Önümüzdeki hafta Cuma günü İran’da cumhurbaşkanlığı seçimi var. Yedi kişiden oluşan bir aday listesiyle karşı karşıyayız. Liberaller, muhafazakârlar, demokratlar, hülasa hemen her grubun adayı ipi göğüslemeye çalışıyor. Herkesin hedef kitlesi birbirinden farklı. Adaylar ne düşünür ne düşünmez bence hiç önemli değil. Esas önemli husus İranlıların beklentileri. İslam Devrimi’nin yaşandığı 1979 yılından günümüze kadar geçen 42 yıllık süre zarfında İran’da köprülerin altından çok su aktı. Ne 80’li yılların dünyası aynı dünya, ne de 42 yıl önceki İran.
İran halkının beklentileri, arzu ve istekleri arttıkça artıyor. Bilişim çağının en önemli silahı konumundaki internet teknolojisi ve buna dayalı sosyal medya platformları kendince yeni bir dünya yaratmış durumda. 2000’li yıllarda dünyaya gözlerini açan yeni bir kuşak, eskilerin deyimiyle geçmişte neler yaşandığından bi-haber. Elinde akıllı telefonu olmayan tek bir kişiye rastlamak neredeyse imkânsız gibi bir şey.
İran’da seçime giren bazı adaylar şimdi bin bir güçlükle mücadele ediyor. Yalanlar, iftiralar, kumpaslar gırla. Bir yanda ülkenin kendi iç dinamikleri ve yerleşik düzeni ile mücadele ederken, diğer yandan da İran üzerinde hemen her türlü kirli planı uygulamaya sokmak için fırsat kollayan dış güçlerle mücadele etmeleri gerekiyor.
Dünyanın en kaygan, en stresli, en önemli noktasında var olmanın İran ve Türkiye gibi kadim ülkelere ve köklü ülke halklarına yüklediği kaderde herhalde bu olsa gerek. “Dış güçler” olarak isimlendirilen; ABD, İngiltere, Almanya ve İsrail başta olmak üzere diğer birçok Siyonist ve Hıristiyan ülkeler asla durup dinlenmeden saldırıyor. Bu saldırılar ilk başlarda konvansiyonel savaş yoluyla yapılırken, sonraları Muhammed Kesnizani, Fetullah Gülen ve Tahir-ül Kadri gibi Batılıların sadık uşaklarınca icra edildi. Şimdilerde ise bu işi sosyal medya çılgınlığının kurbanı olan hayalperest kendi gençlerimize yaptırmıyorlar mı?
Batılıların Yemen’de, Mısır’da, Libya’da, Irak’ta, Lübnan ve Suriye’de yaptıkları ortada. Türkiye’de yaşanan 15 Temmuz 2016 askeri kalkışmasının arkasında bizzat ABD devletinin var olduğunu artık sağır sultan bile biliyor. Kendisinden olmayanı linç etmeyi, yıkmayı ve ortadan kaldırmayı ilke edilen ABD’nin, Ortadoğu’da bileğini bükemediği toru topu iki tane ülke kaldı; Türkiye ve İran.
Her biri binlerce yıllık geçmişe sahip bu iki devlet ardı arkası kesilmeyen saldırıların odak noktasında olmayı bir türlü durduramıyor. İnsanlar nerede doğacağına nasıl karar veremiyorsa, ülke topraklarınızın dünyanın hangi noktasında bulunacağına da siz karar vermiyorsunuz. Bu topraklar bize atalarımızdan miras kaldı ve biz de çocuklarımıza miras bırakacağız.
21’nci yüzyılın en büyük Haçlı seferleriyle karşı karşıyayız. Ortadoğu coğrafyası Batılılarca yeniden şekillendiriliyor. Ülkeler iç savaşlarla birer ikişer parçalanıyor. Terörist gruplara yapay devletçikler kurulması için sınırsız parasal kaynak ve silah desteği sağlanırken, uluslararası hukuk, evrensel insan hakları ve daha pek çok afilli cümleler havada uçuşuyor.
Türkiye, Erdoğan liderliğinde Arap Baharı olarak isimlendirilen Batı menşeli toplumsal ayaklanmaları Gezi Olayları ve 15 Temmuz 2016 Askeri Kalkışması’nda olduğu büyük bir toplumsal özveriyle pasifize etmeyi başardı. Sedat Peker olayı ise yine ABD menşeli yeni bir kalkışmanın beyhude bir denemesi.
İran’a gelince…
İran 1979 yılından beri ambargolar altında eziliyor. Petrol ve doğalgaz zengini bu kadim ve köklü devletin tüm sinerjisi, Batılılar tarafından bilinçli olarak ortaya atılan akla hayale gelmeyecek yalan, iftira ve kumpaslarla heba ediliyor.
İran güçlü bir devlet. Fars ve Türk kökenlilerin kardeşçe bir arada yaşadığı bu ülkede bazı şeylerin değişmesi artık bir zorunluluk. Azeri ismine dahi tahammül edemeyen İranlı yöneticilerin, bu düşünce yapısıyla İran’da birlik ve beraberliği sağlaması ne kadar mümkün olabilir ki? Bunun son örneği daha bir kaç gün önce Cumhurbaşkanlığına aday olan kişilerin canlı bir TV programında yaptıkları münazara esnasında kendini gösterdi. Muhafazakâr adaylardan biri olan eski Devrim Muhafızları Ordusu Genel Komutanı Muhsin Rizai, “Yaşasın Azerbaycan” cümlesini sarf etti. İşin doğrusu bu cümle aslında ülke nüfusunun %55’ini oluşturan Türk ve Azeri kökenlilere sempatik görünmek ve onlardan oy devşirmek için yapılmış bir aldatmacadan başka bir şey değildi.
Münazara esnasında bir diğer Cumhurbaşkanı adayı ve Yargı Erki Başkanı İbrahim Reisi ise; “İran Türklerinin kendisine gösterdiği teveccüh ve sevgiye teşekkür ederek, ilk münazara sonrası farklı eyaletlerden İran Türklerinin kendisine ulaştıklarını ve sevgilerini gösterdiklerini belirtip, “Bana sevgi ve teveccühlerini gösteren Azerilere keramet ve samimiyetlerinden dolayı teşekkür ediyorum” ifadelerini kullandı. Konuşmasında sosyal adalete vurgu yaparak, alınan yanlış ve adil olmayan kararların toplum arasında sınıflaşmaya neden olduğunun altını çizen Reisi, “Hukuk ve yasa, adalete bağlı olmalıdır. Eğer ülkedeki tüm enerjimizi adaletin tesisine ayırırsak, tüm toplumsal tabakalar ortadan kalkar. Alınan yanlış ve adil olmayan kararlar, toplum arasında sınıflaşmaya neden oluyor. Bugün toplumumuz, büyük toplumsal sorunlar ile karşı karşıyadır” ifadesini kullandı.
Aslen Türk kökenli olan İbrahim Reisi münazaraya katılanlar içerisinde ayakları yere basan herhalde en tutarlı ve en mantıklı açıklamalarda bulunan kişiydi.
Yazımın içeriğinde de belirttiğim üzere İbrahim Reisi’nin konuşmasından hemen sonra söz alan reformist aday Mihralizade ise; Reisi’nin “Azeri” açıklamasına tepki göstererek, “Sayın Reisi, Azerice konuşanların kendisini arayarak kendisine sevgilerini ve muhabbetlerini gösterdiklerini söylüyor. Ben, Reisi’nin Azeri sözüne bir düzeltme getirmek istiyorum. Çünkü ülkemizde Azerice konuşanlar değil, Batı ve Doğu Azerbaycan’dan Hamedan, Zencan, İsfahan, Erdebil, Horasan ve Huzistan’a kadar İran’ın dört bir yanından Türkçe konuşanlar var. Sayın Reisi, Azeri kelimesini kullanırken daha dikkatli olmalıdır” ifadelerini kullandı. Reformist adayın bu saçma sözlerini okuyunca hangi konuda reform yapacağını da merak etmekten kendimi alamadım.
Tüm adayların konuşmalarını dikkatlice dinlediğim münazarada İranlıların ve Azerilerin önündeki en iyi seçenek herhalde İbrahim Reisi’den başkası olmayacak.
Güçlü, büyük ve daha istikrarlı bir İran için bu seçimler adeta hayat memat meselesi. Bu seçim; İran Azerileri açısından son derece önem arz ediyor. İran’ın şu ana kadar sergilediği tavır; tıpkı Batı Trakya’da yaşayan Türklere “Müslüman azınlık” tanımlaması yapan Yunanistan’ın tutumundan hiç farklı değil. “Azeri yok, Türkçe konuşanlar var” cümlesi İran’da yaşayan Türkleri Farslılaştırmaktan başka bir değil.
Daha zengin, daha güçlü ve daha kudretli bir İran için her şeyin hayırlısı…
DR. MEHMET HAKAN SAĞLAM
]]>Son dönemde Türkiye’de yaşanan bazı olaylar toplumun giderek kutuplaştığını ve bu kutuplaşmanın tarif edilemez derecede kin ve nefrete dönüştüğünü ortaya koyuyor.
Toplumsal hazımsızlık had safhada. Hiç kimse alttan almıyor. “Bizim mahalle” ve “öteki mahalle” kavramı derinden derine yeni hizipleşmeler yaratıyor. Şahsım adına konuşayım, ben milliyetçi muhafazakâr anlayışa sahip bir kişiyim. Ama Ahmet Kaya dinler, Nazım Hikmet şiirlerini okur, Livaneli’den keyif alır, buna aksi davrananları da eleştiririm. Fakat gel gelelim ki karşı mahallede aynı anlayışı görebilmek mümkün değil. Necip Fazıl’dan, Sezai Karakoç’tan nefret eden, sırf Erdoğan’ın yanında durdu diye rahmetli Fuat Sezgin hocayı bile hakaretle yad eden hastalıklı bir kafa yapısıyla karşı karşıyayız.
