Anasayfa / Makaleler / BİR OSMANLI VALİSİ GÖRMEK İSTER MİSİNİZ?

BİR OSMANLI VALİSİ GÖRMEK İSTER MİSİNİZ?

(Article 076-18.04.2015)

15 Nisan perşembe günü Türkiye’de barındırılan mültecilerin durumunu Avrupa’da yaşayan Türk vatandaşlarına gösterebilmek amacıyla ATV Avrupa’dan Fuat Uğur beyle birlikte Kilis’teki mültecilerin barındırıldığı Elbeyli ve Öncüpınar kamplarını ziyaret ettik. Yaklaşık bir ay önce aynı kampları ziyaret etmiş ve izlenimlerimi sizlerle paylaşmıştım. Fuat beye kamplardan bahsedince merak etti ve ATV Avrupa kanalında yayınlanan Avrupa’da Gündem programı için bir çekim yapmaya karar verdi. Sekiz saat süren bir koşuşturmaca ve çekim işlemi sonrasında gerek Fuat beyin gerekse çekim ekibinin izlenimleri anlatılacak gibi değildi. Dünyanın hemen her noktasında Almanya, Yunanistan, İtalya, Lübnan ve Fransa’daki mülteci kamplarını gören bir kişi olarak, Türkiye’deki mülteci kamplarının farkındalığını insanların gözlerinden rahatlıkla okuyabiliyorsunuz. Bizimle aynı anda kamplara giriş yapan donör –bağışçı- ülke elçilerinin gözünde de aynı memnuniyet, aynı hayranlık vardı. “Türkiye’ye çok müteşekkiriz” cümlesi o kadar çok kullanılıyor ki anlatabilmem mümkün değil. Bu arada “donör ülke” derken sakın yanlış anlamayın, Türkiye’nin dört yıl boyunca harcadığı 6 milyar dolara karşılık 25 bağışçı ülkenin bugüne kadar yaptığı bağışın tümü 260 milyon dolar. Bu rakamları telafuz edince yüzlerindeki utanç ifadesini görmenizi ise gerçekten çok arzu ederdim.

Kampları gezerken bu coğrafyadaki insan, tarih ve yaşam olgusunun birbiriyle nasıl içice geçtiğini çok daha iyi anlıyorsunuz. İnsanların yürüyüşü, bakışları, vücut dili, olaylara tepkisi, giyim ve kuşamı, inançları, örf ve adetleri nasıl bu kadar benzer olabilir diyorsunuz. Sykes-Pycot ve Lozan Antlaşması denilen anlaşmaların ne kadar yapay, ne kadar gereksiz ve ne kadar adaletsiz olduğunu iliklerinize kadar hissediyorsunuz. 50 bin insanın yaşadığı Elbeyli ve Öncüpınar kamplarında bu defa çok fazla kişiyle konuşma imkânım oldu. Hemen her yaştan çok sayıda kişiye; “Türk pasaportu taşımayı, Halep ve Şam’ın Türkiye’ye bağlanmasını ister misiniz?” diye sordum. “Hayır” diyen tek bir kişi görmediğim gibi, çoğu kişi “Halep ve Şam’ın Türkiye’ye bağlanması hususuna tek bir parmağımızla değil, on parmağımızla basıp onay veririz” dedi. Kampın içinde kurulan pazar yerinde genç bir çocuktan iki bardak çay aldık. Cebimden para çıkartmaya çalışırken, oradaki herhangi bir kişi elini cebine attı ve cebindeki tek para olan 5 lirayı çaycı çocuğa verdi. O’nun o paraya ihtiyacı ortadaydı ama o an için Türklere minnet ve şükran duyduklarını ifade edebilecek başkaca da bir şeyi yoktu. Parayı cebine zorla koydurabildim. Çaycı çocuğa para verebilmek için ise bir o kadar daha uğraşmam gerekti. Bu insanların bizden hiçbir farkı yok. Kampta dolaşırken bir hüzün seli içinde yüzüyorsunuz. Türklere gösterilen sevgi ve şükran duyguları sizi perişan ediyor. Ringe çıkmış bir boksör gibi bir sağdan bir soldan yumruk yiyorsunuz.

