bulunuyor, 11 Şubat’ta ise Ankara’da Şeriata Karşı Kadın Yürüyüşü gerçekleştiriliyordu.

Tüm bu olaylar neticesinde 28 Şubat 1997’de yapılan MGK toplantısı 9 saat sürüyor, yapılan açıklamada “laikliğin” demokrasi ve hukukun teminatı olduğu sert bir şekilde vurgulanıyor, 21 Mayıs’ta Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş, “Ülkeyi iç savaşa sürüklediğini” söyleyerek, RP’nin kapatılması için dava açıyordu.

10 Haziran’da Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay başkan ve üyeleri Genelkurmay Başkanlığı’na çağrılarak kendilerine irtica konusunda brifingler veriliyor, Genelkurmay tarafından üniversiteler başta olmak üzere tüm STK’lara bilgilendirme toplantıları yapılıyordu.

Neticede Necmettin Erbakan 18 Haziran’da başbakanlıktan istifa ediyor, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel 19 Haziran’da hükümet kurma görevini TBMM’nde çoğunluğu sahip DYP lideri Tansu Çiller’e vermeyip, ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz’a veriyordu.

İkna Odaları işte bu hükümet döneminde uygulamaya geçti. Bin bir güçlükle İstanbul Üniversitesi’ni kazanan çocuklar güzel bir gelecek hayaliyle geldikleri üniversitenin kapısında “karafatmalar” benzetmesiyle aşağılandı, ikinci üçüncü sınıf ve hatta köle muamelesine tabi tutuldu. “Laik!” bir ülkede inancından dolayı kaydını yaptıramayan çocuklar, ağlaya ağlaya okuldan ayrıldı, idare mahkemelerinde açtıkları davalar ise bir iki gün içerisinde reddedildi.

O yıllarda başörtülü öğrencileri derslere kabul ettiğim için Kemal Alemdaroğlu ve Nur Serter tayfasının gazabına uğrayan öğretim üyelerinden birisi de bendim. Şahsıma yönelik baskılar karşısında 2000 yılında üniversiteden ayrılmış, Kemal Alemdaroğlu’nun hükümdarlığı sona erince Prof. Dr. Mesut Parlak hocanın rektörlüğü döneminde geri dönüş yapmıştım.

28 Şubat sürecinin en önemli aktörlerinden birisi de hiç şüphesiz “Hürriyet Gazetesi” ve onun patronu Aydın Doğan idi. Genelkurmay’dan alınan talimatlar anında haberleştiriliyor, hedef gösterilen kişi, kurum ve şirketler yalan yanlış haberlerle önce yıpratılıyor, ardından batırılıyordu. Sadece 28 Şubat sürecinde değil, sonraki on yıllar boyunca da Doğan Grubu’nun seçilmiş hükümetlere yönelik saldırısı pervasızca devam etti.

Nereye kadar? 25 Şubat 2017 tarihli “Karargâh Rahatsız” manşetine kadar.

O günlerde Kemal Gürüz, Kemal Alemdaroğlu ve onun zihniyetindeki tüm KARA CÜPPELİ HAİNLER, ellerinde taşıdıkları küçük Türk bayraklarını ilkokul öğrencileri gibi sağa sola sallayıp, “Onuncu Yıl Marşı”nı gözlerinden salya sümük yaşlar aka aka okurlardı. O yılları çok iyi hatırlıyorum.

Bu KARA CÜPPELİLER, kanun hukuk tanımaz bir şekilde herkesi fişledi. Soruşturmalar açtı. Talimatla hareket eden komisyonlarca yargıladı, uzaklaştırma verdi, meslekten ihraç etti, velhasıl kendileri çalıp kendileri oynadı.

O dönemin soruşturmalarından ben de nasibimi aldım ve başörtülü öğrencileri derse kabul edip, onları koruduğum gerekçesiyle yaklaşık 5 yıl boyunca öğretim üyeliği görevimi ifa edemedim. İstanbul idare mahkemesinde iki üç defa dava açtım, ancak mesleğini ayaklar altına almayı ilke edinmiş 28 Şubat’ın satılmış hakim ve savcılarınca taleplerim hep reddedildi.

Derken AK Parti iktidara geldi. Vesayet rejiminin aktörleri yine her türlü pisliklerini sergiledi. Rektör bozması ahlaksızlar, başbakanları, bakanları azarlamaya devam etti. Üniversitelerin açılış günlerine davet edilen siyasetçiler adeta şamar oğlanı gibi yuhalandı, hor görüldü, alçakça yıpratıldı. Yine kapatılma davaları açıldı, yine laiklik sloganları atıldı, yine Anıtkabir’e on binlerce insan yığıldı, yine gazetelerde düzmece manşetler atıldı. Ancak “vesayet” hiçbir zaman geri adım atmadı. Askerler, rektörler, öğretim üyeleri, hakimler, savcılar, sivil toplum kuruluşları “Türkiye Laiktir Laik Kalacak ve Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganları atmaktan geri durmadı. Geziler yaşandı, 17/25 Aralık yaşandı, 15 Temmuz yaşandı, yaşandı oğlu yaşandı…

Ancak köprülerin altından çok sular geçti. Tam her şey bitti “artık bu türden şeyler bir daha yaşanmaz” diyorduk ki 25 Şubat 2017 günü Hürriyet Gazetesi yine provokatif bir manşetle ortaya çıktı; “Karargâh Rahatsız”.

Bundan 20 yıl önce Necmettin Erbakan hükümeti başta olmak üzere milliyetçi muhafazakâr insanları hedef alan 28 Şubat kararlarının tam da seneyi devriyesinde, askeri vesayetin endişelerini dile getiren bir manşet atabilmek inanılmaz bir cesaret gerektiriyor.