Bu kafayı çözümlemek inanın mümkün değil.
Türkiye’de birini yok etmek ve itibarsızlaştırmak için o kişinin vatan haini, namussuz, şerefsiz, ırz düşmanı, kulampara, dolandırıcı, arsız ve üçkâğıtçı olmasına gerek yok. Toplum nezdinde lekelenmeniz için transseksüel, biseksüel ve lezbiyen olmanızda da hiç bir sıkıntı yok. Hatta bu özellikler bir nevi itibar ve ayrıcalık göstergesi olarak kabul edilip, laik ve demokratik Cumhuriyet’in çağdaş bir yansıması olarak da lanse edilebiliyor. Kendini modacı olarak tanıtan bir zatın ibneliğini açıkta sergilediğini, Mustafa Kemal resimli tişört giyip laik Cumhuriyet çocuğu olmaktan onur ve gurur duyduğunu ifade ettiği görüntüler halâ hafızalarımızda.
Bu özelliklerin hepsini uhdenizde çok rahatlıkla taşıyabilir ve göğsünüzü gere gere “Beyler bayanlar! İşte ben yukarıda özelliklerin tamamına tek başıma sahibim, ben süzme bir şerefsizim” de diyebilirsiniz.
Çıkın Gezi Parkı’na, yakın belediye otobüsleri, patlatın polis arabalarını, kırın dükkân ve mağazaların camlarını ve sonra da atın o sihirli sloganınızı; “MUSTAFA KEMALİN ASKERLERİYİZ“.
Yahu arkadaş sizler ne ayaksınız?
Sizler; yurtdışı seyahatleriniz sırasında ziyaret ettiğiniz kilise ve sinagoglarda Hristiyanlığın ve Yahudiliğin her türlü dini ritüellerine karşı son derece saygılı olabilirken, ezan-ı Muhammedî’ye, namaza, oruca, kurban kesimine saygısızlık ve hakaret konusunda birbirinizle adeta yarışmıyor musunuz?
Doğrusunu söylemek gerekirse sizler; para ve güç sahiplerine karşı son derece korkak, ancak mütedeyyin insanlara küfür ve hakaret konusunda son derece cesaretlisiniz.
Sizler; Suriye’de milyonlarca insanı yerinden yurdundan eden, katleden, gelişi güzel bombalayan ESED ve avenesine destek veren, ona kol kanat geren vatan haini alçaklar değil misiniz?
Sizler; bu ülkenin ordusu Suriye’de, Irak’ta, Libya’da ve daha birçok noktada devletin bekası için varlık mücadelesi verip şehitler verirken, “Ne işimiz var Libya’da? Ne işimiz var Suriye’de? Ne işimiz var Katar’da? Ne işimiz var Sudan’da Somali’de?” diye konuşup duran ve Meclis kürsüsünden Cumhurbaşkanı’ndan Milli Savunma Bakanı’na kadar küfür ve hakaret eden it sürüleri değil misiniz?
Sizler; Anıtkabir’e gittiğinizde haşa Tanrı’nın huzuruna çıkmış gibi son derece saygılı bir duruş sergilerken, Doğu Roma İmparatorluğu’nu tarihe gömüp İstanbul’u bir Türk-İslam beldesi haline dönüştüren Fatih Sultan Mehmet Han’ın türbesinde her türlü hakareti yapabilecek kadar şeref ve haysiyet yoksunları değil misiniz?
Sizler; asker ve polis katili PKK ve HDP mensuplarıyla işbirliği yapabilecek kadar alçakça bir tutum sergilerken, devletin polisine; “bu işi yapacağına git namusunla fahişelik yap” diyebilecek kadar edepsizler değil misiniz?
Sizler; Mustafa Kemal’e tanrılık ve peygamberlik vasfını verebilecek kadar inançsız, alemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed’i sübyancılıkla suçlayacak kadar kafir değil misiniz?
Sizler; evli ve çocuklu olduğu halde “Atatürk’ün beni becermesini ve ondan çocuk sahibi olmayı çok arzulardım” diyebilecek kadar ahlaksız ve hayasız, ancak otobüs ve metrobüslerde seyahat eden başı örtülü genç kızlarımıza her türlü hakareti yapabilecek kadar hadsiz ve pervasızlar sürüsü değil misiniz?
Sizler; “sevişirim elletmem hamile kalırım evlenmem, diktatör değil vibratör istiyoruz” şeklinde pankart açıp Beyoğlu sokaklarında eylem yapan kendini kaybetmişlerden değil misiniz?
Sizler; birahanelerde, gece kulüplerinde ve ülkenin en gözde tatil ve eğlence mekânlarında yudumladığınız rakı ve biraları “Lâik Türkiye” etiketiyle afişe edebilecek kadar görgüsüz, ancak oruç tutan Müslümanlar için “açlıkla terbiye oluyor örümcek kafalılar” diyen hadsizler değil misiniz?
Sizler; kerhane açılışlarında kurban kesebilecek kadar şaşkın, ancak İslam’ın her türlü değerlerini ayaklar altına alan ahlaksızlar değil misiniz?
Sizler; saman, domates ve patlıcan üzerinden siyaset yapabilecek kadar basit ve çapsız, ancak savunma sanayi konuları başta olmak üzere Türkiye’nin önemli bir teknoloji üreticisi ülke olmasını kabullenemeyen hazımsızlar değil misiniz?
Sizler; “Atatürk kuru fasulyeyi nasıl yerdi, nasıl uçardı, nasıl kaçardı?” tarzında hazırlanan hikâye kitabı tarzındaki çiziktiriklere 2500 TL verecek kadar beyinsiz, ancak bir fakire 10 TL sadaka vermeyen vicdansızlar değil misiniz?
Sizler; sosyal medya hesaplarınızda isimlerinizin başına T.C. rumuzu koyunca kendisini milliyetçi ve vatansever zanneden, ancak bu ülkenin geleceği için şehit düşen vatan evlatlarını zerre kadar önemsemeyen acımasızlar tayfası değil misiniz?
Sizler; “Atatürk’ün yemek masasında 30 kral, 70 prens vardı” masalına inanabilecek kadar ebleh, ancak tüm dünya liderlerince “yüzyılın oyun kurucusu” olarak tanımlanan Erdoğan’ı küçümseyen “kör ve sağırlar” değil misiniz?
Sizler; Mustafa Kemal için mevlit ve kaside yazabilecek kadar kafayı sıyıran, ancak “Hz. Muhammed, Hatice ile evlenip parayı bulunca peygamberliğini ilan etti” diyebilen Allah ve din düşmanı ateist ve deist güruhlar değil misiniz?
Sizler; Müslümanları kışkırtmak için deniz kenarında bikini ile namaz kılma şaklabanlığını sergileyen, oruç tutmadığı halde orucu ve ramazanı aşağılamak için yemek masasına rakı koyup bu çirkinliği sosyal medya hesaplarınızda paylaşan edepsizler değil misiniz?
Sizler; 15 Temmuz gecesi darbe yapan alçak Fethullah Gülencilerden medet umabilecek kadar aciz, ancak Erdoğan’dan kurtulma uğruna ülkenizi ateşe atabilecek vatan hainleri değil misiniz?
Sizler; Küçükçekmece’de tecavüz edilen 11 yaşındaki küçük bir kız çocuğunun ardından: “ailesi de AK Partiliymiş bu yaşta tecavüze uğramayı hak etmiş” şeklinde tweet atan ve bu aşağılık tweet mesajını beğenen alçaklar değil misiniz?
Sizler; Nişantaşı sokaklarında fular takıp, pipo tüttürünce statü atladığını zanneden, ancak öküzün yavrusunu “oğlak” olarak tanımlayan, Cumhuriyet’in kaç yılında ilan edildiğini bilmeyen, 1923’ten 1881 yılını çıkartmayı beceremeyen cahiller sürüsü değil misiniz?
Sizler; Türkiye’yi İHA VE SİHA teknolojisinde dünyanın ilk üçü arasına sokan damatla gurur duyacağınız yerde, onunla dalga geçme çapsızlığını sergileyen beyni süngerleşmiş harisler değil misiniz?
Sizler; emperyalizme karşı mücadele verdiği için Mustafa Kemal ve Deniz Gezmiş isimlerini “güya” rehber edinen, ancak Amerikan emperyalizmine ve Batıya uşaklık ve yalakalık yapma hususunda birbiriyle yarışan satılık köpekler değil misiniz?
Sizler; Gezi Parkı’ndaki üç tane ağacı bahane edip ortalığı savaş alanına çeviren, ancak Ege’de ormanları ateşe veren PKK militanlarına karşı sempatiyle bakan çapulcular sürüsü değil misiniz?
Sizler; İstiklal Harbi’ne katılarak canı pahasına vatan müdafaası yapan fakir Anadolu insanın; “cahil, bidon kafalı, göbeğini kaşıyan adam” şeklinde aşağılayan, sonrasında ise bu mücadeleyi sanki kendiniz yapmış gibi bayramlarda kutlayan arsızlar değil misiniz?
Sizler; alnınız zinhar secdeye değmediği halde cami minberlerinden okunan cuma hutbelerini dahi laf söz eden, Mustafa Kemal’in Nutuk isimli kitabını bir defa dahi olsun elinize alıp okumadığınız ve içeriğini bilmediğiniz halde; “Cuma hutbelerinde Nutuk okutulmalıdır” şeklinde fikir beyan eden beyinsiz tipler değil misiniz?