Türkiye’de tarih yazıcılığı çok zor bir zanaattır. Çünkü bu sahada herkes neye inanıyor ve neyin doğru olmasını istiyorsa o iddiayı temellendirmek için tarihe ve onun bitmek bilmeyen hafıza sandığına başvurur. Tarih, bugün yapılan ve yaşanan ne kadar günah ve ayıp varsa hepsinin tarihsel geçmişini meşrulaştırmak için kullanılan bir sosyal sahadır da diyebiliriz.

Cemil Meriç; “Önce kaybolan hafızamızı yeniden inşa etmek zorundayız. Kimiz, neyiz, nasıl bir tarihin çocuklarıyız?” der. Ve devam eder; “Türkiye Osmanlının varisidir. Ve hiçbir devletin ve ulusun sahip olamayacağı bir tarihi mirasa sahiptir. Ancak Türkiye, babasından kendisine kalan mirası çarçur eden mirasyedi evlat gibi tarihi misyonunu tüketiyor. Tam bir tarihyedi edasıyla…”

Peki bu sancılı bölgede Osmanlı’nın ve onun devamı olan Türkiye Cumhuriyeti’nin misyonu nedir? Bu soruyu ve bölgedeki yabancı etkisini anlayabilmek için yakın tarihi ve bölgede yaşanan hadiseleri çok iyi bilmek gerekir. Çar Deli Petro ve Yahudi Theodor Herzl gibiler dün bu coğrafyada ne yapmayı arzu ediyorduysa, bugün de aynı işi yapmak için torunları gayret göstermektedir. Peki amaç nedir; “Bölgenin toprak ve insanına sahip olmak ve dünyadaki tüm Müslümanların kökünü kazımak…

İşin vahim tarafı Türkiye’deki tüm hükümetler İsrail’in kuruluşundan itibaren bu fikrin aksini iddia etmediği gibi, Türklerle Arapları birbirine düşman etmek için Batılılarca yaratılan ve uydurulan yalan yanlış bilgileri araştırma gereği bile duymamıştır. Köpeklere “Arap” isminin konulması, I. Dünya Savaşı sırasında Arapların Türkleri sırtından hançerlediğine yönelik yanlış bilgilerin tarih kitapların da yer alması ve “Araplar Türklerden nefret eder” şeklinde önyargıya dayalı olgular hep bir algı operasyonunun parçasıydı. Aslında bu tür fikir ve düşüncelere sahip olanlar Türkiye içerisindeki belli bir kesimden başkası değildi. Osmanlı Devleti’nin yıkılmasına sebep olan İttihat Terakkiciler, Türkiye’yi kuran Cumhuriyetçiler ve bugün hemen her gelişmeye karşı çıkıp kendilerinden başka hiç kimsenin fikir ve düşüncesine saygı göstermeyen günümüzün “Beyaz Türkleri” kendi küçük dünyalarında 90 yıl boyunca at koşturdular. Mini etek giymeyi, rakı yudumlamayı, Ülker yerine Eti markalı ürünleri kullanmayı, bar ve pavyon açmayı bir gelişmişlik ve Batılılaşma göstergesi olarak kabul ettiler. Osmanlı’dan bize miras kalan camii ve çeşitli vakıf eserlerin CHP döneminde ahır, depo, meyhane ve gazinoya dönüştürülmesine işte bu sebepten dolayı hiç itiraz edilmedi ve hatta teşvik edildi.