Mehmet Akif Ersoy’un İstiklal Marşı’nda tarif ettiği “Türk kanı” kavramı var ya hani; “Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur” cümlesi ne kadar anlamlı ve ne kadar güçlü ise, Hürriyet Gazetesi, onun yönetici ve sahiplerinin devlet ve millet aleyhine olan hemen her şeyi sahiplenişi de bir o kadar güçlü.

25 Şubat günü o manşeti gördüğümde önce anlam vermeye çalıştım ancak veremediğimi anladım. Sonra son 20 yıldır bu ülkede yaşanan kaotik ortam gözümün önüne geldi ve hiç düşünmeden suç duyurusu dilekçesini hazırlamaya başladım. Bu dilekçe tarihe not düşen bir belge olacağı için darbelere maruz kalan Osmanlı sultanlarını göz ardı edemezdim. Boğularak öldürülen Sultan III. Selim’i, bilekleri kesilerek Feriye Sarayı’nda katledilen Sultan Abdülaziz’i, 31 Mart Vakası bahane edilerek tahttan indirilen Sultan II. Abdülhamid’i, 27 Mayıs 1960’da darbe ile devrilip sonrasında idam edilen Adnan Menderes ve iki bakanının isimlerini bu dilekçeye yazarak, 215 yıllık bir serencamda olup bitenleri kağıda döktüm.

Karargâhta rahatsızlık duyanlar başta olmak üzere, haberi hazırlayan Hande Fırat, Sedat Ergin, Tufan Türenç’den şikayetçi olup, darbe çağrısı yapan Hürriyet Gazetesi’ne el konulmasını talep ettim. 27 Şubat sabahı dilekçeyi Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığı’na verdim ve bu haber aynı anda ajanslara düşünce bir anda gündem değişti. Konu hakkında önce Adalet Bakanı, ardından Sayın Başbakan ve bir gün sonrada Sayın Cumhurbaşkanı açıklamada bulundu.

En son açıklama ise Cumhurbaşkanı’nın açıklamasını takiben Hürriyet grubundan geldi. “Editoryal hata” denilerek önce Sedat Ergin’in, ardından Hande Fırat’ın ve son olarak da Hürriyet’in ABD temsilcisi Tolga Tanış’ın ipi çekildi. Bundan sonra yaşanacakları ise bekleyip göreceğiz.

Hâl böyle olunca aklıma bir fıkra geldi.

Günlerden bir gün şeytanın yolu bir köye düşmüş. Sırtını bir ağaca dayayan Şeytan, buzağısı kazığa bağlı vaziyette ineği sağan genç bir kadını uzaktan izlemeye başlamış. Kadını epeyce izledikten sonra yerinden kalkıp, kazığa bağlı buzağının ipini birazcık gevşetmiş.

Aç buzağı, az ötede annesinin sütünün kovaya sağılmasını daha fazla izlemeye dayanamamış, biraz debelendikten sonra boynundaki ipi çözüp annesine doğru hızla koşmaya başlamış ve bu sırada süt kovasını devirmiş. Sağdığı sütün ziyan olmasına sinirlenen genç kadın eline geçirdiği odunla buzağıya vurunca yavru yere yığılıp kalmış. Anne inek, yavrusuna saldırıldığını görünce bir tekme atarak kadını öldürmüş. Uzaktan geçmekte olan kadının kayınpederi, gelininin inek tarafından öldürüldüğünü görünce ineği tüfekle vurmuş. Silah sesini duyan koca, karısını yerde cansız, babasını da elinde tüfekle görünce silahını çekerek kendi babasını öldürmüş. Kısa süre sonra gerçeği öğrenen genç adam, bu acıya dayanamayıp intihar etmiş.

Olup bitenleri kenardan izleyen şeytan ise; “Ben kalkıp şuradan gideyim. Şimdi yine her şeyi benim sırtıma yıkarlar, oysa ben buzağının ipini gevşetmekten başka bir şey yapmadım ki!” deyip hızla oradan uzaklaşmış.

Doğan grubunda ve Hürriyet’te iki gün içerisinde yaşanan gelişmeleri görünce sunu söylemekten kendimi alamıyorum; “Ben sadece dilekçe verdim”.

Ancak şundan da son derece eminim; bundan sonra hiçbir medya kuruluşu ve hiçbir patron, bu türden ahlâksız, seviyesiz, ucu bucağı belli olmayan, art niyetli ve kasıtlı manşetler atıp, bu ülkenin seçilmiş iktidarlarına operasyon yapamayacaktır.

28 Şubat sürecinde Anıtkabir’de arz-ı endam edip, Cumhuriyet mitinglerinde boy gösteren Kara Cüppelilerin, darbe seviciliğini ise hiçbir zaman anlamış değilim.

28 Şubat 1997’de başlayan bu kaos döneminin, aradan tam 20 yıl geçtikten sonra 27 Şubat 2017 tarihinde benim verdiğim bir dilekçe ile nihayete ermesi ise herhalde kaderin bir cilvesi.

Yine söylüyorum; “Ben sadece dilekçe verdim”.

DR.Mehmet Hakan Sağlam

Bunada Bakın

SİZLER; MUSTAFA KEMAL’İN DEĞİL ASKERLERİ, İTİNİN PİSLİĞİ BİLE OLAMAZSINIZ…

(Article 258 – 05.09.2019) Son dönemde Türkiye’de yaşanan bazı olaylar toplumun giderek kutuplaştığını ve bu …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Hacker Blog Hack Haber