Sizler var ya sizler; sizler Türk tarihinin gelmiş geçmiş en aşağılık ucubelerisiniz.
Sizler; şu koca dünyada eşine benzerine az rastlanılabilecek haris ve beş para etmez mendeburlarsınız.
Şimdi tekrar be tekrar düşünüyorum da; “Siz kim Mustafa Kemal’in askerleri olmak kim?”
Sizler kim laikliği savunmak kim?
Sizler kim Türkiye’yi muasır medeniyetler seviyesine getirmek kim?
Sizler kim Türklük mücadelesini rehber edinmek kim?
Sizler kim “Büyük Türkiye, Güçlü Türkiye” kavramlarını anlamak, anlatmak kim?
Sizler kim Milliyetçilik ve devletçilik kavramlarını özümsemek kim?
Mustafa Kemal mezarından kalkacak olsa inanın tümünüzü Kılıç Ali’ye teslim eder idam fermanınızı zevkle imzalardı.
Mustafa Kemal mezarından kalkıp kendi fotoğraf ve posterlerinin sapık ve homoseksüellerin, terör destekçisi vatan hainlerinin ellerinde taşındığını görse kahrından hızlıca mezarına geri döner, geriye de; “bunlar benden ise se ben bunlardan değilim” şeklinde mesaj bırakırdı.
Mustafa Kemal sizden bir halt olmayacağını anladığı için boşu boşuna “köylü milletin efendisidir” dememiş.
Kusura bakmayın ama sizler; “devlet, devlet adamı, millet, ulus, halk ve toplum” gibi kavramlardan bi-haber yaşayan aptallarsınız.
Sizler; ideoloji uğruna dini inançsızlık bataklığına saplanmış, ateizm ile deizm arasında gidip gelen zavallılarsınız.
Sizler; bu ülkenin gelişmesini zerre kadar arzulamayan, ülke ve toplum yararına olan hemen her yeniliğe kapalı, muhalif olmayı demokrasi ve çağdaşlık göstergesi olarak addeden ve tüm bunları Kemalizm adına yapan, okumayan, düşünmeyen ve mantık yürütemeyen amiplersiniz.
Sizler; özgürlükten dem vurup, insanların sakalı ve başörtüsüyle uğraşan ikiyüzlü riyakârlarsınız.
Yazımın başında da dediğim gibi; Sizler bu kafa yapısı ve anlayışla Mustafa Kemal’in değil askeri olmak, Mustafa Kemal’in itinin pisliği bile olamazsınız.
Ama yine de sizi tebrik etmek lazım. Hemen her durumda Mustafa Kemal edebiyatı yapıp, bunu şahsi menfaatlerinizi temin için kullanabiliyorsunuz.
Dr. Mehmet Hakan Sağlam
]]>Bazen zaman durur. Etraf sessizleşir, sadece kulaklarınızdaki uğultuyu hissedersiniz. Gözünüz hiç bir şey görmez, diliniz lâl olur hiç bir şey söyleyemezsiniz. Gerilere gidersiniz, eski günler geliverir gözlerinizin önüne. Sonra derin bir “eyvah” çekersiniz ve “bir çınar daha gitti” dersiniz.
Bugün öyle oldum. Babamın can dostu, arkadaşı ve ortağı, sırdaşı ve kardaşı Adnan Bıyıkbeyi’ni kaybettik. Kilis’in yetiştirdiği son derece yetenekli, zehir gibi zekâya sahip, Kapalıçarşı’nın mihenk taşlarından Adnan abimiz artık yok.
80’li yılların başında tanıdım onu. Yıllarca aynı dükkânda beraber çalıştık. Döviz aldık sattık, Türkiye’nin dövizsiz yıllarında ekonomiye bir nevi can simidi olduk. Rahmetli babam onu çok sever ve bana hep örnek gösterirdi. Kapalıçarşı’da çok insan tanıdım. Ancak bunların tümü bir yana Adnan abi bir yanaydı. Samimi, candan, içten, yardımsever ve dost canlısı bir insandı. Para onu hiç bozmadı. Servete sahip olunca azan, kendini kaybeden insanlardan hiç olmadı. Beş evladı vardı, beşini de çok güzel yetiştirdi. Hiç birini birbirinden ayırt etmedi. Onlarda babalarının yüzünü kızartacak hiçbir harekette bulunmadı.
Adnan abinin çok ilginç tarafları vardı. Birisiyle bir işe gireceği vakit uzun uzadıya istişare yapar, her olasılığı değerlendirirdi. Neticede bildiğini yapardı ama derin düşünceye dalınca gözlerini hafifçe kısar, elinde sigarası düşünürde düşünürdü. Karar verdikten sonra da bir daha asla yolundan dönmezdi.
“Şirket” lafını anlayanlar anlar, çok fazla detaya girmeye gerek yok ama Şirket döneminde amiral gemisinin kaptanı o idi. 80’li yılların sonuna kadar ortaklığımız devam etti. Aynı apartmanda, aynı dükkânda yıllar boyu beraberce yaşadık. Aynı arabayla işe gidip geldik.
Babam ne kadar ciddiyse Adnan abi o kadar şakacı bir insandı. Bazen entresan sorular sorarak babamı güldürürdü. Para ütülediğimiz günlerde oldu, kaybolan milyonların üzerine soğuk sular içtiğimizde. Ancak ne olursa olsun hiç bir zaman ticaret yapma ümit ve azmini kaybetmeyen, yılmayan, sürekli iş yapma isteği ile yanıp kavrulan bir kişiliği vardı.
90’lı yıllarda Deha Menkul Kıymetleri kurdu. Kapalıçarşı da borsa seanslarını yıllar boyu idare etti. Tüm seans boyunca sigarayı bir defa yakar, bir daha çakmağı eline asla almaz, sigaraları dibi dibine yakardı. İşte o kahrolası sigaralar yıllar sonra onu yatağa düşürdü, tadını tuzunu kaçırdı.
Kapalıçarşı’dan çok adam geldi geçti ama bugün bu çarşı gerçekten büyük bir dehasını kaybetti.
Artık Adnan abimiz yok. Ama onu unutmak ne mümkün. Anlatmaya sayfalar kifayet etmez.
Bugün cenazesi kalkıyor. Rahmeti Rahmana kavuşuyor. Yaptığı yardım ve iyilikleri bilen birisi olarak Allah rahmet eylesin, mekânı Cennet olsun diyorum.
Üstad Necip Fazıl diyor ki;
Var mı Allah’tan yukarı kabirden aşağı,
Toparlan ruhum gidiyoruz sen yukarı ben aşağı.
Bundan iki yıl önce babamı kaybettiğimde “Benim babam dağ gibi bir adamdı” demiştim.
Adnan abi de dağ gibi bir adamdı. Bugün artık aramızda değil ama geriye çok güzel şeyler bıraktı.
En başta birbirinden değerli beş güzel evlat ve çokça torun. Adnan Bıyıkbeyi güzel bir geçmiş, lekesiz bir ticari hayat, şerefli ve temiz bir isim bırakarak aramızdan ayrıldı.
Ne diyelim…
Her geçen yıl birer birer, masadan eksiliyor dostlar.
Ve ortaklar birer ikişer bir yerlerde buluşuyor…
Allah rahmet eylesin…
Dr. Mehmet Hakan SAĞLAM
]]>Son dönemde Türkiye’de yaşanan bazı olaylar toplumun giderek kutuplaştığını ve bu kutuplaşmanın tarif edilemez derecede kin ve nefrete dönüştüğünü ortaya koyuyor.
Toplumsal hazımsızlık had safhada. Hiç kimse alttan almıyor. “Bizim mahalle” ve “öteki mahalle” kavramı derinden derine yeni hizipleşmeler yaratıyor. Şahsım adına konuşayım, ben milliyetçi muhafazakâr anlayışa sahip bir kişiyim. Ama Ahmet Kaya dinler, Nazım Hikmet şiirlerini okur, Livaneli’den keyif alır, buna aksi davrananları da eleştiririm. Fakat gel gelelim ki karşı mahallede aynı anlayışı görebilmek mümkün değil. Necip Fazıl’dan, Sezai Karakoç’tan nefret eden, sırf Edoğan’ın yanında durdu diye rahmetli Fuat Sezgin hocayı bile hakaretle yad eden hastalıklı bir kafa yapısıyla karşı karşıyayız.
Bu kafayı çözümlemek inanın mümkün değil.
Türkiye’de birini yok etmek ve itibarsızlaştırmak için o kişinin vatan haini, namussuz, şerefsiz, ırz düşmanı, kulampara, dolandırıcı, arsız ve üçkâğıtçı olmasına gerek yok. Toplum nezdinde lekelenmeniz için transeksüel, biseksüel ve lezbiyen olmanızda da hiç bir sıkıntı yok. Hatta bu özellikler bir nevi itibar ve ayrıcalık göstergesi olarak kabul edilip, laik ve demokratik Cumhuriyet’in çağdaş bir yansıması olarak da lanse edilebiliyor. Kendini modacı olarak tanıtan bir zatın ibneliğini açıkta sergilediğini, Mustafa Kemal resimli tişört giyip laik Cumhuriyet çocuğu olmaktan onur ve gurur duyduğunu ifade ettiği görüntüler halâ hafızalarımızda.
Bu özelliklerin hepsini uhdenizde çok rahatlıkla taşıyabilir ve göğsünüzü gere gere “Beyler bayanlar! İşte ben yukarıda özelliklerin tamamına tek başıma sahibim, ben süzme bir şerefsizim” de diyebilirsiniz.