Tek parti uygulamalarından rahatsızlık duyan maneviyatçı sessiz bir çoğunluk ise, 2002 yılından itibaren Osmanlı’nın mirasına sahip çıkacağını tüm dünyaya deklare eden ve Türkiye’yi AB önünde eli bağlı bir şekilde beklemekten kurtarıp Ortadoğu ile Asya’nın patronu rolüne hazırlayan bir hükümete idare hakkını verdi. Nitekim Financial Times Gazetesi yazarı David Gardner o senelerde kaleme aldığı bir makalede, “Türkiye’nin Kuzey Irak ve bölge yönetimleriyle petrol ve doğalgaz anlaşması yapma planlarını “Osmanlı sonrası pasif düzeninin sona ermesinin işareti” olarak değerlendirdiğini tüm dünyaya ifade etti.

Osmanlı Ortadoğu’da neler yapmıştı? Osmanlı her şeyden önce adildi. Kapitalist Avrupa gibi herhangi bir bölgeye askerle, topla tüfekle gitmedi. Nitekim Bosna savaşında bir Boşnak Milletvekili bölgeyi denetlemeye gelen Türk heyetine; “Sizi neden seviyoruz biliyor musunuz? Siz bu bölgeye onlar gibi silahla bizleri öldürmek için girmediniz. Selam verip soframıza oturdunuz ve kardeşliğimize talip oldunuz. Sizi bu yüzden seviyoruz” demişti.

Osmanlı İmparatorluğu’nun Ortadoğu’daki varlığı, 16. yüzyılın başlarında Yavuz Sultan Selim’in bölge üzerinde sürdürdüğü “İslam Birliği” siyasetiyle başlamıştı. Bu vizyon 20. yüzyılın başlarına kadar kesintisiz 400 sene boyunca devam etti. Osmanlı Devleti, Arabistan’ı 401 yıl, Suriye’yi 404 yıl, Irak’ı 386 yıl, Mısır’ı ise 365 yıl sadece birer vali ile idare etmeyi başarmıştır. Peki Osmanlı’nın elde ettiği bu başarının sırrı nedir? Nitekim asırlar boyu sadece birer vali ile idare edilen Ortadoğu ve Afrika coğrafyası bugün, emperyalist Avrupalılarca hiçbir tarihi dayanağı olmayan ve sonradan oluşturulan yapay devletçiklerle doldurulmuştur. Bu devletçiklerin her birinin birer meclisi, onlarca bakanı, başbakanları, cumhurbaşkanları, kral ve emirleri bulunmaktadır. Fakat kan, gözyaşı, darbe, haksızlık, zulüm bölgeden eksik olmamaktadır. Yüzlerle ve hatta binlerle ifade edilen devlet adamları nasıl oluyor da, Osmanlı’nın bir tek vali ile bölgede tesis ettiği huzur ve güven ortamını sağlayamıyor. Bunun sırrı gayet açıktır. Osmanlı, devletin merkezine madde ve parayı değil, insanı oturtmuş ve halka yapılan hizmeti Hakk’a yapılan hizmet gibi görmüştür. Devleti yaşatmak için insanı yaşatmanın elzem olduğunu kabul etmiş ve politikalarını da bunun üzerine inşa etmiştir.

Osmanlı, Ortadoğu ve Afrika coğrafyasında hüküm sürdüğü dört asırlık zaman diliminde, uyguladığı millet sistemi çerçevesinde ırk ayrımı yapmamış, zekâsı nispetince herkesin yolunu açmıştır. Lübnan dağlarında koyun otlatan bir çoban veya Halep köylerinde buğday toplayan bir çocuk eğer zeki ise, dünyaya hükmeden Osmanlı devlet mekanizmasında iki numaraya kadar yükselebiliyor ve sadrazamlık makamına oturabiliyordu. Bu durum insanlar için hak arama mücadelesini gereksiz hale getiriyordu. Lübnan bölgesi sadece Müslümanların yaşadığı bir bölge değildir. Ülkenin yarıya yakını Hıristiyanlardan oluşmaktadır. Lübnan’daki Müslüman-Hıristiyan nüfus dengesi Müslümanlığın halifelik makamını uhdesinde bulunduran Osmanlıya rağmen 400 yıl boyunca asla değişmemiştir. Sadece bu örnek bile Osmanlı’nın bu bölgede huzuru nasıl temin ettiğinin en basit göstergesidir. Nitekim bu barışı bizzat yaşamış Lübnanlı Maruni bir liderin şu açıklaması dikkat çekicidir. “Eğer Osmanlı Sultanının yarın bize bağımsızlık vereceğini öğrensem, diz üstü huzuruna çıkar bunu yapmaması ricasında bulunurum. Çünkü bizim güvenliğimiz ve hürriyetimiz onun himayesine bağlıdır.”