Çık Gezi Parkı’na, yak belediye otobüsünü, patlat polis arabalarını, kır dükkân ve mağazaların camlarını ve sonra atın o sihirli sloganı; “Mustafa Kemalin askerleriyiz“.
Yahu arkadaş siz ne ayaksınız?
Siz; yurtdışı seyahatleriniz sırasında ziyaret ettiğiniz kilise ve sinagoglarda Hristiyanlığın ve Yahudiliğin her türlü dini ritüellerine karşı son derece saygılı olabilirken, ezan-ı Muhammediye’ye, namaza, oruca, kurban kesimine saygısızlık ve hakaret konusunda birbirinizle adeta yarışmıyor musunuz?
Doğrusunu söylemek gerekirse siz; para ve güç sahiplerine karşı son derece korkak, ancak mütedeyyin insanlara küfür ve hakaret konusunda son derece cesaretlisiniz.
Siz; Anıtkabir’e gittiğinizde haşa Tanrı’nın huzuruna çıkmış gibi son derece saygılı bir duruş sergilerken, Doğu Roma İmparatorluğu’nu tarihe gömüp İstanbul’u bir Türk-İslam beldesi haline dönüştüren Fatih Sultan Mehmet Han’ın türbesinde her türlü hakareti yapabilecek kadar şeref ve haysiyet yoksunu değil misiniz?
Siz; asker ve polis katili PKK ve HDP mensuplarıyla işbirliği yapabilecek kadar alçakça bir tutum sergilerken, devletin polisine; “bu işi yapacağına git namusunla fahişelik yap” diyebilecek kadar edepsiz değil misiniz?
Siz; Mustafa Kemal’e tanrılık ve peygamberlik vasfını verebilecek kadar inançsız, alemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed’i sübyancılıkla suçlayacak kadar kafir değil misiniz?
Siz; evli ve çocuklu olduğu halde “Atatürk’ün beni becermesini ve ondan çocuk sahibi olmayı çok arzulardım” diyebilecek kadar ahlaksız ve hayasız, ancak otobüs ve metrobüslerde seyahat eden başı örtülü genç kızlarımıza her türlü hakareti yapabilecek kadar hadsiz ve pervasız değil misiniz?
Siz; “sevişirim elletmem hamile kalırım evlenmem, diktatör değil vibratör istiyoruz” şeklinde pankart açıp Beyoğlu sokaklarında eylem yapan kendini kaybetmişler değil misiniz?
Siz; birahanelerde, gece kulüplerinde ve ülkenin en gözde tatil ve eğlence mekânlarında yudumladığınız rakı ve biraları “laik Türkiye” etiketiyle afişe edebilecek kadar görgüsüz, ancak oruç tutan müslümanlar için “açlıkla terbiye oluyor örümcek kafalılar” diyebilecek kadar hadsiz değil misiniz?
Siz; kerhane açılışlarında kurban kesebilecek kadar şaşkın, ancak İslamın her türlü değerlerini ayaklar altına alabilecek kadar ahlaksız değil misiniz?
Siz; saman, domates ve patlıcan üzerinden siyaset yapabilecek kadar basit ve çapsız, ancak savunma sanayi konuları başta olmak üzere Türkiye’nin önemli bir teknoloji üreticisi ülke olmasını kabullenemeyecek kadar hazımsız değil misiniz?
Siz; “Atatürk kuru fasulyeyi nasıl yerdi, nasıl uçardı, nasıl kaçardı?” tarzında hazırlanan hikâye kitabı tarzındaki çiziktiriklere 2500 TL verecek kadar beyinsiz, ancak bir fakire 10 TL sadaka veremeyecek kadar vicdansız değil misiniz?
Siz; sosyal medya hesaplarınızda isimlerinizin başına T.C. rumuzu koyunca kendisini milliyetçi ve vatansever zanneden, ancak bu ülkenin geleceği için şehit düşen vatan evlatlarını zerre kadar önemsemeyen acımasızlar tayfası değil misiniz?
Siz; “Atatürkün yemek masasında 30 kral, 70 prens vardı” masalına inanabilecek kadar ebleh, ancak tüm dünya liderlerince “yüzyılın oyun kurucusu” olarak tanımlanan Erdoğan’ı küçümseyebilecek kadar kör ve sağır değil misiniz?
Siz; Mustafa Kemal için mevlüt ve kaside yazabilecek kadar kafayı sıyırmış, ancak “Hz. Muhammed, Hatice ile evlenip parayı bulunca peygamberliğini ilan etti” diyebilecek kadar Allah ve din düşmanı tanımlanan Adüvullah Abdullah Cevdet tarzı ateist ve deist güruhlar değil misiniz?
Siz; Müslümanları kışkırtmak için deniz kenarında bikini ile namaz kılma şaklabanlığını sergileyen, oruç tutmadığı halde orucu ve ramazanı aşağılamak için yemek masasına rakı koyup bu çirkinliği sosyal medya hesaplarınızda paylaşan edepsizler sürüsü değil misiniz?
Siz; 15 Temmuz gecesi darbe yapan alçak Fethullah Gülencilerden medet umabilecek kadar aciz, ancak Erdoğan’dan kurtulma uğruna ülkenizi ateşe atabilecek kadar vatan haini değil misiniz?
Siz; Küçükçekmece’de tecavüz edilen 11 yaşındaki küçük bir kız çocuğunun ardından: “ailesi de AK Partiliymiş bu yaşta tecavüze uğramayı hak etmiş” şeklinde tweet atan ve bu aşağılık tweet mesajını beğenen alçak tipler değil misiniz?
Siz; Nişantaşı sokaklarında fular takıp, pipo tüttürünce statü atladığını zanneden, ancak öküzün yavrusunu “oğlak” olarak tanımlayan, Cumhuriyet’in kaç yılında ilan edildiğini bilmeyen, 1923’ten 1881 yılını çıkartmayı beceremeyen cahiller sürüsü değil misiniz?
Siz; Türkiye’yi İHA VE SİHA teknolojisinde dünyanın ilk üçü arasına sokan damatla gurur duyacağınız yerde, onunla dalga geçme çapsızlığını sergileyen beyni süngerleşmiş harisler değil misiniz?
Siz; emperyalizme karşı mücadele verdiği için Mustafa Kemal ve Deniz Gezmiş isimlerini her daim güya rehber edinen, ancak şimdilerde Amerikan emperyalizmine ve Batıya uşaklık ve yalakalık yapma hususunda birbiriyle yarışan satılık köpekler değil misiniz?
Siz; Gezi Parkı’ndaki üç tane ağacı bahane edip ortalığı savaş alanına çeviren, ancak Ege’de ormanları ateşe veren PKK militanlarına karşı sempatiyle bakan çapulcular sürüsü değil misiniz?
Siz; İstiklal Harbi’ne katılarak canı pahasına vatan müdafaası yapan fakir Anadolu insanına; “cahil, bidon kafalı, göbeğini kaşıyan adam” şeklinde aşağılayan, hakir gören, sonrasında da bu mücadeleyi sanki kendiniz yapmış gibi zafer bayramlarını kutlayan arsızlar değil misiniz?
Siz; zinhar alnınız secdeye değmediği halde cami minberlerinden okunan cuma hutbelerini dahi laf söz eden, Mustafa Kemal’in Nutuk isimli kitabını bir defa dahi olsun elinize alıp okumadığınız ve içeriğini bilmediğiniz halde; “Cuma hutbelerinde Nutuk okutulmalıdır” şeklinde fikir beyan eden tipler değil misiniz?
Sizler var ya sizler; sizler Türk tarihinin gelmiş geçmiş en aşağılık ucubelerisiniz.
Sizler; şu koca dünyada eşine benzerine az rastlanılabilecek haris ve beş para etmez mendeburlarsınız.
Şimdi tekrar düşünüyorumda; “Siz kim Mustafa Kemal’in askerleri olmak kim?”
Siz kim laikliği savunmak kim?
Siz kim Türkiye’yi muasır medeniyetler seviyesine getirmek kim?
Siz kim Türklük mücadelesini rehber edinmek kim?
Siz kim “Büyük Türkiye, Güçlü Türkiye” kavramlarını anlamak, anlatmak kim?
Siz kim Milliyetçilik ve devletçilik kavramlarını özümsemek kim?
Mustafa Kemal mezarından kalkacak olsa inanın tümünüzü Kılıç Ali’ye teslim eder hepinizin idamını zevkle seyrederdi.
Mustafa Kemal kazaen mezarından şöyle bir kalkıp da kendi fotoğraf ve posterlerinin sapık ve homoseksüellerin, terör destekçilerinin ve vatan hainlerinin ellerinde taşındığını görse kahrından kendini hızlıca mezarına geri atar, geriye de; “bunlar benden ise se ben bunlardan değilim” şeklinde mesaj bırakırdı.
Mustafa Kemal sizden bir halt olmayacağını anladığı için boşu boşuna “köylü milletin efendisidir” dememiş.
Kusura bakmayın ama sizler; “devlet, devlet adamı, millet, ulus, halk ve toplum” gibi kavramlardan bi-haber yaşayan aptallarsınız.
Sizler; ideoloji uğruna dini inançsızlık bataklığına saplanmış, ateizm ile deizm arasında gidip gidip gelen zavallılarsınız.
Sizler; bu ülkenin gelişmesini zerre kadar arzulamayan, ülke ve toplum yararına olan hemen her yeniliğe kapalı, muhalif olmayı demokrasi ve çağdaşlık göstergesi olarak addeden ve tüm bunları Kemalizm adına yapan, okumayan, düşünmeyen ve mantık yürütemeyen cahillersiniz.
Sizler; özgürlükten dem vurup, insanların sakalı ve başörtüsüyle uğraşan ikiyüzlü riyakârlarsınız.
Yazımın başında da dediğim gibi; Sizler bu kafa yapısı ve anlayışla değil Mustafa Kemal’in askeri olmak, Mustafa Kemal’in itinin pisliği bile olamazsınız.
Ama yine de sizi tebrik etmek lazım. Hemen her durumda Mustafa Kemal edebiyatı yapıp, bunu şahsi menfaatlerinizi temin için kullanabiliyorsunuz.
Dr. Mehmet Hakan Sağlam
]]>23 Haziran 2018 seçimlerinden beri yaşanan gelişmeler aslında bugünlerde yaşanacakların habercisi niteliğindeydi.
Son birkaç aydan beri eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül önderliğinde yeni bir parti kurulacağı ve Üç Dönemlikler olarak isimlendirilen bazı küskün milletvekillerinin bu parti içerisinde yer alacağı konuşulup duruyordu zaten. İlk girişim Ali Babacan cephesinden geldi ve yeni partinin kuruluşu konusunda ilk adım atıldı.
Sayın Erdoğan, Abdullah Gül’ü Dışişleri Bakanı ve Başbakan yaptığı gibi son olarak bu yüce devletin en üst makamı olan Cumhurbaşkanlığı makamına da oturttu. Aynı durum Ahmet Davutoğlu için de geçerliydi. Ve tabi ki Ali Babacan, Hayati Yazıcı, Cemil Çiçek ve Bülent Arınç gibi tipler için de.
Erdoğan’ın yanında görünüp, onun arkasından her türlü fırıldağı çeviren muhafazakâr medyanın tetikçileri başta olmak üzere tüm Türkiye düşmanları için Abdullah Gül ve avenesi sadece ve sadece AK Parti’yi parçalamaya yönelik bir Truva Atı’dır. Amiyane tabirle Türkiye düşmanları açısından Abdullah Gül “kullan-at” niteliğindeki basit bir kağıt peçeteden başka bir şey değildir. Tıpkı onun etrafında çöreklenmeye çalışan Ali Babacan, Bülent Arınç ve diğer bazı AKP’liler gibi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan S-400 sorununu başarıyla nihayetlendirmekten, Suriye konusunda risk yüklenmeye, Doğu Akdeniz’de Türk çıkarlarını korumaktan Libya’daki oldubittilere izin vermemeye kadar yüzlerce, binlerce sorunla birebir ilgileniyor. Ülkenin en büyük sorunu ise hiç şüphesiz FETÖ ile mücadele. Ancak maalesef FETÖ ile mücadele konusunda gösterilen çaba ve gayretler, sadece ve sadece Erdoğan’ın yaptıklarıyla sınırlı. Erdoğan’ın en yakınında yer alanlar bile bu mücadeleye yeter derecede ehemmiyet göstermiyor ve olası bir iklim değişikliğine karşı pozisyonlarını koruma içgüdüsüyle hareket ediyor.
Cumhurbaşkanının bir şekilde pasifize edilmesi, suikasta uğraması veya öldürülmesi durumunda, Erdoğan’ın en yakınında bulunan kişilerin, aynı gün içerisinde Fethullah Gülen’e biat edeceklerinden son derece eminim. Hatta bu kişilerin Erdoğan’ın ortadan kaldırıldığı haberini alır almaz medya karşısına çıkıp; “Erdoğan çok korkunç ve acımasız bir diktatördü, korkumuzdan ağzımızı açamıyorduk, konuşanın kellesi gidiyordu” mealinden açıklama yapacaklarından da adım gibi eminim.
Hatta bazılarının yalakalıkta sınır tanımayıp, Facebook ve Twitter’daki profil resimlerini meczup Fethullah’ın alık alık boşluğa bakan resimleriyle değiştirme yoluna gideceklerinden de adım gibi eminim.
15 Temmuz gecesi İstanbul ve Ankara’da kan gövdeyi götürüp, Marmaris’te Erdoğan’ın kaldığı otele darbeciler tarafından suikast amaçlı operasyon düzenlenirken ortalıkta görünmeyip telefonlarını dahi açmayan milletvekilleri, bakanlar, müsteşar ve bürokratlar, belediye başkanları, il ve ilçe teşkilat yöneticileri ve hatta meclis üyeleri ve tabi ki bu hükümet döneminde iş yapıp palazlanan işadamları, kendilerini yandaş medya grubu içinde gösterenler “ERDOĞAN’I SATACAK KİŞİLER LİSTESİ”nin ilk sıralarında yer alacak.
ABD, İsrail, Almanya ve daha birçok ülke yıllardan beri Erdoğan’ı devirmenin hesaplarını yapıp duruyor. Bu ülkelerin Gezi Olayları, 17/25 Aralık Yargı ve Emniyet Darbesi ve 15 Temmuz Askeri Kalkışması’na verdikleri destek ayan beyan ortada. ERDOĞAN’ı devirebilmek için ülke içindeki ihanet gruplarına aktarılan paraların ise haddi hesabı yok.
Açık Toplum Vakfı gibi yapılanmalar üzerinden sadece Türkiye değil, etraf coğrafyamızdaki onlarca ülke de şekillendiriliyor. Soros tarafından kurulan bu vakfın ilk kurulduğu yer Macaristan ve şu anda 70’ten fazla ülkede aktif olarak faaliyet gösteriyor.
Vakfın web sitesinde yer alan bilgiye göre, bu vakfın dünya çapındaki 2017 yılı toplam bütçesi 940,7 milyon dolar. Kurulduğu günden bu yana kadar yapılan harcamaların toplamı ise tamı tamına 14 milyar dolar!
Türkiye’de kurulan Açık Toplum Vakfı’nın resmi senedine göre, kurucu Mütevelli Heyeti’nde Can Paker, Osman Kavala, İshak Alaton ve Murat Sungur gibi isimler yer alırken, Yönetim Kurulu’nda Can Paker, Osman Kavala ve Leyla Alaton bulunuyor. Vakfın 2008-13 yılları arasındaki 5 yıllık dönemi kapsayan faaliyet raporunun girişinde İshak Alaton imzasıyla yer alan yazıda, kaynaklarının “çok büyük ölçüde” Soros’tan geldiği zaten belirtiliyor.
Vakfın web sitesinde yer alan en güncel faaliyet raporu 2008-13 yılları arasındaki dönemi kapsıyor. Faaliyet raporunda 5 yıllık dönem içerisinde; “TOG, TESEV, DİTAM, DİSA, SALT, TÜSEV, GPOT, Anadolu Kültür, KA-MER, LGBT gibi 75 sivil toplum kuruluşu, Koç, Bilgi, Kültür ve Boğaziçi gibi 15 farklı kamu kurumu ile 252 projenin yürütüldüğü, eğitim, toplantı ve ev ziyareti sayesinde 755 bin 774 kişi ile temas kurulduğu” anlatılıyor.
Küresel sermaye ve Türkiye düşmanları, Erdoğan’ı devirebilmek için bugüne kadar milyarlarca dolar para harcadı. Ancak dikkat edin son bir yıldır yeni bir toplum mühendisliği çalışması yürütülüyor ve Türk halkının en hassas noktası olan “mağduru koruma” ilkesi üzerine çalışılıyor. Ekrem İmamoğlu’nun cilalanması, Gül, Davutoğlu ve Babacan gibi tiplerin ezik gösterilip mağdur edebiyatıyla topluma kabul ettirilmesi bu projenin en önemli ayağı.
Erdoğan Saray Bosna dönüşü sırasında bu kişiler hakkında bazı açıklamalarda bulundu ve “kırgın” olduğunu söyledi. Ali Babacan ise bugün attığı bir tweet mesajında “70 kadar milletvekili ile mecliste grup kuracaklarını” belirtti.
Yaşananlar karşısında üzülüyorum ve Erdoğan’a yaptığım onca uyarının dikkate alınmadığı gördüğüm için de hayıflanıyorum. Türkiye siyaseti; tarihinde hiç yaşamadığı kadar büyük ihanetlere sahne olacak. Kimlerin kimlerle ilişki kurduğunu, kimlerin kaç kuruşa satıldığını, kimlerin Erdoğan’ı yalnız bırakacağını, kimlerin ikiyüzlülükte destan yazacağını hep beraber göreceğiz.
İlkokul yıllarında okuma yazma öğrenirken kullanılan fişler vardı; “Ali topu at, Ayşe bal al” minvalinde. Şimdilerde Aliler, Ahmetler, Abdullahlar top atıp tutarken, Erdoğan sadece seyretmekle meşgul.
Sayın Erdoğan kendisine oy veren kitlelerin taleplerini dikkate alıp AK Parti’yi “paçoz, ahlaksız, iş takipçisi, rüşvetçi, kibri tavan yapan, halkı hakir gören” kişilerden temizlerse ne alâ, temizlemezse fişlerin niteliği de içeriği de değiştikçe değişecek ve eti ciğeri beş para etmez adamların farklı taleplerine muhatap olacak.
“Ali parti kurdu”, “Bülent yapacağını yaptı”, “Hayati gemiyi terk etti”, “Abdullah el verdi.”, “AKP’liler istifa etti.”, “Ahmet grup kurdu”, “Cumhur azınlığa düştü.”, “Ali attı Recep baktı”, “Erdoğan iktidarı kaybetti.” gibi fişleri galiba daha sık göreceğiz.
Allah Türkiye’nin yardımcısı olsun.