Osmanlı Devleti, Ortadoğu’da; bölgenin hassasiyetini bilen, kendinden önce birbirleriyle sürekli çatışma ve rekabet halinde bulunan insanlara din ve mezhep, dil ve ırk ayrımı gözetmeksizin eşit mesafede hitap eden, adil bir arabulucu olarak, kendinden başka hiçbir devletin başaramadığı “kerim ve tarafsız devlet” rüyasını yüzyıllar boyu tek başına gerçekleştiren devlet olmuştur.

ABD’nin 1991’de Körfez’i işgali üzerine, dönemin Mısır Dışişleri Bakanı’nın; “Osmanlı gitti, Ortadoğu bitti” sözü aslında bölgede Osmanlı’ya duyulan özlem ve hasreti dile getiriyordu. Hindistan’ın eski liderlerinden Ağa Han, Osmanlı’nın misyonunu şu şekilde ifade etmişti; “İstanbul’daki rejim, İslam’ın dünyevi yüceliğinin gözle görülür kalıntısını temsil etmekteydi. Osmanlılar Ortadoğu’nun çetrefilli siyasi gerçeklerini anlamış ve kavramış gerçek devlet adamlarıydı.”

Osmanlı’nın çekilmesiyle birlikte bölgede bıraktığı boşluk, bugün doldurulamamaktadır. Meşhur İngiliz ajanı Lawrence, 20. yüzyıl başında şu kehanette bulunur: “Osmanlı’yı yıkacağız ama Ortadoğu’da O’nun boşluğunu asla dolduramayacağız.

Ortadoğu’da, hatıralarda saklı asûde yılların yeniden yaşanması için yeni bir “Osmanlı misyonuna” ihtiyaç duyulmaktadır. Osmanlı Lübnan’da, Filistin’de, Irak, Mısır ve Suriye’de farklı kültürleri ve mezhepleri bir arada tutmanın sanatını ortaya koyarken, bu coğrafyada kendine göre amaç ve hedefleri olanlar, etnik ve mezhepsel çatışmaları alevlendirme gayreti içerisindedir.

Devlet-i Âliye-yi Osmanîye tek bir vali ile 400 sene boyunca bugün binlerce devlet adamının idare edemediği Ortadoğu’yu nasıl idare etti? Cevap çok basit: İnsana insan gibi davrandı. Bölgeye vahşi Batılılar gibi askerle, topla, tüfekle değil, mimarla, mühendisle, hocayla gitti. Askeri kışla yapmadı. Han, hamam, köprü, yol, hastane, medrese, cami, kervansaray yaptı. Yaşlısına baktı, çocuğunu okuttu, bekârını evlendirdi, işsize iş, topraksıza toprak verdi. Yarın ruz-i mahşerde Allah’a hesap vereceğini bildiği için Müslim-gayri Müslim ayrımı yapmaksızın herkese tıpkı gözümüzün ve gönlümüzün nuru, Allah’ın Resulu Hz. Muhammed’in davrandığı gibi eşit davrandı.