Dr. Mehmet Hakan SAĞLAM
]]>Bundan birkaç yıl öncesine kadar çoğu kimsenin ismini dahi işitmediği Çinli bir şirket bugünlerde büyük devletleri karşı karşıya getirmeye başladı. Amerika Birleşik Devletleri’nin çeşitli gerekçeler ileri sürerek kendince “kara listeye” aldığı bu şirket; Çin’in dev teknoloji firması olan HUAWEI’den başkası değil.
Aslında bu markayı diğer elektronik alternatiflerine göre daha az duymamıza rağmen çelişkili bir şekilde Huawei isminin geçmişi epey gerilere uzanmakta. 1987 yılında Çinli bir mühendis olan Ren Zhengfei tarafından kurulan Huawei markası, bugün Samsung ve Apple gibi rakipleriyle boy ölçüşür duruma gelmiş.
Huawei’nin anavatanından 12000 kilometre uzakta ABD’de yarattığı panik havası hiç de küçümsenecek gibi değil. Öncelikle Huawei şirketinin sahip olduğu 5G teknolojisi hakkında biraz bilgi vermekte fayda var.
“Beşinci nesil” kablosuz iletişim teknolojisi olarak tanımlanan 5G teknolojisi, sağlık sektöründen lojistiğe, otomotiv endüstrisinden çevre ve enerji sektörlerine kadar yüzlerce alanda köklü değişimlere neden olacak. Buradaki en önemli faktörün “hız” unsuru olduğunu belirtmekte fayda var. Örneğin hâlihazırda kullanmaya devam ettiğimiz 3G, saniyede 28 Megabit hız sunuyor. Bu hız 4G teknolojisinde 100 Megabit seviyesine ulaşmasına karşın, 4G’nin hızı 5G’nin yanına bile yaklaşamamakta. Zira 5G teknolojisinde 1000 Megabit’in üzerindeki hızlara rahatlıkla erişiliyor.
5G teknolojisi sayesinde sensörlerle donatılmış “akıllı evler” sahipleri tarafından gerçek zamanlı izlenebilirken, yangın, su baskını, hırsızlık gibi durumlarda ilgili kurumlara anlık şekilde “acil durum” uyarısı iletilebilecek. Ev ve işyerlerindeki elektrik, su ve doğalgaz sayaçları saniyeler içerisinde okunabilecek, tüketiciler kullanım miktar ve fiyatlarını anlık görebilecek ve tüketim açısından fiyatın daha ucuz olduğu saatleri tercih edebilecek.
5G teknolojisinin Türkiye ve diğer ülkeler açısından en önemli tercih nedeni ise hızdan öte neredeyse tamamen ortadan kalkan “baz istasyon” maliyetleri. 5G’nin dağıtımı ise yapılan testlerin gösterdiği üzere “Wifi” sinyalleri üzerinden gerçekleştiriliyor. Bu şekilde 5G teknolojisi sayesinde dünyanın her yerinden iletişim sağlanması hedefleniyor. Ayrıca 5G teknolojisinin eski uygulamalara göre çok daha az enerji tüketmesi ise hem ülkeler hem de teknoloji kullanıcısı şirketler açısından tercih edilebilir bir durum yaratmakta.
5G teknolojisinin birçok endüstri dalında köklü değişimlere neden olacağı ise tartışılmaz bir gerçek. 5G teknolojisi sayesinde araçlar arasında veri paylaşımına imkân sağlanarak trafik akışı ve otopark konularında veri gecikmesinden kaynaklanan birçok sorun ortadan kaldırılacak. Yapay zekâya dayalı insansız hava, kara, deniz ve demiryolu araçlarında “hız” düşüklüğünden kaynaklanan veri aktarım gecikmeleri ortadan kalkacak.
Sağlık alanında köklü dönüşümlere yol açması beklenen 5G teknolojisi sayesinde robotik cerrahi de çığır açılacak ve doktorsuz ameliyatlar uzaktan müdahale yoluyla rahatlıkla yapılabilecek. Uzaktan eğitim sahasında yaşanan hız ve görüntü kayıpları ortadan kalkacak.
4G teknolojisinde 6,5 dakika, 3G teknolojisinde ise 1 saatten fazla süren 8 gigabayt büyüklüğündeki yüksek çözünürlüklü video indirme süresi, bu teknoloji sayesinde sadece ve sadece 6 saniyeye düşecek.
HUAWEI firmasının bu kadar bariz üstünlüklerle dünya piyasalarına önemli bir aktör olarak giriş yapması, ABD Ticaret Bakanlığı’nı ve ABD’li teknoloji şirketlerini ciddi anlamda rahatsız etmeye yetti. 5G teknolojisinde baz istasyonuna ihtiyaç duyulmaması, sadece bu konuda faaliyet gösteren binlerce üretici ve tedarikçi firmanın hisse senedi fiyatlarında ciddi düşüşler yaşanmasına yetti de arttı bile.
Apple’dan IBM’e, Intel’den Dell’e, Ericsson’dan Nokia’ya, Cisco’dan HP’ye kadar birçok sanayi devi, bugün HUAWEI firmasının yaşatacağı kayıpları kara kara düşünmekte ve ABD hükümetinin Çinli teknoloji devi Huawei ve bağlı ortaklıklarına karşı uygulamaya koymayı planladığı yaptırımlara bel bağlamış durumda. ABD’nin HUAWEI şirketini, ulusal güvenliğine aykırı faaliyetlerde bulunan şirketler listesine almasının esas sebebi; ulusal güvenlik riskinden çok, iletişim ve elektronik endüstrisinde uluslararası rekabet şansını kaybedecek olması.
Çin’in Silikon Vadisi olarak bilinen Shenzhen kentinde 1987’de 21 bin yuan sermaye ile eski bir subay olan Ren Zhengfei tarafından kurulan Huawei şirketi, dünyanın en büyük telekomünikasyon ürünleri ve hizmeti sağlayıcısı olmasının yanı sıra, en büyük ikinci akıllı telefon üreticisi konumunda. Çin’in akıllı telefon pazarının %50’si ise tek başına bu şirkete ait.
Akıllı telefon satışlarında ABD’li Apple’ın pazar payını giderek küçülten Huawei, dünyada telekomünikasyon sektörünü çok daha üst düzeye taşıyacak 5G teknolojisinde de küresel yarışın en ön sırasında yer alıyor.
Japonya, Avustralya ve Yeni Zelanda, dünyanın en büyük telekomünikasyon ekipmanı üreticisi olan Huawei’in 5G ağları ile ilgili ihalelere girmesini yasaklarken, halihazırda 3G ve 4G ağlarında Huawei ile çalışmakta olan Avrupa ülkelerinden de değişik sesler geliyor.
Bu yılın ilk çeyreğinde 59,1 milyon adet akıllı telefon satarak merkezi ABD’de bulunan Apple’a 17 milyondan fazla fark atan Huawei, küresel akıllı telefon satışlarındaki pazar payını geçen yılın ilk çeyreğine göre % 50 artırarak % 17’ye çıkardı. Söz konusu dönemde Apple’ın telefon satışları % 20 düşüşle 42 milyon adet gerçekleşirken, pazar payı da % 14’ten % 12’ye geriledi.
2008’de 12 milyar dolar olan Huawei’in satışları, 2018 yılında bir önceki yıla göre % 20 artarak 107 milyar dolara yükselirken, yıllık gelirinin 100 milyar doların üzerine çıkması bu şirketi ABD’li teknoloji şirketleri Google ve Microsoft ile aynı lige taşımış durumda.
Huawei firmasının teknolojik üstünlüğünden her ne kadar ABD rahatsızlık duysa da, dünya genelinde bu konuda herhangi bir tutarlılık söz konusu değil. Bir tarafta 5G teknolojisine daha rahat, daha çabuk ve daha ucuza erişmek istediği için Çin’in yanında yer alacak olan ülkeler yer alırken, diğer tarafta ise hâlihazırda Çin yapımı ekipmanlar olmadan 5G ağını kuramayacak olan ABD ve müttefikleri yer alıyor. AB, her ne kadar Çinli firmaları 5G’ye dahil etmeyeceğine işaret etse de son 6 yıl içerisinde toplam piyasa değerleri yarı yarıya azalmış olan Avrupalı telekomünikasyon şirketleri, 5G’ye daha düşük maliyetle ve daha seri şekilde geçmeye ihtiyaç duymakta. Nitekim Avrupa’daki ilk çatlak İngiltere’de yaşandı ve İngiliz şirketleri baz istasyon kurma gereksinimini ortadan kaldırdığı için Huawei ile görüşmelere başladı.
Huawei ürünleri konusunda ABD’nin Türkiye’ye baskı uygulaması ihtimali ise son derece düşük bir ihtimal. S-400 füzelerinin Rusya’dan alımını engellemek için cansiperane mücadele veren ABD’nin bu konuda sert kayaya çarpması, Huawei konusunda Türkiye’ye yapılacak baskıları daha şimdiden ortadan kaldırmış durumda.
Türkiye son 10 yıldan beri Çin ile olan ilişkilerini istikrarlı bir şekilde arttırmakta ve olası bir gerginliğin yaşanmasına izin vermemekte. Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Japonya’da düzenlenen G-20 zirvesinin hemen sonrasında Çin’e yaptığı ziyaret ve bu ziyaretin sonuçları, iki ülke arasındaki ilişkilerin ne kadar pozitif bir noktada bulunduğunun en açık göstergesi.
Türkiye, Çin ve Rusya’nın ortaya koyduğu siyasi, politik ve ekonomik kararlılık, sadece bu üç ülkenin değil bölge coğrafyasındaki diğer birçok ülkenin makûs kaderini de etkileyecek mahiyette. Tarihi İpek Yolu’nu tekrardan canlandırmayı öngören “Tek Kuşak Tek Yol” projesi, yapılan demiryolları ile meyvelerini daha şimdiden vermiş durumda. Çin’de üretilen malların, demiryolu ile 10 gün içerisinde İstanbul’a ve buradan da Avrupa içlerine ulaşacak olması bugünlerde birçok sektörü korku ve endişeye sevk etmiş durumda.
Deniz taşımacılığının yerini daha ucuz ve daha risksiz olan demiryolu taşımacılığına bırakmasının yaratacağı sonuçları bir hayal etsenize; ıskartaya çıkacak konteyner gemileri, kapanacak liman işletmeleri ve fabrikalar, diplere vuracak sigorta primleri, düşecek finansman maliyetleri, gerileyecek banka kârları ve en önemlisi Uzakdoğu’dan daha ucuza ve hızlı şekilde mal tedarik edildiği için Avrupa’da birbiri peşi şıra kapanacak fabrikalar ve bu fabrikaların işsiz kalacak milyonlarca çalışanı.
Huawei, 2002’den beri Türkiye’de aktif olarak faaliyet gösteren bir şirket. Bu şirket, GSM operatörlerine ve Türk Telekom’a sadece telekomünikasyon altyapısı sağlamıyor, aynı zamanda kurduğu Ar-Ge laboratuvarları ve bazı üniversitelerle yaptığı işbirlikleri ile Türkiye’nin teknolojik kapasitesini geliştirmeye de katkı sağlıyor. ABD’nin ‘ulusal güvenlik tehdidi’ olarak lanse ettiği Huawei, Türkiye açısından önemli bir teknolojik ortak.
Anadolu’da “Su akar yolunu bulur” şeklinde bir atasözü vardır. Çin-Türkiye ilişkilerinin uzun vadeli performansı göz önüne alındığında, “Huawei artık bir Çin firması değil, Türk firmasıdır” denilse hiç de yanlış olmaz.
Ancak hemen her işte olduğu gibi bu konuda da ABD menfaatlerini korumayı kendilerine ilke edinen bazı satılmış kalemleri de göz ardı etmemek gerekiyor. Türkiye’nin lehine olan hemen her şeye karşı çıkmayı kendilerine ilke edinen bu güruhun, akıl almaz iddia ve iftiralarına şimdiden hazırlıklı olmak gerekiyor.
Adnan Menderes’in İstanbul’da Vatan Caddesi’ni açtırırken yaşadığı sıkıntıları, Boğaziçi Köprüsü’nün yapımı esnasındaki direnci, dünyanın en büyük ve en modern havalimanı ünvanına sahip olan ve Türkiye’nin medarı iftiharı niteliğindeki yeni İstanbul Havalimanı’nın yapımına karşı çıkan zihniyeti, 21’nci yüzyılda Türkiye’de nükleer santral yapımını engellemek için akıl almaz eylemler yapan sefiller tayfasını unutmak ne mümkün!
Direnç ne kadar fazla olursa olsun, saldırı ve yıldırmalar ne kadar yoğun olursa olsun bu yoldan artık dönüş yok. Ya son teknolojiye sahip olup yönetenler ve üretenler grubundan olacağız, ya da dünyanın gerisinde kalacağız.
Türkiye olarak her zaman yaptığımızı yapacağız ve “ileri” diyeceğiz.
Her şeyin hayırlısı…
Dr. Mehmet Hakan SAĞLAM
]]>31 Mart 2019 Yerel Seçim sonuçlarından iki hafta sonra “ERDOĞAN İÇİN SONUN BAŞLANGICI MI?” başlıklı bir makale kaleme almış ve seçim yenilgisinin sebeplerini özetlemiştim. Ve o yazı içeriğinde bundan 8 ay önce yayımlamış olduğum “YAKLAŞAN HEZİMETİN AYAK SESLERİ” başlıklı yazımdan dem vurarak o günden bugüne hiçbir şeyin değişmediğini, hiçbir olumsuzluktan ders alınmadığını anlatmıştım.
Bugün yapılan 23 Haziran 2019 İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nı CHP aslanlar gibi kazandı. Hayırlı olsun.
AK Parti teşkilatlarının bu seçimde sergilediği vurdumduymazlık ve lakaytlık CHP’nin ipi göğüslemesinin en büyük nedeni.
26 Ekim 2018 tarihinde kendi web sayfamda “YAKLAŞAN HEZİMETİN AYAK SESLERİ” başlıklı bir makale yayınlamış ve aynen şunları yazmıştım;
“ …
Şimdi yeni bir tehlike yaklaşıyor!
31 Mart 2019 tarihinde yapılacak Belediye Başkanlığı seçimlerinde de aynı SEÇİM İŞLERİ KOMİSYONU’nun görev yapması, liyakate ve toplumsal hassasiyetlere dikkat edilmeyip, Belediye başkanlıkları için eti ciğeri beş para etmeyen PİNOKYO ve TİPİTİP tarzındaki bilindik kişilerin aday gösterilmesi durumunda AK PARTİ gelmiş geçmiş en büyük seçim yenilgisini yaşayacak.
24 Haziran Milletvekilliği ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri açık bir gerçeği daha ortaya koydu ki; insanlar “icraata oy vermiyor”.
Eğer icraata oy verilmiş olsaydı; 24 saat suyu akan, elektrik kesintisi yaşamayan, Marmaray, Avrasya Tüneli, Yavuz Sultan Köprüsü ve Metrobüs gibi projelerle ulaşım olanakları inanılmaz derecede rahatlayan İstanbul halkının AK Parti’ye %42 değil % 80-90 oranında oy vermesi gerekmez miydi?
24 Haziran Milletvekilliği ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri bir gerçeği daha ortaya koydu ki; insanlar oy kullanırken “vefa duygusundan da yoksun oluyor”.
Eğer vefa duygusu ön plana çıksaydı; Van depreminde yerle bir olan konutların yerine kendilerine TOKİ tarafından muhteşem konutlar inşa edilen veya PKK tarafından hendekler kazılıp adeta iç savaştan çıkmış gibi ayakta tek bir ev ve işyerinin bırakılmadığı Hakkari, Şırnak, Cizre, Sur ve daha bir çok yerde yaraları ziyadesiyle sarılan Kürt kökenli vatandaşlarımız HDP’ye verdikleri %80-90 oranındaki oyları AK PARTİ’ye vermezler miydi?
Sayın Cumhurbaşkanına açık duyurumdur:
“Mevcut belediye başkanlarına yönelik çok sayıda yolsuzluk ithamları bulunmaktadır. Yolsuzluktan öte ahlâksızlık, adam kayırma, insanları adam yerine koymama, belediye harcamalarında aşırı savurganlık, lüks ve şatafat, toplumdan kopma, memleketi için tek bir hizmette bulunmama, kaldırım taşı yenilemekten başka hiçbir icraatı olmama gibi temel meziyetleri ise saymama bile gerek yok.”
24 Haziran Milletvekilliği Genel seçimlerinde oy kaybı yaşayan birçok il ve ilçede aktif siyaset yapan AK Partililerin neredeyse tamamı şu günlerde aptal ayaklarına yatıp, “Allah! Allah! AK Parti oy mu kaybetti ki?” gibilerinden sağa sola bakınmakla meşgul. Aslında bu eblehlere sormak lâzım; “Seçim sürecinde topluma ne mesajlar verdiniz? Elle tutulur ne tür vaatlerde bulundunuz? Elinizde Erdoğan gibi tüm dünyanın imrenerek baktığı bir dünya lideri olmasaydı hangi yüzle insanların kapısını çalacaktınız?” bunları bir düşünün bakalım.
Onu bunu bilmem…
Eğer 24 Haziran seçimlerinde olduğu gibi 2019 Mart Yerel Yönetimler Seçimi’nde de benzer PİNOKYO ve TİPİTİP figürleri aday gösterilirse Türk halkı feraseti meraseti bir tarafa bırakır, GÖZÜNÜZÜN ORTASINA BİR TANE OKKALI YUMRUK İNDİRİR.
24 Haziran seçimlerine dikkatle bakın ve sonuçları iyi analiz edin. Türk halkı; lideri olan Erdoğan’a sahip çıktı ama AK Parti için aynı tercihte bulunmadı.
Konferans verdiğim birçok il ve ilçede hemen herkes aralarında anlaşmış gibi aynı şeyleri söylüyor; “Milletvekillerini sadece seçim sırasında görüyor sonrasında asla görmüyoruz. Birçoğunun FETÖ bağlantısı var. İş ve ihale takipçiliği yapıyorlar. Adam kayırma had safhada, kentsel dönüşümde iş çığırından çıktı. Yakınlarını istedikleri yere yerleştiriyorlar. Milletvekili seçildikten sonra abad oluyorlar. Vali ve kaymakamlar başta olmak üzere tüm kamu çalışanlarını tehdit edip usulsüz ve yersiz talimatlar veriyorlar. ”
Ve daha neler neler…
Bugüne kadar Sayın Erdoğan’ın gerek AK Parti içerisinde gerekse kendi çevresinde ciddi bir temizlik yapması gerektiğini dile getirmeyen tek bir Allah’ın kuluna rastlamadım.
Aynı tespiti yüz kişi, bin kişi, on bin kişi, yüz bin kişi yapıyorsa demek ki gerçekten SORUN VAR.
24 Haziran seçimlerinde AK PARTİ’nin yaşadığı oy kaybı, işte bu sorunun sandığa yansımış tezahürüdür.
Bundan sonrası Sayın Erdoğan’ın problemi. Ya toplumun hassasiyetlerini dikkate alıp AK Parti’yi %50-55’lere taşır, ya da etliye sütlüye dokunmayıp 2019 Mart seçimlerinde AK Parti’nin tarihsel yenilgisine tanık olur.