O valiler nasıl yetişiyor, nasıl eğitiliyordu merak edeniniz var mı? Hani bir değim vardır; “Han kapısından sokup iğne deliğinden çıkarmak” diye. Osmanlı hükümdarının kendisini temsilen vilayet ve eyaletlere gönderdiği valilerin tamamı çok güçlü bir eğitim ve ciddi bir devlet terbiyesi alıyordu. Valiler, bu makama atanmazdan evvel devletin en küçük idari yapılanmasında görev yapmaya başlıyor, en ufak hataları görüldüğünde sistemden uzaklaştırılıyordu. Rütbe ve liyakat son derece önemliydi. Hiç kimse hak etmediği bir makama ve konuma yükselemezdi. “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” prensibi devletin temel felsefesini oluşturuyordu. Taviz verilmeyen tek bir konu var ise o da; “adalet”in bizzat kendisiydi. “Adalet mülkün –devletin- temelidir” cümlesi tek başına ne kadar büyük bir anlam ifade ediyor değil mi?

Yaş itibarıyla günümüzde herhalde hiç kimse bir Osmanlı valisi görmemiştir. Kilis’teki mülteci kamplarını gezerken ben bir Osmanlı Türk Valisi görme şerefine nail oldum. Türkiye’nin bu serhat ilinde Suriyeli mültecilere babalık yapan, şefkat ve merhametini zerre kadar eksik etmeyen, kimsesiz çocuklara kendi çocuğu gibi bakıp gözeten, 50 bin insanın her ihtiyacını an be an karşılayan, yere bağdaş kurup mültecilerle satranç oynayan ve muhteşem bir organizasyon yeteneğine sahip olan Kilis Valisi Sayın Süleyman Tapsız’dan bahsediyorum. Suriyeli mültecilerin; “Kilis Muhafızı Süleyman beyi gördükten sonra Osmanlı’nın Suriye, Beyrut, Lübnan ve Filistin’i nasıl yönettiğini şimdi daha iyi anlıyoruz, Allah kendisinden ve Türklerin tümünden razı olsun” demesi boşuna değil.

Sayın Süleyman Tapsız’ın Elbeyli ve Öncüpınar mülteci konaklama tesislerinde kurmuş olduğu sistemi anlatmaya kelimeler kifâyet etmez. Öncüpınar kampından sorumlu Vali Yardımcısı Sayın Ulaş Akhan ile Elbeyli kampından sorumlu Vali Yardımcısı Vedat Yılmaz beyleri de anmadan geçemeyeceğim. Süleyman Tapsız gibi değerli bir valiyle çalışmanın farklılığını bundan sonraki yaşamlarında çok daha iyi anlayacaklar ve eminim ki sırf buradaki tecrübelerinden dolayı çok daha yüksek mevkilere gelecekler. Türkiye’de parmakla gösterilebilecek vali sayısı son derece sınırlıdır. Rahmetli Recep Yazıcıoğlu son derece değerli bir valiydi. Görev yaptığı yerlerde halka olan yakınlığı, sıra dışı fikirleri, enerjisi ve farklı uygulamalarıyla halkın sevgisini kazanmıştı. 55 yaşında iken elim bir trafik kazasında kendisini kaybettik. Orhan Alimoğlu ve Efkan Ala’da değerli valilerimizdendi. Ama bunların dışında kayda değer çok fazla bir ismi alt alta yazabilmek mümkün değil.

Öf” kelimesini asla kullanmayan, insana insanca muamele yapan, bizi biz gibi temsil eden, Türk halkını Suriyelilerin gözünde bir efsaneye dönüştüren Kilis Valisi Süleyman Tapsız beye ve değerli vali yardımcılarına mülteci kamplarında sergiledikleri hizmetlerden dolayı defalarca teşekkür ediyorum. Allah yar ve yardımcıları olsun.

Bunada Bakın

SİZLER; MUSTAFA KEMAL’İN DEĞİL ASKERLERİ, İTİNİN PİSLİĞİ BİLE OLAMAZSINIZ…

(Article 258 – 05.09.2019) Son dönemde Türkiye’de yaşanan bazı olaylar toplumun giderek kutuplaştığını ve bu …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Hacker Blog Hack Haber