Bu seçimler inanın çok zor geçecek.
Sayın Erdoğan’ın işi çok zor. Kardeşi azılı bir darbeci olan ŞABAN DİŞLİ’yi Hollanda’ya büyükelçi olarak ataması ve BÜLENT ARINÇ’ın oğlunu milletvekili yapması gibi çok kötü tercihler henüz hafızalarda iken, FETÖ’ye geçmişte methiyeler düzen BEKİR BOZDAĞ’ı Sayın Devlet Bahçeli’ye tercih etmesini birçok kişi kaldıramayacaktır ki kaldıramıyor zaten.
Parti içinde bu kadar başıboşluk ve liyakatsizlik ve ehliyetsizlik ve çapsızlık ve pişkinlik ve vurdumduymazlık varsa ve AK Parti’nin 31 Mart 2019 Belediye Başkan adaylarını HAYATİ YAZICI gibi isimler belirliyor ise bu seçimlerde başarı nasıl sağlanacak? Bazen düşünmüyor da değilim; acaba bu kadar yeteneksiz adamla çalışmayı Sayın Erdoğan’ın kendisi mi istiyor? Herhalde istiyor…
AK Parti’nin böyle bir yenilgi yaşamasını dört gözle bekleyen o kadar çok kişi var ki.
Bu seçimde kaybeden AK Parti olmayacak. Kaybeden Türkiye olacak…
Sayın Erdoğan’ın sık sık dile getirdiği “METAL YORGUNLUĞU” tespiti bence son derece yanlış bir tespit. AK PARTİ’deki sorun metal yorgunluğu değil ayan beyan “GÜÇ ZEHİRLENMESİ”.
Vatandaş bunun ne anlama geldiğini çok iyi biliyor ancak anlamayan AKP’liler için “güç zehirlenmesi” teriminin siyaseten karşılığını da yazayım: “Hazımsızlık, kendini bir matah zannetme, havalanma, ne oldum delisi olma, gaza gelme, yumurtadan çıkıp kabuğunu beğenmeme ya da daha açık bir ifadeyle KIÇI KALKMA”.
Yüzde 7,5 oranındaki MİLLİ GÖRÜŞ tabanından gelip siyaset yapan AK Partililer, ANAP, DYP, MHP, BBP ve toplumun diğer katmanlarından aldıkları yüzde 40’dan fazla oy ile bugün Türkiye genelinde yüzde 47-48 oy alabiliyordu ama artık deniz bitti!
AK PARTİ kendi içine gittikçe daha fazla kapanıyor, toplumun diğer katmanlarına karşı kapıları kapatıyor ve bunu yaparken de aynen şu mantıkla hareket ediyor;
“Sizler bizim kanımızdan değilsiniz, bizimle genetiğiniz asla uyuşmuyor, bizim için çalışabilirsiniz, bize oy verebilirsiniz ancak bizim içimize giremezsiniz. Körü körüne AK PARTİ’ye destek verdiğiniz için bahçemizde oturabilirsiniz ama oturma odamıza asla giremezsiniz”.
2019 Belediye seçimlerine gelince durum hiç de iç açıcı değil. AK Parti teşkilatlarında görev yapan hemen her kademedeki şahıs, ülke fethetmiş komutan edasıyla ortalık yerde caka satıp milleti muhatap kabul etmez iken halk bunlara oy verir mi? Ben şahsi kanaatimi söyleyeyim bırakın oy vermeyi, halk tür politikacılara günahını bile vermez.”
Evet, 31 Mart 2019 seçimleri tam da benim tahmin ettiğim gibi AK Parti’nin hezimeti ile sonuçlandı. Bugün yenilenen İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimi ise Erdoğan’ın itibarını yerle bir etti. Ekrem İmamoğlu gibi yeni yetme biri Erdoğan’ı yenilgiye uğratan ilk kişi olarak Türk siyaset tarihindeki yerini aldı bile.
Şimdi gelelim bundan sonra ne yapılması gerektiğine. Dışarıdan bakıldığında Sayın Erdoğan’ın durumu hiç de iç açıcı değil. AK PARTİ’nin ve Sayın ERDOĞAN’ın gidişatı ANAVATAN PARTİSİ ile Sayın Turgut Özal’ın son yıllarına benzemeye başladı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın işlevselliği ve gücü sık sık sınanacak, gittikçe itibarsızlaştırılacak. Şu an için Erdoğan’a sadık görünen çevreler birer ikişer gemiyi terk etmeye başlayacak, olabildiğince uzak durmaya çalışacaklar.
Bu saatten sonra Sayın Erdoğan’ın önünde çok fazla seçenek yok ve yapabilecekleri oldukça sınırlı.
Öncelikle en üst kademeden en alt kademeye kadar parti teşkilatlarının, çevresinde bulunan asalak ve parazitlerin, parti içerisindeki dinozorların, kerameti kendinden menkul bürokratların ipini çekmek ve eğer becerebilirse tarih sahnesinden silmek zorundadır.
Ya da “ya herru ya merru” demek suretiyle etrafındaki mevcut kadroyla gittiği yere kadar gidecektir.
Birinci ihtimalin gerçekleşmesi Sayın Erdoğan’daki vefa duygusu ve deve inadından dolayı oldukça zor.
İkinci ihtimalin gerçekleşmesi ise en başta kendisi ve yakınları, akabinde ise Türkiye açısından büyük bir felakete sebep olacaktır.
Ben Sayın Erdoğan’ın yerinde olsam 31 Mart sonrasında YSK tarafından seçimin yenilenmesine karar verildiği anda halkın karşısına çıkar ve İstanbul’da tek bir miting dahi düzenlemeksizin televizyondan şu tarz bir açıklamada bulunurdum; “Ey halkım, seçim yenilgisinden sorumlu tuttuğum ve çalıştıklarına asla inanmadığım, kendilerini bir matah zanneden güruhu görevden aldım. Bu seçime arkamda AK PARTİ teşkilatları olmadan giriyorum. Kendimi ve İstanbul’u size emanet ediyorum. Siz her şeyin en iyisini bilirsiniz. Kalın sağlıcakla.”
Böyle bir açıklama sonrasında AK Parti seçimleri rahatlıkla alabilirdi. Ancak Erdoğan bu tür bir yol tercih edeceği yerde İmamoğlu ile dalaşmaya devam etti ve neticede kaybetti.
AK Parti’nin hizmet odaklı seçim stratejisi ise son derece yanlıştı.
AK Parti’nin APTAL stratejistlerine çok basit bir soru sormak istiyorum. Sizler sokağa çıktığınızda; “AK Parti yol yapmıyor, baraj yapmıyor, hızlı tren yapmıyor, Marmaray, Avrasya Tüneli, Havalimanı yapmıyor” tarzında bir serzeniş veya şikâyetle karşılaşıyor musunuz ki hizmet odaklı seçim propagandası yapıyorsunuz.
BE HEY GERİ ZEKÂLILAR, BE HEY DANGALAKLAR, Türk halkı; AK partililerin tavan yapmış kibrinden, insanları muhatap kabul etmemesinden, belediyelerdeki yolsuzluklardan, adam kayırmalardan, eti ciğeri beş para etmez adamların mevki ve makam sahibi yapılmasından, liyakate, bilgi ve beceriye dayanmayan keyfi atamalardan, aleni ve olağan hale gelen rüşvet taleplerinden şikâyetçi siz halâ anlamıyor musunuz?
Tevazu, alçakgönüllülük ve hoşgörü gibi kavramları ise çok gerilerde bıraktığınız için konuşmuyorum bile.
Bu saatten sonra Erdoğan’ın temizlik yapacağı alanların sadece AK Parti teşkilatları ile sınırlı olmaması gerekiyor. Türk halkı; Milli Savunma Bakanı, Dışişleri Bakanı, Milli Eğitim Bakanı, Sanayi Bakanı, İçişleri Bakanı ve Adalet Bakanı dışında hiçbir bakanı beğenmiyor. Beğenilmeyenlerin başında Tarım ve Orman Bakanı ile Hazine ve Maliye Bakanının geldiğini de özellikle belirtmek isterim.
Bu arada BDDK, TMSF, ÖİB, YÖK, ÖSYM, HSK, YSK gibi tüm üç harfli ve dört harfli kurumlarda görev yapanları da unutmamak gerekiyor. Ve hassaten seçimlere üç beş ay kala Ankara ve İstanbul’daki devlet üniversitelerini anlamsız bir şekilde bölmek suretiyle gençlerin hükümete karşı cephe almasına sebep olan YÖK yetkililerini de hiç ama hiç gözardı etmemek gerekiyor.
Sayın Erdoğan’ı çok zor günler bekliyor.
Ya AK Parti’yi tümüyle sıfırlayıp Türkiye’yi 2023-2030’lara taşıyacak, ya da Ekrem İmamoğlu gibi bir çömez ve Kemal Kılıçdaroğlu gibi sıfır numara bir siyasetçi tarafından madara edilen bir kişi olarak yakın gelecekte siyasi hayatına veda edecek.
Üzülerek yazıyorum ama Sayın Erdoğan bu türden uyarıları dikkate almayıp başının dikine gittiği için bu yaşananları ziyadesiyle hat etti. KURT KOCAYINCA KUZUYA MASKARA OLURMUŞ. Şimdi siz esas bundan sonra yaşanacakları izleyin;.
Neler olabileceğini adım adım sıralayayım;
Ama şundan adım gibi eminim ki bu ahlaksızlıkların tümünü diğer mahallenin çocukları değil, bizzat bu mahallenin veledi zinaları yapacak.
Dr. Mehmet Hakan SAĞLAM
]]>